16 Ocak 2016 Cumartesi

Bırakın sevsin yoksa bencil olabilir

Toplumdaki ayrımcılık ve ‘bize benzemeyeni dışlama' hastalığı birçokları için çocukluktan gelen alışkanlık. Zira ailelerin büyük kısmı, ‘Çocuğum o engelliyle aynı sırada oturmasın.', ‘Sınıfındaki yurtlu çocukla arkadaşlık yapma.' gibi cümlelerle kendi çocuklarına bencillik zehrini çoktan aşılamış oluyor.

Çocuğunuzu çok seviyor, onu zarar görebileceği her şeyden korumak istiyorsunuz. Evde gözünüzün önünden ayırmıyor, okula veya arkadaşlarının yanına gönderirken ardı ardına öğütler sıralıyorsunuz. Peki, siz de çocuğunuza ‘Sınıfındaki engelli çocukla aynı sırada oturma.' ya da ‘Okuldaki Suriyeli çocuklarla arkadaşlık yapma.' diyenlerden misiniz? Kaynaştırma eğitimiyle okula başlayan otizmli bir minikle sizin ‘normal' çocuğunuzun aynı sınıfta kalmasına itiraz mı ediyorsunuz?

Birçok kişi bