31 Aralık 2013 Salı

2013 Yılı Ganimetlerim...

Her yıl okuduğum kitapların listesini yapar, yıl sonunda neler okuyup okumadığıma bakmak, bir önce ki yılla karşılaştırmak beni mutlu eder. Bakalım bu yıl neler okumuşum...1- Selim ÇİPRUT- AS MAÇA2- Hakan GÜNDAY-PİÇ3- A.Zeynep Leyal GÜNDOĞAN- PRENS ALİ'NİN MACERASI4- Amin MAALOUF- DOĞUDAN UZAKTA5- Agatha CHRİSTİE- BÜYÜK 46- Arthur R.G SOLMSSEN- BERLİN PRENSİ7- Sabahattin ALİ- İÇİMDEKİ ŞEYTAN8- Ayşe KULİN- BORA'NIN KİTABI 9- E.L.JAMES- KARANLIĞIN 50 TONU10- E.L.JAMES- ÖZĞÜRLÜĞÜN 50 TONU11- Samed BEHRENGİ- KÜÇÜK KARA BALIK12- Oruç ORUOBA- İLE13- Woody ALLEN- SIRF ANARŞİ14- Nazım HİKMET- HENÜZ VAKİT VARKEN GÜLÜM15- Orhan KEMAL- BABA EVİ16- William SHAKESPEARE- HAMLET17- Murat MENTEŞ- DUBLÖRÜN DİLEMMASI18- Zülfi LİVANELİ- MUTLULUK19- Selim ÇİPRUT- CİVA20- Sabahattin ALİ- MAHKEMELERDE21- Yaşar KEMAL- FIRAT SUYU KAN AKIYOR BAKSANA22- Maksim GORKİ- EKMEĞİMİ KAZANIRKEN23- AŞK-I A-LA24- Emrah SERBEŞ- HİKAYEM PARAMPARÇA25- Woody ALLEN- EĞRİSİ DOĞRUSU26- William SHAKESPEARE- ROMEO VE JULİET27- Stefan ZWEIG- SATRANÇ28- Agatha CHRİSTİE- DOĞU EKSPRESİNDE CİNAYET29- Uygar ŞİRİN- KARIŞIK KASET30- Hakan GÜNDAY- AZ31- Orhan KEMAL- CEMİLE32- George ORWELL- 198433- John UPDİKE- BECH DÖNDÜ34- Yaşar KEMAL- KARINCANIN SU İÇTİĞİ35- Yaşar KEMAL- TANYERİ HOROZLARI 36- P.C CAST- Kristin CAST- İŞARET37- P.C CAST- Kristin CAST- İHANET38-P.C CAST- Kristin CAST- SEÇİLMİŞ39- P.C CAST- Kristin CAST- AV40- P.C CAST- Kristin CAST- BAŞTAN ÇIKARILMIŞ41- P.C CAST- Kristin CAST- YANMIŞ42- P.C CAST- Kristin CAST- UYANMIŞ43- P.C CAST- Kristin CAST- KADER44- P.C CAST- Kristin CAST- SAKLANMIŞ45- Selim ÇİPRUT- BEN COGNATUS RÜYA TANRISI46- Irvin YALOM- BUGÜNÜ YAŞAMA ARZUSU47- Yaşar KEMAL- ÇIPLAK DENİZ ÇIPLAK ADA48- Aydın BOYSAN- ŞEREFE49- Hande ALTAYLI- KAHPERENGİ50- Yusuf ATILGAN -AYLAK ADAM51- Zülfü LİVANELİ- KARDEŞİMİN HİKAYESİ52- Ahmet ALTAN- SON OYUN53- Sabahattin ALİ- DEĞİRMEN54- Ahmet SAATÇİOĞLU- PARALEL DÜNYALAR55- Oben BUDAK- HAYVAN56- Kezban ŞAHİN TAYSUN- KAFESTEKİ KALP57- Dan BROWN- CEHENNEM58- Oya BAYDAR- SAVAŞ ÇAĞI UMUT ÇAĞI59- Sabahattin ALİ- SIRÇA KÖŞK60- Meriç RENKVER- İLKGÜZ AĞRISI61- Dıonysıos BYZANTIOS- DENİZ YOLUYLA BOĞAZ62- Aret VARTANYAN- GERÇEKTEN YAŞIYOR MUSUN?63- Onur BAŞTÜRK- EV SAHİBİ64- Paul CLEAVE- TEMİZLİKÇİ65- Patti SMİTH- ÇOLUK ÇOCUK66- Sabahattin ALİ- KAMYON67- French Oje- KEŞKE BEN UYURKEN GİTSEYDİN68- Ayşe KULİN- DÖNÜŞ69- Oscar WİLDE- DORİAN GREY'İN PORTRESİ70- Levent ASLAN- ZAMANSIZ MEKANLAR71- Sherlock HOLMES- TAVŞAN DUDAKLI ADAM72- Esin ÖVET- SİZ UYURKEN73- Michael ENDE- MOMO74- Fakir BAYKURT- EŞEKLİ KÜTÜPHANECİ75- Aydın BOYSAN- DOYULMAZ DÜNYAMIZA76- Kürşat BAŞAR- BAŞUCUMDA MÜZİK77- Paul CLEAVE- ÖLDÜRME SAATİ78- Milan KUNDERA- VAROLMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ79- Güneş SAYIN KALYONCU- STİLETTOLU ANNE MADE İN BARCELONA BEBEK80- Hıfzı TOPUZ- GAZİ VE FİKRİYE81- Yaşar KEMAL- İNCE MEMED 182- Yaşar KEMAL- İNCE MEMED 283- Amin MAALOUF- SEMERKANT84- Yasemin ŞEFİK- DÜNLÜK85- Yaşar KEMAL- TEK KANATLI BİR KUŞ86- Mitch WİNE HOUSE- KIZIM AMY87- Joje MAYER- SENDEN ÖNCE BEN88- Hermann HESSE- SİSSHARTHA89- Ali YILMAZ- KARA ARŞİV90- Evrim MİLASLI- BANA HİÇ SENİ SEVİYORUM DEMEDİN91- Ece TEMELKURAN- DÜĞÜMLERİ ÜFLEYEN KADINLAR92- Gökçe DÖLEK- HER BİR KADININ HİKAYESİ93- PUCCA- AY HADİ İNŞALLAH94- Hakan GÜNDAY- DAHA95- Ayn RAND- ATLAS VAZGEÇTİBu yıl benim ganimetlerim 95 Kim bilir belki 2013 bitmeden 96. kitabıma da bitiririm :) Sizin ganimetleriniz neler, merak ediyorum..? 2014 bol okumalı bir yıl olsun. Şimdiden keyifli okumalar...

Lucian - Isabel Abedi

Kitap Adı: Lucian

Orijinal Adı: Lucian

Yazar: Isabel Abedi

Çeviri: Müjde Tok

Yayın Evi: Nemesis Yayınları

Basım Yılı: Mayıs 2010Sayfa: 514

 Orijinal Dil: Almanca 

Bu kitabı geçen seneki fuarda almıştım, ancak sıra geldi... One Better Day'le okuduk. ^^ Okumadan önce kafamdaki kalıp "bu bir melek kitabı" idi. Sonra ne kadar yanıldığımı anladım.    

Okumaya başladım ve Eyvah! Yine mi Alacakaranlık kalıbı! Tutulan bir eserin kalıbını kullanarak başka (belki de binlerce) kitap yazmak artık normal bir şey.Tek ebeveynli sıradan bir kız, aniden esrarengiz bir çocukla karşılaşır. İkisi birbirine çekim duyarlar, belki daha da fazlası. Ama sonra çocuk her yerde karşısına çıktığı halde kıza, ayrı dünyaların insanlarıyız klişesi yapar. Kız çocukta yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu hisseder ve merak edip kendince araştırır. 

Paylaştığım ilk izlenimim şuydu:

Fantastik kitaplarda esaskızın peşinden ayrılmayıp, sonradan "Benim hakkımda bir şey bilmen senin için iyi değil, senin iyiliğin için birlikte olamayız, ikimiz için de tehlikeli..." edebiyatı yapan fantastik erkek karakterleri bir yere toplayıp dövmek istiyorum. -_-

Kitap böyle bir kalıpla başlıyor ama yazarın kalıbın içini dolduruş şeklini sevdim. Kendince özgün olma çabasını hissettim. Kitap bu kalıptan hızla kurtuldu ve kendine bir yol çizdi. Başlarda Alacakaranlık, ortalara yakın bir yerde One Better Day'in de dediği gibi Yeniay havası verse de yazar anlattıklarını kendi hikayesinin bir parçası yapmayı başardı, böylece ben de ikinci yarıyı çok daha rahat okudum. Karakterlerin mükkemmel olmaması; Lucian'ın zayıf, Rabecca'nın topluca bir kız olması da kitabı daha inandırıcı kıldı. 

Rebecca'nın Almanya'da başlayıp Amerika'da son bulan hikayesi... 

Rebecca sıradan bir lise öğrencisi ve bir gün kendisiyle ilgili  rüyalar gören gizemli bir çocukla karşılaşıyor, üstelik kendisi de sürekli rüyasında öldüğü anı görüyor. Sonrası cezbedici. Rüyalar ve Rebecca'nın annesinin terapist olması beni ayrı bağladı kitaba. Ayrıntılarını dikkatle okudum. 

Kitapta geçmiş ve geleceğin bağlanışı, rüyalar, roman yazarı ve eleştirmen ilişkisiyle anlatılan olaylar kitabı orijinalliğe ve üst bir seviyeye taşırken bazı lise olayları ve muhabbetleri yer yer kitabı basitleştiriyordu. Özellikle ilk yarı oldukça basitti. İkinci yarı ise kitabın şahlanışıydı.

Kitapta en gereksiz kısım ısrarla olay akışında bir rolü olmayan Obama'dan bahsedilmesiydi, seçimleri anlatmanın ne amacı vardı bilemedim. :)

Sonuç: Kitap ne bir Alacakaranlık çakması ne de bir melek kitabı. 

Yazar harika bir konuda yazmış, keşke başları da kalıpların dışına çıkarak yazabilseymiş. 

Fantastiklerdeki klişe konuların dışına çıkması ve bu kitabın seri olmaması ayrı bir artı puan. En basit kitabın bile seri olduğu bir zamanda seri olmayan bir fantastik... :)

Maceradan çok akıl yürütmeye, düşünmeye ve duygusallığa bağlı bir yapısı var. Aksiyon dolu bir fantastik maceradansa daha naif fantastik bir hikaye okumak isteyenlere uygun :) 

PUANIM: 3.5'tan 4 ^^ 

Kitabı birlikte okuduğumuz ONE BETTER DAY'in LUCIAN yorumu için TIKLAYIN! ^^ 

ALINTI "Ama çılgınca olan, yediğim, içtiğim veya çektiğim her şeyde, ilk defa yapıyormuşum gibi bir his oluyor. Tat alma duyum bir şey hatırlamıyor. Dokunma duyum da öyle. Birisi bana dokunduğunda..." derken Lucian, parmağının ucuyla yanağımı okşadı, "ben sana dokunduğumda tarifi olmayan şeyler hissediyorum. Sanki daha önce hiç kimseye dokunmamışım gibi."

28 Aralık 2013 Cumartesi

Hakan GÜNDAY- DAHA

     Hakan GÜNDAY ile ilk tanışmamız Piç ile başlayıp Az ile devam edip Daha ile noktalandı diyebilirim....    Tarihimi de attım...    Arka Kapak;    "Doğu ile Batı arasındaki fark, Türkiye'dir. Hangisinden hangisini çıkarınca geriye Türkiye kalır, bilmiyorum ama aralarındaki mesafe Türkiye kadar, ondan eminim. Ve biz orada yaşıyorduk. Her gün politikacıların televizyonlara çıkıp jeopolitik öneminden söz ettği bir ülkede. Önceleri çözemezdim ne anlama geldiğini. Meğer jeopolitik önem, içi kapkaranlık ve farları fal taşı gibi otobüslerin, sırf yol üstünde diye, gecenin ortasında mola verdiği kırık dökük bir binanın ada ve parsel numaralarıyla yapılan çıkar hesapları demekmiş. 1.565 km uzunluğunda koca bir Boğaz Köprüsü anlamına geliyormuş. Ülkede yaşayanların boğazlarının içinden geçen dev bir köprü. Çıplak ayağı Doğu'da, ayakkabılı olanı Batı'da ve üzerinden yasadışı ne varsa geçip giden, yaşlı bir köprü. Kursağımızdan geçiyordu hepsi. Özellikle de, kaçak denilen insanlar...Boğazımıza takılmasınlar diye. Yutkunup gönderiyorduk hepsini. Nereye gideceklerse oraya...Sınırdan sınıra ticaret...Duvardan duvara..."    Ben Psikiyatrist olsam Hakan GÜNDAY'ı enine boyuna inceler üzerine tez yazardım!!! Bu nasıl bir zeka, bu nasıl bir hayal gücü ya da bunlar daha önce neler yaşanıp ortaya çıkan dizeler inanın çooook merak ediyorum. Az'dan sonra bir daha Hakan GÜNDAY okumayacağım demiştim ama yine dayanamadım Daha da çıkar çıkmaz alıp okudum. Ama bazı sayfalar yine beni mahvetti:( İnsan kaçakçılığını o kadar garip bir kurgu üzerine kurup anlatmış ki kitabı okumayanın anlaması için ne yazsam boş... 13 gün ölülerle dolu bir kamyonetin için de canlı kalıp yaşam mücadelesi veren Gaza'nın hikayesi Daha... Değişik ve sarsıcı bir kitap okumak istiyorsanız Daha bunun için yazılmış derim...

27 Aralık 2013 Cuma

Yanlış bilinen Mevlânâ

Mevlânâ Celaleddin Rûmî, vefatından yüzyıllar sonra bile dünyada en çok satan kitaplar arasındaki Mesnevisi ile gönülleri fethetmeye devam ediyor. Ancak popüler kültürün malzemesi haline geldikten sonra, Kur’an ve sünnet çizgisinden çok felsefî söylemlerle anılır oldu.Allah ile kul arasındaki münasebeti açıklayışı ve tasavvufta açtığı yol ile yüzyıllar öncesinden bugünün insanını kuşatan Hazreti Mevlânâ, mirası popüler kültür tarafından da sahiplenilince birçok konuda yanlış bilinir oldu.Kendisini ifade ederken Kur’an-ı Kerim’in hizmetçisi ve Peygamber Efendimiz’in ‘yolunun tozu’ diyen Mevlânâ, olacakları görmüşçesine “Biri benden bundan başkasını naklederse ondan da şikâyetçiyim, o sözden de şikâyetçiyim.” sözleriyle muradının sadece sünnet ve Kur’an ışığındaki hayatıyla aktarılmak olduğunu söyler. Ancak Mevlânâ, bazılarının gözünde neredeyse bir yaşam koçu ya da guru kimliğine bürünmüş durumda. Bugün resimlerinden hayatına kadar pek çok konuda yanlış bilgilerle anılıyor.Popülist ifadelerin bolca kullanıldığı kitaplarda Mevlânâ, okura adeta bir Hint filozofu gibi sunuluyor. Tasavvuf kültüründen çok uzak olan bu kitaplar, onunla ilgili yalan yanlış bilgilere sebep oluyor. Ömrünü nefsî arzulardan sıyrılmaya çalışarak geçiren Hz. Mevlânâ’nın mirası bugün sosyetik mekânlara maneviyat katmak için kullanılıyor. Sadece ney dinletisi ve sema gösterileriyle tasavvuf ehli olunmaya çalışılıyor...Resimlerdeki gibi şişman değildiBugün Mevlânâ deyince aklımızda postun üzerinde, uzun sakallı, epey kilolu bir şemail beliriyor. Ancak hayatı riyazetle geçen Mevlânâ, kemikleri belli olacak kadar zayıftı. Vefatından 80 yıl kadar sonra yazılan menkıbelere göre onun perhizden dolayı çok zayıf, 1.65 boylarında, kısa sakallı, hafif çekik gözlü olduğunu söyleyen Selçuk Üniversitesi Mevlana Araştırmaları Enstitüsü Müdürü Doç. Dr. Nuri Şimşekler, “Bugün resmedilenler, fiziki özelliklerin tam tersi.” diyor.Mevlânâ Hazretleri, hayattayken birkaç kez resmedilmeye çalışılır. Selçuklu sarayının en meşhur ressamı Aynüddevle lakaplı ressam, vezir Pervane’nin hanımı Gürcü hatunun isteği üzerine Mevlânâ’yı resmetmeye çalışır. Ancak her başladığında Mevlânâ’nın şemaili farklılaşır. Bu yüzden resim tamamlanamaz. Şimşekler, bu denemelerin tamamlanamamış 20 kadar eskiz halinde kaldığı bilgisini veriyor. Bugün yaygın olarak kullanılan ve gerçek Mevlânâ’yı yansıtmayan resim ise 1960’lı yıllarda İran’da Mevlânâ resmi yarışmasında birinci olan resim...Sema yaparken bir usule bağlı kalmazdıMerak edilen sorulardan biri de Mevlânâ’nın semayı, günümüzdeki gibi tertipli bir şekilde yapıp yapmadığı. Şimşekler, Mevlânâ’nın sema yaptığını ancak belli bir usul ve mekâna bağlı kalmadığını anlatıyor. “Sokakta, evde, sofrada, sohbette, dükkânda gönlüne gelen İlahi mananın yansıması olarak olduğu yerde semâ etmeye başlayan bir Mevlânâ var.” diyen Şimşekler, semanın o dönemde din âlimleri tarafından yasaklandığına da dikkat çekiyor. Ancak Mevlânâ, bunlara aldırmadan Selçuklu sarayında bile sema yapar.Günümüzdeki sema mukabelesi ise Mevlânâ’nın vefatından sonra Mevlevilik tarikatının XIII. yüzyılda ilk tesisinin ardından XV. yüzyılda son halini aldığı ve belirli bir düzen içine yerleştirildiği şeklidir. Bu konudaki diğer yanılgı ise Mevlânâ’nın semayı Şems-i Tebrizi’den öğrendiği. Oysa Mevlânâ Hazretleri, semayı ilk olarak kayınvalidesinden öğreniyor. Ancak 1244 yılının 30 Kasım’ında Şems’le karşılaşmasının ve dostluğunun ardından daha çok semâ yapıp şiir söylemeye başlıyor.‘Gel ne olursan ol gel’ sözü ona ait değil“Gel ne olursan ol gel. İster kâfir, ister Mecusi, ister puta tapan ol, yine gel” sözleriyle başlayan rubainin yıllarca Mevlânâ’ya ait olduğu zannedildi. Eski yazma divanlarda böyle bir rubainin olmadığını belirten Şimşekler, ancak Hz. Mevlânâ’nın ‘gel’ vurgusu yaptığı onlarca gazeli olduğuna dikkat çekiyor. Bunlardan anlaşıldığı kadarıyla Mevlânâ’nın insanları Allah’ın vahdet denizine, O’nun birlik çağrısına davet ettiğini anlatan Şimşekler, “Kendi mezarına, türbesine değil.” diye ekliyor.Yine Mevlânâ’ya ait olmayan ancak onun fikirlerini barındıran, bir araya getirilmiş farklı sözler de var. Mesela, Mevlânâ’nın 7 Öğüdü buna en belirgin örnek. Sık kullanılan “Nice insanlar gördüm üzerinde elbise yok, nice elbiseler gördüm içinde insan yok”, “Suskunluğum asaletimdendir. Her lafa verilecek bir cevabım var. Lakin bir lafa bakarım laf mı diye. Bir de söyleyene bakarım adam mı diye?” sözleri de Mevlânâ’ya ait değil.Mevlânâ-Şems buluşmasıŞems-Mevlânâ münasebeti birçok tefsirata müsait sıra dışı bir münasebet ve dostluktur. Dönem kaynaklarının ‘merace’l-bahreyn’ (iki denizin buluşması) tabiriyle tarif ettikleri bu buluşma gerçekleşmeseydi ne olurdu? Abdülbaki Gölpınarlı’nın ifadesiyle Mevlânâ sıradan bir alim olarak tarihteki yerini alacaktı. Ya Şems? Kimse onun adını bile bilemeyecekti. Demek ki bu iki büyük gönülden biri sadece alıcı, diğeri sadece verici değil. Her ikisi de birbirinin manevi doğumuna ebelik yapmış, birbirlerini manen büyütmüşlerdir. ‘İlmihal seviyesinde bile ameli olmayanlar tasavvufu anlatıyor’İlahiyatçı Prof. Dr. Abdulhakim Yüce de Hz. Mevlânâ’nın en büyük mutasavvıflardan olmasına rağmen onunla ilgili eserlerin tasavvufla ilgili hususları yeterince dile getirmediği görüşünde. Tasavvuf ehlinin birer eğitim metodu olarak geliştirdiği ‘seyr-u suluk’a dikkat çeken Yüce, “İçinde bir şeyhe intisaptan rabıtaya, zikir adedinden az yeme-az uyuma-az konuşmaya, semadan çile çekmeye, seyahatten sohbete varıncaya kadar birçok unsur bulunduran husus aslında tasavvufun kendisi değil tasavvufla hedeflenen amaca ulaşmak için yardımcı unsurlardır.” diyor. Bu şekilde nefs mertebeleri aşılarak neticede Allah’ın rızasına ulaşmak ise vuslatın tasavvuftaki karşılığı.Bugün ney ile sema gösterisine katılıp biraz Mesnevi okuyarak tasavvuf ehli olmaktan bahsedenler hepimizin malumu. Abdulhakim Yüce, “İlmihal seviyesinde bile iman ve ameli olmayan kişiler tasavvufu anlatıyor ve tasavvuf ehli olarak lanse ediliyor.” diyerek, tasavvuf ehlinin kılı kırk yararcasına harama dikkat ettiğini vurguluyor. Bütün sünnetleri yerine getirdiklerini, hatta bununla da yetinmeyip ek ibadetler yaptıklarını anlatan Yüce, “Özellikle geceleri sabahlara kadar ney gibi inleyerek okudukları evrad ü ezkârları ise ciltlerle kitapları dolduracak kadar engin ve rengindir.” diyor.Süleymanşah Üniversitesi Edebiyat Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cihan Okuyucu ise tasavvufla özdeşleşen ‘Vahdet-i Vücud’u şöyle açıklıyor: “Varlığın birliği diye çevirebileceğimiz Vahdet-i Vücut, tekçi varlık anlayışı bakımından Batı düşüncesindeki panteizmle karıştırılan bir kavram. Bir sufi için eksiksiz bir varlıkla var olan tek varlık Cenab-ı Hak’tır. Varlığını ona borçlu olmaları bakımından diğer bütün varlıklar izafi/bir nevi gölge varlıklardır. Sufi cezbe anında kendi gölge varlığını o tam varlığın içinde erimiş yok olmuş hisseder. Böylece gölge kaybolmuş, vahdet-i vücut gerçekleşmiş görünür.”Şeri esaslara son derece bağlı olan Hz. Mevlânâ, bu durumun bir yanılgıdan ibaret olduğunu şu misalle açıklar: Kızgın ateşe sokulan demir bir müddet sonra demirlik özelliklerini kaybeder ve bütünüyle ateş kesilir. Rengi, görünümü, yakıcılığıyla ateş neyse demir de odur. Yani o an için demirin ‘ben ateşim’ demesi makuldür. Ancak ateşten çıkarılan demir soğuyunca tekrar eski özelliklerine rücu eder. Demek ki demir demirdir, ateş ateştir. Bunun gibi ne kul Hak olabilir ne de Hak kula dönüşür. Olan biten şey sarhoşluk esnasındaki bir his yanılgısından ibarettir.Ney üflemiyorduDoç. Dr. Nuri Şimşekler, Hz. Mevlânâ’dan önce ve onun yaşadığı dönemde ney’in olduğunu söylüyor. Mevlânâ Hazretleri’nin metafor olarak Mesnevi’nin ilk beytinde bu müzik aletine yer verdiğini hatırlatan Şimşekler, “Ney üflediğini bilmiyoruz ancak ney kadar önem verdiği ve sıkça kullandığı rebabı çaldığını, hatta bir tel daha ekleyerek geliştirdiğini biliyoruz.” diyor.Ancak burada Şimşekler’in dikkat çektiği bir ayrıntı var: “Dinle neyden çün şikâyet etmede, ayrılıklardan hikâyet etmede, diye başlayan beyit yanlış algılanıyor. Mevlânâ burada kendini ney’e benzetiyor ve sulak kamışlıktan kesilen ve asıl mekânına kavuşma özlemi çeken ney misali Mevlânâ da Yüce Allah’ın katına, ruhlar âlemine özlemini ney benzetmesiyle dile getiriyor.”

26 Aralık 2013 Perşembe

Yeni Aldıklarım // Yepisyeni Kitaplarım ^^

Yine bir kitap alışverişiyle karşınızdayım. Sözler verdim elimdekiler bitmeden  kitap almayacağım diye ama dayanamadım. Ama ama valla sadece en çok istediklerimi aldım :(

 Study serisinin ilk kitabı Zehir Ustası'nı okuyup orijinal konusunu sevmiş, Valek'e ölmüştüm... Yorumuma BURADAN ulaşabilirsiniz :)  Üçlemenin devam kitapları olan Büyü Ustası ve Ateş Ustası'nı da alıp seriyi tamamladım... ^^   Yaşasın, yaşasın... :p

Amy Plum'ın Revenant üçlemesinin de (2. ve 3. kitap arasında 2.5 nolu novella var) sadece 2. kitabı bulunuyordu elimde, okumaya karar verdiğimiz için 1. yi de sepetime ekledim. Neden 2 tane aldım Benim İçin Öl'ü ve okumaya karar verdik ifadesi neyi ifade ediyor açıklayayım :) 

İkizimle kitap okuma zevklerimiz hemen hemen aynı ve kitaplığımızda da okunacak birçok ortak kitabımız var. Ve kitap okurken birbirimize mesaj atıp, alıntılar yollayıp, karakterleri çekiştirmeyi çok severiz. Bu nedenle kitapları birlikte okumaya karar vermiş Gönlünü Kimseye Kaptırma kitabında bunu yapmıştık. 

Bu konuda zevklerimizin uyuştuğu ve çok sevdiğimiz arkadaşımız One Better Day  de bu okuma seanslarımızın daimi bir üyesi :) Tazecik blogger One Better Day'ciğimiz henüz faaliyete geçmese de sadece kitaplar değil, her konuda yazacak, kendisinin çok değişik ilgi alanları var, takip etmenizi öneririm ^^ 

Bu kitap ise bestfriendim Gamze için ^^  Kendisi Sinan Yağmur'u çok sever, tüm kitaplarını almış okumuştur. Sinan Yağmur'un yeni çıkan bu kitabını kendisine ben hediye etmek istedim :) 

Bu da kitaptan ufak bir alıntı...

Ve yine yeni siparişlerimden Harlequin Yayınları'ndan Jill Monroe'nun Savaşçı Ruh kitabı :) Türü Mystery ^^ 

Bu kitap da üçlü okumalarımızdan birinin konuğu olacak ve benim için yeri bambaşka bir kitap... 

Herkese bol kitaplı günler! 

(Evet, bu lafı daha önce de ikizimden çalmıştım -_- ) 

25 Aralık 2013 Çarşamba

Ateşböceğinin Şarkısı - Kristin Hannah /YORUM/ OKK 22. Blog Tur

Kitap Adı: Ateşböceğinin Şarkısı

Orijinal Adı: Fly Away

Yazar: Kristin Hannah

Çeviri: Solina Silahlı 

Yayın Evi: Pegasus Yayınları

Sayfa: 476

Seri: Ateş Böceği Yolu #2

Serinin Diğer Kitapları:

1- Ateşböceği Yolu

2- Ateşböceğinin Şarkısı 

Kristin Hannah konu olarak belli bir çerçevede yazar. Aile-Dram türünün başarılı bir temsilcisidir ve aile/dostluk ilişkilerini ele alır. Ancak bu güne kadar devam kitabı yazmayan yazar sevilen kitabı Ateşböceği Yolu'nun devamını getirdi. İlk kitapta ömür boyu dost olan (bana göre öyle olmasa da) Tully&Kate'in hikayesi anlatılıyordu. Kitap aslında Kate'i odak almış, onun hayatına daha fazla yer vermişti. Kate'in perspektifindendi daha çok olaylar. Onun yaşadıklarına, hayatının gidişatına daha fazla şahit olduk. Bu kitapta ise daha çok öncesinde onun tarafından bakamadığımız Tully'i ele aldık.

"Tully ve Kate. Neredeyse 30 yıldır birbirlerinin en iyi arkadaşlarıydı ve Tully olmasa Johnny hayatının aşkını bulamayacaktı."

Ateşböceği Yolu'nda akılda kalan çokça soru işareti vardı. Yazarın devam kitabı yazma ihtiyacını, okurken daha iyi anladım. İlk kitapta Tully'nin tarafında kalan boşluklar doldurulmuştu. -Gerçi ben yine sinir oluyorum kendisine o ayrı - 

Ben kitap boyu da bu yarım kalanları toplamaya odaklandım. 

Marah'ın peşinde sürüklenmek ilgi çekiciydi...  Yine gençliğin dönemsel idollerine göz attık... Ve daha bir sürü şeye.

Ve ilk kitabın belki de en merak ettiğim yarımlığı, Tully'nin annesi Cloud'ın hikayesi... 

Ateşböceği Yolu'ndan daha duygusal ve ağır başlı olan bu kitap türü sevenlere önerilir :)  

23 Aralık 2013 Pazartesi

Ateşböceği Yolu - Kristin Hannah / YORUM / OKK 22. Blog Tur

Kitap, Tully ve Kate’in neredeyse yarım asrı deviren arkadaşlığını konu alıyor. Kate ailesiyle sıradan bir hayat süren, dış görünüşüyle barışık olmadığı için pasif kalmış ama içten içe sevgi dolu bir kız. Tully ise zor bir hayat sürmüş. Önce hippi olan, sonra uyuşturucu bağımlısı olarak hayatına devam eden annesi, kızını büyükannesinin yanına bırakmış, ara ara hayatına olmadık yerlerden dalsa da asla Tully'e annelik yapmamış.  Tully, büyükannesini ne kadar sevse de, annesi tarafından sevgi görmemeyi asla kabullenememiş. Sevgiye aç, ama nasıl sevileceğini bilmeyen, popüler; acılarını makyaj, iyi bir giyim ve soğuk görünüşle kapayan bir kız. Tully’nin yardıma muhtaç olduğu bir gece Kate’in ona yardım etmesiyle iki kızın arkadaşlığı başlar... 

    

70’li 80’li 90’lı yılları birlikte geçirirler. Bu yıllara şahit olmak benim için ayrı bir zevkti, ilgiyle okudum. Bu yıllar inişli çıkışlıdır oldukça. Kitap ömür boyu dostluğu kon alıyor gibi lanse edilse de kişisel olarak ben bir dostluk görmedim. Bir nevi ihtiyaca bağlı bir bağımlılık gibiydi ilişkileri. Bir tarafta popüler olmayan ama ailesi tarafından ilgi ve sevgi gören, içindeki sevgiyi paylaşacak bir arkadaşı olmayan Kate, diğer tarafta popüler ama ailesinden ilgi ve sevgi görmeyen, terk edilmişlik ve değersizlik hisleriyle dolu Tully.  Sanki bir kilit ve anahtar gibi birbirlerine uyuyorlar. Böyle durumdaki kişiler arkadaş olamaz dediğimden değil. Hayatları Tully’nin hainlikleri ve Kate'in yüce gönüllülüğüyle geçiyor. Kitap başında, Tully’e yaşadıkları nedeniyle sempati besleyip anlayış gösteriyorsunuz. Sevgisizliğini iş başarısı, zenginlik ve popülerlikle kapatmaya çalışmasına buruk bir gülümsemeyle bakıyorsunuz ancak yıllar geçtikçe ve yaptıklarını gördükçe o kendini beğenmiş, inatçı, geri adam atmayan bencilliğinde boğulmaya başlıyorsunuz... Dostuluk değil ama bir bağımlılık hikayesi bana göre...

Kitabı sevmedim mi? Sevdim. Hele de normalde aile-dram sevmeyen, sıkılan biri olarak soluksuz okudum, merak ettim. Yeri geldi çıldırdım , isyan ettim, Tully'i öldürmek istedim, sevindim, üzüldüm ve etkilendim. Kristin Hannah sevenleri anladım... Türü sevmeyenler yaklaşmayabilir, anlarım; ama türü sevenler tanışmamışsa çok yazık. Bu türde sıkılmadan, severek okuduğum, hiçbir sayfası boş geçmeyen nadir kitaplardan oldu.

P.S: Kate’in kızı Marah‘nın hikayesini de çok merak ettim. Henüz küçük olmasına rağmen, ilgi çekici karakterlerdendi.

PUANIM: ♥♥♥♥ 

ALINTILAR

Kate'te bizi gördüğüm kısım :)

"İnanmıyoruuuuum!" dedi Kate tuhaf bir sesle. "Bunu okumalısın."

Tully, üzerinde basit desenleri olan su yatağına doğru yürüyüp Kate'in elindeki romanı kapağından tuttuğu gibi odanın karşısına fırlattı. "Yanında kitap getirdiğine inanamıyorum."

"Hey," dedi Kate oturmaya çalışarak; "saçları dalga dalga dökülmüştü. " Wulfgar tam da kızı yatağa atmaya çalışıyordu. Ne olduğunu öğren..."

"Kate, partiye gideceğiz..." 

---

Ya bir gün bütün dünya Tully'yi sevdiği halde bu yine de ona yetmezse ne olacaktı?

---

Alevleri yalnız başına izleyecekse dünyayı kasıp kavurmanın ne anlamı vardı?

---

Ve ikilinin kitap boyu sürdürdükleri replik:

"Sen olmasan ben ne yapardım, Tully/Kate?"

"Neyse ki bunu asla öğrenmek zorunda kalmayacağız."  

20 Aralık 2013 Cuma

OKK 22. Blog Tur: Ateşböceği Serisi - Kristin Hannah

Okuyan Kızlar Kulübü 22. Blog Tur Konuğu Pegasus Yayınları'ndan çıkan Ateşböceği Serisi! Kristin Hannah birçok okuyucunun gönlümü fetheden bir yazar. OKK olarak; 2013 yılı turlarını böyle bir yazarla kapatmak ayrı bir mutluluk sevinci.

Kitaplarımızı Tanıyalım:

Ateşböceği Yolu

"Bu muhteşem romanın sayfalarını çok hızlı geçmek istemeyeceksiniz. Kapıyı kilitleyin, telefonunuzu kapatın, ve yanınıza bir paket mendil alıp koltuğunuza yerleşin. (Sonra uyarmadı demeyin.) Kristin Hannahdan başka hiç kimse kadınların dostluğunu tüm acısı, tatlısıyla bu kadar güzel yazamazdı. Harika bir yazar."Susan Elizabeth Phillips"Ateşböceği Yolunda Kristin Hannah sevgi ve sadakat üzerine keskin ve unutulmaz bir roman yazmıştır."Jacquelyn Mitchard"Kristin Hannah 70 ve 80lerin heyecanını ve enerjisini ortaya sermektedir ve bunu öyle bir derin seviyede yapmaktadır ki okuyucuları iki kadın arasındaki dostluğun tam kalbine taşıyor. Ateşböceği Yolu bir şaheser."Elin Hilderbrand"Hayatımızdaki en önemli şeylerden biri olan ebedi dostluk üzerine dokunaklı, enfes bir roman."Elizabeth Buchan"Ateşböceği Yolu okumayı neden sevdiğimizi bize bir kez daha hatırlatıyor."Patricia Gaffney

Ateşböceği Şarkısı

Ateşböceğinin unutulmaz hikâyesi devam ediyor...Uzun zaman önce, hayatımın en kötü gecesinde Ateşböceği Yolu denen kapkaranlık bir sokakta yapayalnız yürürken ruhuma dokunan biriyle karşılaştım.O gün bizim başlangıcımızdı. Aradan otuz yıl geçti... Tully ve Kate. Sen ve ben dünyaya karşı. Seninle sonsuza dek dost kalacağız. Ama her hikâyenin bir sonu vardır, değil mi? Bir şekilde yola devam etmen gerekir.Geçmişi yaralarla dolu Tully...Fedakârlığıyla etrafına ışık saçan Kate...Onların dostluğunu ölüm bile bozamaz."Ailesi için büyük bir savaş verenlerin hikâyesi... Ateşböceğinin Şarkısı sizi çok şaşırtacak."-Publishers Weekly-"Derin ve etkileyici karakterlerin olduğu duygu dolu bir roman..." -Wisconsin Book Watch-"Fedakârlığı, sevgiyi ve affetmeyi Kristin Hannah kadar güzel anlatabilen başka bir yazar yok."-Kristine Huntley-

OKK Tur Takvimi:18 Aralık 2013Duyuru - Takvim - ÇekilişPudra TozuKütüphanemden Kitap ManzaralarıThe Reading LadyFighting!!Kitap Tutkusu

19 Aralık 2013

Okuyucunun Gözünden Kristin Hannah - Fighting!!70,80,90’lar Modası - The Reading Lady

20 Aralık 2013Ailelerin İdol Düşmanlığı - Ergenlerin İsyanı - Pudra TozuKate'in İzinde Göğüs Kanseri - Kütüphanemden Kitap ManzaralarıYalnız Bir Babanın Yemek Tarifleri - Kitap Tutkusu

21 Aralık 2013Ateşböceği Yolu YorumPudra TozuKütüphanemden Kitap ManzaralarıThe Reading LadyFighting!!Kitap Tutkusu

22 Aralık 2013Yurtdışı Kapakları - Fighting!!Lady Shalotte Efsanesi - Kitap Tutkusu

23 Aralık 2013Ateşböceği Şarkısı Kitabında Geçen Şarkılar - The Reading Lady1950'lerde Ten Farkı Irkçılık - Pudra Tozu

24 Aralık 2013Ateşböceği Şarkısı YorumPudra TozuKütüphanemden Kitap ManzaralarıThe Reading LadyFighting!!Kitap Tutkusu***2 şanslı kişiye Ateşböceği Serisi HediyeÇekiliş için tıktık

  

'na teşekkürler ^^

Hocaefendi dün neredeyse bugün de orada

İslâm hukukçusu Ahmet Kurucan, 15 günde bir Fethullah Gülen Hocaefendi’yi ziyaret ettiğinde yaşadığı hissiyatı, veciz bir dille Zaman’ın yorum sayfasındaki köşesinde sevenlerine aktarıyor. Bu özel anlar, yayımlanmayan başka yazılarla birlikte iki kitaba dönüştü. Önce ‘Huzurdan Esintiler’ sonra da ‘Bize de Çekmek Düştü’ ismiyle Işık Yayınları’ndan çıkan kitapların yazarı Ahmet Kurucan, o manevi iklimi ve Hocaefendi’yi anlattı.Zaman’ın yorum sayfalarını takip edenler iyi bilir. İslam hukukçusu Ahmet Kurucan, 15 günde bir Fethullah Gülen Hocaefendi’yi ziyaret ettiğinde yaşadığı hissiyatı, veciz bir dille sevenlerine aktarıyor. Bu özel ziyaretler başka yayınlanmayan yazılarla birlikte önce ‘Huzurdan Esintiler’ sonra da ‘Bize de Çekmek Düştü’ ismiyle Işık Yayınları’ndan çıkan iki kitapla okuyucularla buluştu. Kitapların yazarı Ahmet Kurucan, o manevi iklimi ve Hocaefendi’yi anlattı…Hocaefendi’nin Fasıldan Fasıla kitap serisini de sohbetlerden aldığınız notlarla siz kitaplaştırmıştınız. ‘Huzurdan Esintiler’ ve ‘Bize de Çekmek Düştü’ kitaplarının nasıl ortaya çıktığını anlatır mısınız?Fasıldan Fasıla kitapları, ders ve sohbetler esnasında defterlere aldığım küçük küçük notlardan ortaya çıkmıştı. Hocaefendi’nin sözlerini birebir, bağlamından koparmadan paragraflar halinde aktarmıştık. Bu iki kitapta ise konseptiyle beraber yorum getirerek yazdım. Haftada bir kez Hocaefendi’yi ziyaret etmeye çalışıyorum. Bir gün 5-6 kişi dar bir dairede Hocaefendi’nin yanındayken yaptığı bir konuşmadan çok etkilendim. Bu sohbet sözde kalmamalı diye gözyaşları içinde önce ‘Ah Müslümanlık ah’ yazısını başka bir zaman da ‘İnanmayacaklar’ yazısını kaleme aldım. Bu iki yazımda okuyuculardan müspet manada o kadar çok tepki aldım ki ben de şaşırdım. Gazetedeki editörümüz de artık bu minvalde yazılar yazmamı isteyince bu yazılar başladı ve okuyucularımızın da duasıyla kitaplar ortaya çıktı.Bu yazılarla gönüllüler hareketine gönül veren binlerce insana da içeriden bir göz oldunuz. Oradaki hissiyatınız nasıldı?Benim tasvir etmeye çalıştığım, milletin görmediği Hocaefendi’yi anlatmamda yüzde 50 belki daha fazla oranda kırılmalar yaşanıyor. Hani derler ya yaşamayan bilmez diye, o hissiyatı tatmak lazım. Ben azami derecede tattırmaya çalışıyorum ama ne kadar başarılı oluyorum bilemem. Bir de herkesin istifadesi kendi ufku kapasitesi nispetindedir. Benimki deryada olduğu halde damlayı tatmak için uğraşan insanın mücadelesinden ibaret. Aslında ben hiçbir şey anlatmıyor bile olabilirim.Hocaefendi’nin bir dinî lider yönü var bir de dünya çapında kabul görmüş bir harekete fikrî rehberlik yapan yönü var. Foreign Policy Dergisi’nin dünyanın ilk 100 entelektüel sıralamasında da Hocaefendi birinci olmuştu. Fakat Türkiye’deki önyargıları göz önüne alırsak bu anlaşılamama ve anlaşılma arasındaki uçurumu nasıl açıklarsınız?Ben 14 yıldır yurtdışında yaşıyorum. Batı, öncelikle ortaya koyduğunuz ürüne ve düşünceye bakıp öyle değerlendiriyor. Özgürlük hakkındaki düşüncelerini, özgürlük deyince dünyada akla gelen John Stuart Mill’in görüşleriyle mukayese eden akademik makaleler yazıyor. Çağ ve Nesil serisindeki makalelerin ahlak ile alâkalı söylemlerini Kant’ın ahlak felsefesiyle kıyas ediyor ve panellerde tartışmalara konu yapıyor. Hocaefendi’yi bir felsefî düşünür olarak değerlendiriyor. Vaizlik ve sivil topluma rehberlik yönüyle söylemiş olduklarını da farklı değerlendiriyor. Türkiye’de ise Hocaefendi’ye sadece bir imam gözüyle bakıp -o imamlık başımızın tacıdır- küçümsüyorlar. Aradaki ciddi uçurum bence meseleyi değerlendirmedeki kıstas farklılıklarından kaynaklanıyor. Meseleye şöyle bakmak lazım; karşımızda bir tane Hocaefendi yok. Bir tarafta bir düşünür var ve eserleri meydanda. Öte yanda bir din âlimi olan; fıkhıyla, tefsiriyle, hadisiyle Osmanlı’nın son dönemindeki ulema geleneğinin uzantısı olan, her ilim dalında uzman derecesinde konuşabilen bir din âlimi var. Bütün bunların ötesinde Kur’an, sünnet ve 15 asırlık geleneğiyle asrın idrakine İslam’ı anlatan, proje üreten biri var. Ayrıca bir sivil topluma, manevi anlamda kanaat önderliği yapıyor. Hocaefendi’nin her kitabında farklı bir yönünü görebilirsiniz. Ben Türkiye insanının genel manada “Hocaefendi kimdir?” sorusunda bu ayırımı yapabildiğini sanmıyorum.Alanında uzman birçok Batılı insanı Hocaefendi’yle tanıştırıyorsunuz. O buluşmalarda neler dikkatinizi çekiyor?Sosyal bilimlerde profesör olan iki insanı Hocaefendi’yle tanıştırmıştık. O profesörler Hocaefendi’ye “Biz iki yıldır bu hareket üzerinde çalışıyoruz. Türkiye’ye de gittik. Biz size ‘Gülen Hareketi nedir? Fethullah Gülen kimdir?’ bunları anlatalım. Tespitlerimizi doğru mu yapıyoruz bize söyleyin.” dediler ve algılarını anlattılar. Bu çok ilginç bir tecrübeydi benim için. Çünkü Hocaefendi’ye Fethullah Gülen’i anlatıyorlardı. Sonrasında “Evet ne düşünüyorsunuz?” dedikleri zaman Hocaefendi çok çarpıcı bir şey söyledi: “Ben Gülen Hareketi tabirini kabul etmiyorum. Benim inancıma göre bu ifade şirktir. Yüzlerce milyonlarca ismini bile bilmediğim insanın bu hizmette alın teri, emeği var. Onların yapmış olduğu faaliyetleri benim soy ismimle bana mâl ediyorsunuz.” O sosyal bilimci şöyle dedi: “Efendim iyi ama biz bu sivil toplum kuruluşlarını izliyoruz. Ben bu işte profesörüm ve hayatım bununla geçti. Hareket, sivil toplum kuruluşu olarak yaptığımız tasnifteki hiçbir kategoriye girmiyor.” Hocaefendi gülerek “Mecbur muyuz?” dedi. Profesör, “Hayır mecbur değilsiniz ama biz de size bir isim koymak istiyoruz. Bize yardımcı olur musunuz?” deyince Hocaefendi, şu ifadeyi kullandı: “Yüksek insani değerler etrafında birleşmiş insanların hareketi”. Biz daha sonra hizmetin felsefesini oluşturan bu ifadeyi Teksas’ta bir kurumumuzun mottosu yaptık.Hocaefendi’nin etrafında birçok hüsnü teveccühte bulunan insan olmasına rağmen yalnız olan bir yönü de var, değil mi?Ben bunu ‘Dayanılmaz yalnızlık’ başlığıyla yazmıştım. Gerçekten insani bir zaviyeden baktığımız zaman sıradan bir insanın dayanamayacağı bir performans sergiliyor. Günün sadece 5-6 saatini insanlarla beraber gerisini ise dertleri ve ızdıraplarıyla dört duvar arasında Rabb’iyle yalnız geçiriyor. Bu insan dünyanın dört bir yanındaki hizmetlere fikri manada öncülük yapıyor. Düşüncelerinin, ortaya koyduğu proje ve planların anlaşılamaması da apayrı bir yalnızlık. Bazıları diyor ya ‘Niye Amerika’da?’ Hocaefendi Türkiye’de de olsa böyle bir hayat yaşayacaktı. Nitekim 1999 yılına kadar da böyle bir hayatı vardı. Sadece vaazları için ve zaruri işleri için dışarıya çıkıyordu. Yine dört duvar arasındaydı. Öyle ‘Sıkıldım, bir kordon boyuna gideyim, rahatlayayım’ durumu hiç olmadı ki. Milyonlarca seveni olan biri ama insani olarak dertleşeceği bir ortamı yok. Son kalp rahatsızlığında da odasında tek başınaydı. Ama onun felsefesi ‘Sırat dünyada geçilir, ahirette değil.’ Onun için zehir zemberek hayata katlanmayı kendi iradesiyle arzu ediyor. Zaten son söylediklerinde de kendi ruh halini özetliyor: “Dedem, babam, annem, ninem ve kardeşlerim bir anda ölseler, bana bu son yaşadığım hadiseler kadar sıkıntı veremez. Her gün sabah akşam dostun attığı güller de düşmanın attığı gülleler de hançer gibi bedenime saplanıyor.”Hocaefendi, ‘mâlikânede yaşıyor’ diyenlere cevap verdi fakat siz kendi gözlemlerinizle ne dersiniz?Eğer malikâne bizim bildiğimiz manada villalar, yalılarsa yaşadığı yerin böyle bir şey olmadığını giden gelen herkes biliyor. Son 14 yıldır yaşadığı iki katlı küçük hatta çoklarımızın evinden daha hırpani bir binada yaşayan bu insan, ilgili vakfa kaldığı yerin değerinin çok çok üstünde olarak aylık kirasını ödüyor. Ziyaretçilerin çokluğu ve ihtiyaçtan dolayı biraz daha büyük bir bina yapıldı. Oraya da gelsin görsünler neresi malikâneymiş. Mâlikâne diyen insanlar bence zulmediyorlar, iftira atıyorlar, yalan söylüyorlar. Burada iyi niyet varsa saflıklarına vermek lazım ama iyi niyet değil itibarsızlaştırma ve kara propaganda söz konusu ise Cenab-ı Hakk’a karşı çok ciddi hesap verirler. Hocaefendi 14 yıldır orda ben kalıbımı basarım 14 defa evinin arkasındaki gölü gezmeye gitmemiştir. Sağlık sorunları ve zaruri ziyaretler dışında hanesinden dışarıya 14 kez çıkmamıştır. Tamamen gönüllü bir tecrit ve sürgün hayatı yaşıyor. Doktorlar tabii olarak D vitamini için 10 dakika güneşte yürümesi gerektiğini söylüyor ama bunu bile yapmıyor. Çok fazla yürüyemediği için eklemlerinde rahatsızlıklar oldu. Sizce bu rahatlık mı? Özellikle bu tür ifadelerin dost çevrelerden gelmesi çok yaralayıcı. Biz hizmet olarak durduğumuz yerde duruyoruz. Hocaefendi dün nerdeyse bugün de orada.Hocaefendi’nin son zamanlarda yaşananlara karşı üslubu “Size mızrakla gelene siz iğneyle bile mukabelede bulunmayın.” oldu. Fakat binlerce seveninin kalbi çok kırık ve bu yüzden üslupta ölçü kaçıyor mu?Son günlerdeki gelişmeler ekseninde üçüncü şahısların bir şey konuşmasına gerek olmayacağı ölçüsünde zaten Hocaefendi konuştu. 35 yıldır Hocaefendi’nin yanında olmaya çalışıyorum. Hiçbir dönemde bu kadar kendini öne attığını görmedim. Onun için “Şöyle diyor, şöyle demek istedi” diye savunmaya gerek yok. Son 4-5 bamtelini dinleyenler, Hocaefendi’nin üslupta ve bu saldırıları reva görenlere karşı mukabelede nerede durduğunu görebilirler. Buna isterseniz imanın ve ilmin irfan boyutunda yansıması diyebilirsiniz. Bu üslubun dışına çıkan çerçevedeki davranışların ne Hocaefendi’ye ne de Hocaefendi’yi dinleyen camiaya mâl edilmesi doğru değildir. Zaman sadece bugünle sınırlı değil. Bugünün yarını var, yarın da Hakk’ın divanı var. Bunların hepsi karşımıza çıkacak...

19 Aralık 2013 Perşembe

İspanya bahçesinde Endülüs şarkısı

Batı Roma, 476’da, ardında onlarca başıboş toprak bırakarak tarihe gömülmüştü. Kuzeyden Afrika’ya doğru yayılan Vizigotlar, bu siyasi boşlukta İberya’nın (İspanya&Portekiz) hakimiyetini almış, ülkeyi iki asır boyunca kâh kılıçla kâh kanunla yönetmişlerdi. 8. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, Tarık bin Ziyad komutasında binlerce Mağripli asker ‘gemileri yakmak’ pahasına, Herkül Sütunları’nın diğer yakasına, ‘vandallar diyarı’ manasına gelen Endülüs’e geçmişti.Tarık bin Ziyad’ın “Görüyorsunuz, arkanızda deniz, önünüzde düşman. Kaçacak yerimiz yok. Sabır ve sebattan başka yapacağımız bir şey yok.” inancı ve Vizigotlar’ın siyasi kavgaları sayesinde birkaç yıl gibi kısa bir sürede tüm İberya’yı alıp, Paris yakınlarına kadar ilerlemişlerdi. Payitahtı Kordoba olan bir devlet kurulmuş, kültür, bilim ve sanat alanındaki varlıklarıyla tarihte unutulmaz bir yer edinmişlerdi. Kordoba’ysa, yüz binleri aşan nüfusuyla Batı Avrupa ve Kuzey Afrika’nın ağırlık merkezi olmuş, dönemin ulu şehirleri Bağdat ve İstanbul’un seviyesine ulaşmıştı.KordobaTablo şehir, KordobaTablo gibi bir şehir Kordoba. Sarı badanalı evleri, minik taşlarla döşeli dar sokakları, ansızın çıkılan küçük meydanlarıyla bir ‘mahalle’ burası. Turizm uğruna yaşam alanlarında, ‘rant’a taviz verilmemiş henüz. Arapçada ‘büyük vadi’ anlamına gelen Guadalquivir Nehri, Kordoba’yı ikiye bölüyor ve şehrin önemli bölümü nehrin kuzey kısmında yer alıyor. Karşı yakada durup şehre bakıldığında, sarı sıcak bir masal diyarında buluyor insan kendini. İki yakayı bağlayan San Rafael Köprüsü’nün ucundaki ‘Köprü Kapısı’, payitahtın giriş kapısı. Kapının ardında, devasa Mezquita, şehrin en görkemli yapısı olarak karşımızda yükseliyor.Endülüs’ün Ulucami’si olarak bilinen mâbet, bugün Kordoba Katedrali olmasına rağmen ‘Mezquita/Mescit’ ismini taşıyor. Devletler dönüştürmeye çalışsa da, zaman izleri silmiyor; Kordoba Katedrali ‘Mezquita’da olduğu gibi. Endülüs bu yönüyle biraz da Anadolu’ya benziyor.KordobaPayitahtın Ulucami’si olması münasebetiyle devlet erkânının merkez cami olarak kullandığı Mezquita, yüzyıllardır korunan sütunları, eşsiz kemerleri, zarif süslemeleriyle zamanda yolculuğa çıkarıyor. Mâbede adım attığında insan, kendini bir sütun ormanında buluyor. İçine sonradan inşa edilen kilise ve süslemeleriyle oldukça değişikliğe uğramış olsa da, cami olduğu yıllara yolculuğa çıkaracak çok sayıda eseri koruyabilmiş. Kilise ve cami izlerini birlikte yaşatmaya çalışan ulu mâbedin kare avlusunuysa sıra sıra portakal ağaçları süslüyor. Mezquita’nın yapımına Anadolu’nun da eli değmiş, Bizans gönderdiği mozaikleriyle katkıda bulunmuş.Granada’da kör olmakİberya’nın kuzeyindeki Katolik beylikler, zamanla güçlenip, birlikte hareket etmeye başlamıştı. ‘Yeniden fetih’ dedikleri düşünceyle tüm İberya’yı Katolik tek bir yönetim altına almak istiyorlardı. Güçlenen Kastilya ve Leon’un birleşme kararına birkaç asır sonra Aragon da katılmış, 700’lü yıllardan itibaren toprakların hâkimi Endülüs, zamanla Granada ve çevresine sıkıştırılmıştı. Askeri zayıflamanın hızlandığı bu dönem, sanatın zirveye ulaştığı günlerdi. Endülüslüler, İs­lam sanat ve estetiğinin doruğa ulaştığı bu ruhu, El Ham­ra Sarayı’nın duvarlarına ‘Lâ gâlibe illâllah’ (Allah’tan başka galip yoktur) ayetini işleyerek göstermişti.İspanya’nın zirvesi Sierra Nevada’ya sırtını dayamış, Granada’yı biraz tepeden seyreyleyen, bin bir gece masallarındaki efsanevi saraylardan biri El Hamra. ‘Nar’ diyarının kızıla çalan bu sarayı, yeryüzünün günbatımına en yakışan noktası. Yahya Kemal Beyatlı’nın mısraındaki gibi, “Şevk akşamında Endülüs üç defa kırmızı...” El Hamra, her duvarında yazılı ‘Lâ gâlibe illâllah’ ile Cennetü’l-Arif’ine (sarayın meşhur bahçesi) huzur almaya gelenleri geri çevirmeyip, âlemin tüm renkleri arasında şükre vesile oluyor.GranadaEl Hamra’ya paralel tepeyse, Albayzin semtine (nam-ı diğer Müslüman mahallesine) mekân olmuş. Yolu Endülüs’e düşenler, kızıl kiremitli beyaz evleri, mor çiçeklerle süslü dar sokaklarıyla bu semte, Gırnata’nın kokusuna vurulup hülyaya dalmak için muhakkak uğramalı. Hem de El Hamra’ya nazır flamenko dinleyip, İspanyol bahçesinde Endülüs raksına iştirak etmeli. Meksikalı şairin dediği gibi, “Ona sadaka verin bayan, bu dünyada, Granada’da kör olmak kadar kötü bir şey yok.”Yıl 1492; son Endülüs hükümdarı, bir kayanın üzerine çıkar ve El Hamra’ya son kez bakar. Gözü yaşlı, dudaklarından şu sözler dökülür: “Elveda El Hamra, elveda Endülüs.” Artık İspanya’nın birliği sağlanmış, Müslüman ve Yahudiler, çıkarılan kanunlarla ya din değiştirmeye ya da yeni İspanya’yı terk etmeye zorlanmışlardı. Akdeniz’deki liman şehirleri yüzlerce gemiyle Moriskoları (Endülüslü Müslümanlar) karşı kıyıya taşımaya başlamıştı. İspanya topraklarında bir Endülüs şarkısı çalmıştı, yıllarca dillerden düşmeyecek... Ve İspanyol kraliçe İsabel, son Endülüs Granada’da, Hindistan yolculuğunda masrafları karşılaması için yardım istemeye gelen Kristof Kolomb’a mali destek sağlamıştı. Kolomb, bilmeden yeni dünyayı keşfedecekti!..GranadaUlaşım-konaklama10 milyon nüfuslu Endülüs, bugün aynı isimle İspanya’nın 17 özerk bölgesinden biri. İstanbul’dan Endülüs’ün Malaga şehrine direkt uçuşlar var. Şehirlerarası ulaşımdaysa Alsa, Comes gibi otobüs firmaları kullanılabileceği gibi, büyükşehirler arasında trenler de tercih edilebilir. Otobüs seferlerinin hem daha sık, hem de fiyatlarının da uygun olduğunu belirtmek gerek. Kordoba ve Granada’da şehir içi ulaşımda otobüs ve minibüsler kullanılıyor. Lakin, amaç şehri tanımak olunca, ulaşım araçlarına pek ihtiyaç duyulmuyor. Şehirlerin tarihi kısımlarında çok sayıda hostel/pansiyon var, ‘sırt çantalılar’dansanız, bunlardan birinde konaklamak masrafları azaltacaktır. Fiyatlar, gecelik 12-15 Euro’dan başlıyor. Bu arada, El Hamra Sarayı’nın önünde oluşan uzun kuyruğa takılmamak adına giriş biletinin internet aracılığıyla önceden alınması tavsiye ediliyor. Şayet şanslıysanız, oraya vardığınızda gişede sizden başka kimse de olmayabilir tabii...

En Güzel Hediye Kitap Diyen Kim Mi?-6

Blogum'un altıncı çekilişini de yapmış olmanın mutluluğu ile yazıyorum bu satırları:) Bakalım altıncı ve onbirinci Kitap Bağımlısı kimmiş? Şimdiden keyifli okumalar!Kazanan Kişi:Altıncı yorumu yapan  Tuğçe AÇIK oldu. Tebrikler...Kazanan Kişi:Onbirinci  yorumu yapan  Sevgi AYDIN oldu. Tebrikler...

17 Aralık 2013 Salı

YALANCILAR KULÜBÜ KURAL #1: Gönlünü Kimseye Kaptırma - Celeste Bradley

Kitap Adı: Gönlünü Kimseye Kaptırma

Orijinal Adı: The Pretender

Yazar: Celeste Bredley

Çeviri: Başak Yenici

Yayın Evi: Epsilon Yayınları

Sayfa: 432

Seri: Liar's Club / Yalancılar Kulübü #1

Serinin Diğer Kitapları:

1- The Pretender /Gönlünü Kimseye Kaptırma (Simon Montague Rain&Agatha Cunnington)

2- The Impostor /Hayallere Kapılma (Dalton Montmorecy&Clara Simpson)

3- The Spy  (James Cunnington&Phillipa Atwater)

4- The Charmer (Collis Tremayne&Rose Lacey)

5- The Rogue  (Ethan Damont's&Jane Pennington)

Daha okumadan benim için ayrı bir yere sahipti bu kitap. Uzaktan uzağa, aşk yaşayıp, okumadan sevdiklerimden. Ki böyle bir beklenti normalde beğeniyi düşürür. Ancak kitap beni hiç hayal kırıklığına uğratmadı :)  O kadar lafını ettim ki kitabı blog ikizimle birlikte okuduk :) Buraya döneceğim, kitaba geçelim.

Agatha, sessiz sedasız ortadan kaybolan kardeşi James'i aramak için taşradan Londra'ya gelmişti; bekar bir bayan olarak seyahat etmek zor olduğundan kendine bir de koca uydurmuştu, Mortimer. Ancak Londra'daki bayanlar kocasını merak etmeye başlayınca, bu rolü oynayacak birine ihtiyaç duyar ve denize düşen yılana sarılır felsefesiyle,  evden içeri adımını atan ilk erkek olan baca temizleyicisinden medet umar. O baca temizleyicisini koca olarak eğitedursun, aslında Simon bir baca temizleyicisi değil Yalancılar Kulübü'nün ajanlarından biridir ve o da James'i aramaktadir.  İzlerin kendisini getirdiği yer ise James'İn metresi sandığı Agatha'nın evidir :) 

Olay içinde olay, yalan içinde yalan olan çok eğlenceli bir hikaye. 

Zaman zaman kendimden de parçalar bulduğum Agatha'ya bayıldım, harika bir esas kız. Aptal ve sıkıcı değil. Cesur, eğlenceli ve zeki. Üstelik ayakta kırk yalan kıvırabiliyor :) Simon ise kesinlikle kusursuz değil ama  kusurlarıyla birlikte mükemmel bir karakter. Yan karakterlere de ayrıca bayıldım. Yazar çok eğlenceli ve ince karakterler yaratmıştı.

Hem karmaşık aile ilişkilerini, hem Simon&Agatha ilişkisinin çalkantılı ve aşırı komik hallerini okuyor; diğer yandan Yalancılar Kulübü'nün o gizemli ve maceralı dünyasına adım atıyorsunuz. Oldukça ütopik olan yanları olduğunu kabul etmekle birlikle komik ve temponun hiç düşmediği eğlenceli bir hikayeydi. 

Bunların yanı sıra kitabın en sevdiğim yanı sorulursa "kurgunun orijinalliği" derim. Yazar ara sıra uçma pahasına da olsa çok alışılmadık ve beklenmedik bir hikaye yazmış, serinin diğer kitaplarının da konularına baktığımda yazarın bu çizgide devam ettiği görülüyor. 

Seriden bahsedersek, serinin 2. kitabı Hayallere Kapılma çoğu kişiden olumsuz tepki aldı gözlemlediğim kadarıyla, serinin devamı da henüz çıkmadı. Seri devam ettiği takdirde, 2. kitabı da okuyacağım, ancak serinin devamı gelmeden 2. kitabı okumak istemiyorum. 

Kitabı benim için zevkli kılan şeylerden biri de blog ikizimle bazı çağrışımlar katarak okumaktı :) Kullandığım fotoğraftaki en ufak ayrıntının bile benim için bir anlamı vardır...  

Blog İkizim Kitap Tutkusu'nun yorumu için TIKLAYIN!!! :) 

PUANIM: ♥♥♥♥♥

ALINTILAR

İkizimle en çok güldüğümüz kısımlardan biri: 

James garip bir şekilde kızardı. “Aggiee! O gün bazı kişisel olaylar olmuştu. Senin duymaman gereken şeyler.”

“Ah, o akşam metresinle altı saat geçirmiş olmandan mı bahsediyorsun? Dürüst olmak gerekirse James, koskoca altı saat boyunca ne yaptın merak ediyorum. Bu kadar uzun sürdüğünü bilmiyordum. Değil mi Simon?”  

Lokması Simon'ın boğazında düğümlendi. 

---

Dünyada kötülük de var. Bu kötülük sana değdiğinde seni değiştiriyor. Değerli bir şeyi kaybediyorsun. Güçlüysen bunun içinden bilgeleşerek çıkabiliyorsun, fakat çoğu zaman kaybediyorsun... 

Üslûbu namus bilmek

Haksızlığa, kötülüğe, iftiraya, yalana ve karalama kampanyalarına maruz bırakılsaydınız, nasıl bir tavır sergilerdiniz? Şüphesiz herkes kendince geliştirdiği bir yöntemi uygulardı. Ama İlahî beyan, “Rahman’ın has kulları o kimselerdir ki onlar yerde tevazu ile yürürler. Cahiller kendilerine laf atarsa ‘Selametle!’ derler.” buyuruyor.Fırtınaların sert estiği, değişik rüzgârlara maruz kalınan bir dönemden geçtiğimizi söylemek mümkün. Küçülüp büzüşen günümüz dünyasında, paranoya duygusunu tetikleyenler mi dersiniz, karalama kampanyalarıyla, hazır senaryolarla buna inanmaya müsait zihinleri aldatmaya çalışanlar mı?Son dönemde başta sosyal medya olmak üzere, yazılı ve görsel basında hizmet hareketiyle ilgili karalamayı esas alan ya da yanlış bilgiye dayalı ifadeler dikkat çekiyor. Üstelik bu iddiaları bir kaynağa dayandırma ya da ispatlama gereği duymadan... Zaten ortaya atılan şeyin, gerçek olup olmaması da önem arz etmiyor. Aslolan ne kadar çok kişiye ulaştığı ve ne kadar çok kişiyi inandırabildiği. Bir başka deyişle aynı yerde durmayanı, desteklemeyeni ya da aynı düşüncede olmayanı yıpratma ve gözden düşürme... Karalama kampanyalarının karakteristik özelliğidir; yalan, iftira, bozgun her türlü yol kullanılır, sahte deliller üretilir. Var olmayan her şey var gibi gösterilir. Psikiyatr Prof. Dr. Nevzat Tarhan, karalama ve kara propaganda olgusunu bir makalesinde şöyle açıklıyor: “Amaç gerçekleri değiştirme, inançları sarsma ve kamu efkarını karıştırmaktır. Kaynağı belli olmaz. Kaynak gizli kaldıkça yalanlar, rivayetler, dedikodular verimli sonuçlar verir. Maksat, muhatapları ruhî çöküntüye götürmek. Bu yöntemi uygulayanlar hiçbir ahlakî ve vicdanî sorumluluk duygusu taşımaz, akla gelebilecek her şeyi hedef olarak ele alırlar. Karalamada ana amaç, yerleşmiş bir inancı yıkmak. İnsanları şüpheli, kaygılı, mutsuz ve zihnî karışıklık içinde tutmak.”Böyle bir kampanyayı ‘kardeş’ bildiğiniz insanlar da yapabilir. İşte böyle bir zamanda gittiğiniz yollarda taşlar dizilidir. Adım atmanız, nefes almanız dahi imkansızlaşır. Gaye ve niyetlerinizin arasınıza tel örgüler çekilmiştir. Yolunuza devam etmeniz, içinde bulunduğunuz bu kabz halinden bir an evvel sıyrılmanız gerekir. Ne yaparsınız? Aynıyla mukabele mi edersiniz, yoksa önünüze konulan taşları tek tek kaldırıp, üslup ve seviyeden şaşmadan mücadele mi edersiniz?“Cahiller kendilerine laf atarsa ‘Selametle’ derler”Karalama, hakaret ve iftira karşısında herkes doğru veya yanlış, kendine göre bir yol belirleyip ona göre davranmayı tercih ediyor. Fethullah Gülen Hocaefendi ise bu konuda sadece itidal çağrısında bulunmakla kalmıyor, aynı zamanda maruz kalınan kara propaganda karşısında nasıl davranılması gerektiğine dair istikameti de belirliyor. “Rahman’ın has kulları o kimselerdir ki onlar yerde tevazu ile yürürler. Cahiller kendilerine laf atarsa ‘Selametle!’ derler.” (Furkan, 63) ve “Boş söz ve işlere rastladıklarında vakarla oradan geçip giderler.” (Furkan, 72) mealindeki âyet-i kerimeleri hatırlatıyor ve kötülüklere aynıyla mukabele etmemek gerektiğini vurguluyor Hocaefendi. Bunun yanı sıra insanların hatalarını arama, gizli hallerini araştırma, kabahatlerin izini sürme, kulağı olumsuz sözler için kullanma ve dili gıybetle, iftirayla kirletme gibi çirkin günahların, kuyruğunu dikip bir köşede sinsi sinsi bekleyen bir akrep gibi bazı mü’minlerin gönül hayatına nasıl zehir akıttığını anlatıyor. Bu sebeple de kimsenin günahının takipçisi olmamak, başkalarının hatalarını araştırmamak ve onların -amme hukukuna girmeyen- kusurlarına göz yummak gerektiğini ifade ediyor. “Önemli olan stratejik hareket ederek az zayiatla problemleri çözmeye çalışmaktır.” diyen Fethullah Gülen Hocaefendi, Mekke’nin fethine bakıldığında, Allah Resûlü’nün (sas) kan dökülmemesi, düşmanlıkların katlanmaması ve problemlerin yumuşakça çözülmesi adına gerekli olan her türlü tedbiri aldığını hatırlatıyor. “Yumuşak ve iyi muamele onları İslam’ın iyilik atmosferine çekmiştir. Ne ekerseniz onu biçersiniz. İnsan hep iyi şeyler hasat etmek istiyorsa, o zaman çevresine sürekli iyilik ve güzellik tohumları ekmelidir. Nefret ekip, muhabbet biçemezsiniz.” sözleri ise Müslüman’ın neye maruz kalırsa kalsın nefret, kin ve öfkeyle muamelede bulunulmaması gerektiğini gösteriyor.‘On defa düşünüp bir kez konuşmak gerek’Fethullah Gülen Hocaefendi, karalama, hakaret ve iftira karşısında Allah Resûlü’nün yoluna tabi olan Müslümanların çok daha akıllıca hareket etmeleri, her adımı düşünerek atmaları, bir söz söylemeden önce o sözün geriye nasıl döneceğini ve karşı tarafta nasıl bir his uyaracağını hesap etmeleri gerektiğini vurguluyor: “Konuşmadan önce kazanım ve kayıplar iyi hesap edilmeli ve on defa düşünmeden tek bir söz söylenmemeli. Hele bulunduğu konum itibarıyla bir heyeti temsil eden insanların bu konuda daha hassas davranmaları gerekir. Zira onların yapacağı bir hatanın cezasını temsil ettikleri heyetin bütünü çeker.” Yapılan kötülüklere mukabelede bulunurken, karşısındaki ne kadar çirkef ve saldırgan olursa olsun, insanın kendine yakışan şekilde davranması, mü’mine yakışır bir mücadele tavrı ortaya koyması Hocaefendi’nin gösterdiği bir diğer düstur. Ona göre, yapılması gerekli olan hareket tarzı, üslubu namus bilerek dinin temel esaslarına bağlılık içinde saldırıları bertaraf etmek. Hakkı müdafaa ederken karakterin gereği olan üsluptan taviz vermemek, saldırılar karşısında sabır ve üslupta kusur etmemek gerekiyor. Davayı, hakkı müdafaa ederken birine saldırma, naseza, nabeca sözler söyleme çözüm değil. Hatta birileri kalksa bu mevzuda size böyle sözler söyleseler bile. Bütün bunlar karşısında istikamet, sadakat, samimiyet, düşüncedeki iffet ve ismeti terk etmeden çok ciddi namuslu olarak meseleye öyle müdahale etmek, hakkın müdafaasını yapma çizgisinden ayrılmamak gerekiyor.Kişiye günah olarak her duyduğunu söylemesi yeterYrd. Doç. Dr. Alaattin Dikmen (Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Sosyolojisi Anabilim Dalı Başkanı): Karalama ya da kara propaganda kampanyalarında kişi ve grupların fikir, kanaat ve değer yargılarını değiştirmek, davranış tarzlarını istenen yönde etkilemek için telkin ya da tek yönlü haberleşme metotları kullanılır. Böyle bir yöntem düşünce ve tefekkürü ortadan kaldırır. Eğer fert, başka görüşlere hayat hakkı tanınmayan otoriter devletin hakimiyeti altındaki bir toplumda yaşıyorsa; doğrudan doğruya yönetici azınlığın talimat, fikir ve kanaatlerini aktardığı yayın vasıtalarının tesirinde kalır. Karalama kampanyası yapanlar rahatça yalan söyleyebilir. Yalan yanlış hikayeler uydurulur, istatistikler tahrif edilir, haberler, söylentiler yayılır. Yani bütünüyle gerçek değiştirilmeye çalışılır. Bu noktada karalamanın şiddetli tesirinden korunma için karşı propaganda (gerek istihbarat, gerekse telkin altında kalmama) hayatımızda mühim bir yer işgal etmeli. Kur’an-ı Kerim, karşı propaganda hususunda güven telkin etmeyen insanların getirdikleri haberi tahkik etmeyi emreder: “Ey iman edenler, eğer fasık birisi size bir haber getirirse onun iç yüzünü araştırın. Yoksa bilmeden bir millete fenalık edersiniz de sonra pişman olursunuz.” Allah Resûlü de bu çeşitten rastgele işitilen haberlerin yayılmamasını emreder: “Kişiye günah olarak, her duyduğunu söylemesi yeter.” buyuruyor. Kitlelerin bu yalan, iftira ve karalama karşısında gerçeklere ulaşması önemsenmeli. Bıkmadan, usanmadan, asla öfke esiri olmadan, gerçeklerin propagandasına, ifşasına çalışmak da önemli bir davranış.Karalama kampanyalarıyla mücadele için...-Ne olursa olsun ‘Selametle’ demek,-İlla bir şeyler yapılma ihtiyacı hissediliyorsa, dayatılan haberleri, yayınları birkaç farklı kaynaktan okumak,-Gündemdeki konuyu sadece sosyal medya ya da diğer medya organlarından değil de farklı alanlardan da araştırmak,-Hedefe alınan kitleyi tam ve doğru bilgilerle teçhiz etmek için ön almak,-Direkt ve endirekt metotlarla iftira ve karalama mesajlarını çürütmek, -Hedef kitleye mevcut karalamaların gerçek dışı, taraflı yönlerini vurgulamak, -Her türlü karalama ve kara propagandayı önlemeyi esas alacak yasal düzenleme ve bir plan doğrultusunda hareket etmek gibi yöntemler izlenebilir.

PUCCA- AY HADİ İNŞALLAH- PUCCA GÜNLÜK 4

    Dizüstü Edebiyat'ın en sevdiğim yazarı açık ara Pucca'dır. Biz Türk milleti olarak hepimiz bilir kişi gibi böyle kitapları daha basit, okunası bulmayıp çok kolay eleştirmemize inat ben arada kafa dağıtmak için böyle kitaplar okumaya bayılıyorum. O yüzden Pucca'nın yeni kitabı çıkar çıkmaz koşa koşa almaya gittim:)    Tarihimi de attım:)    Arka Kapak;    "Ne anneler, ne eski sevgililer ne de etrafta dolanan s...tükler! Bu kez başaracam, bu kez o duvağı takcam! Hiçbir şey önüme engel olamayacak...Sen bile! Kaderimde yokmuş, falımda çıkmıyormuş, o adam bana göre değilmiş...Hiiiiiiç anlamam, dinlemem, o adam buraya gelecek! Ayy hadi inşallah!"    "İskambil kağıtlarından ev yapıyorum kendime Vale'yi saklıyorum, Kız'ı kıskanıyorum, As'la hayaller kuruyorum. Hep bir şeyler eksik kalıyor, sayılar başımı döndürüyor. Fal bakıyorum maça aramızı bozuyor, papaz kaçıyor. Ve ben kağıttan evin içine bir türlü sığamıyorum..."    Bu kitabın okuyucularına bir uyarısı olsaydı, o da "Pucca bu, anılarını mutlaka okuyun ama sakın ola ilişkinizde uygulamayın!" olurdu...Sosyal Medya'nın kraliçesi Pucca, 4.kitabı Ay Hadi İnşallah'ta yine kadın zekasını, komikliğini, sinsiliğini, şaşkınlığını ve hani o bildiğimiz, "Ne onunla ne onsuz!" aşkı en yalın haliyle yazdı...Pucca'nın günlüğünde bu kez en bilinen aşkı Ceri ile olan hikayesini okuyacağız. Her durumdan bir kavga çıkaran, her kavgada ayrılan, her ayrılıktan 10 dakika sonra barışan Pucca ve Ceri'yi okurken, bakalım siz hangi tarafta yer alacaksınız?    Twitterdan hem Pucca'yı hem de Ceri'yi takip eden biri olarak bu kitabı okumak benim için inanılmaz keyifli oldu. Bazen birbirlerine laf soktular, kimi zaman anlaştılar, ara ara farklı tellerden yazdılar ama bu kadar özeli hep sırdı. Hatta bir ara ne yalan söyliyeyim ne kadar Ceri'nin hayali olsada dizi olayından sonra Ceri'yi takip etmeyi bıraksam da içten içe bu ilişkiyi merak etmiyor değildim:) Ama Pucca bu kitap sayesinde bana Ceri'yi sevdirdi o kıllı, vurdum duymaz görüntüsünün altında meğer bir melek varmışta haberimiz yokmuş:) Ay hadi inşallah 2014 onlara iyi gelirde en kısa zaman da evlenir Ceri'ye inat  Pucca ikiz bebek doğurur ben de ebesi olurum:)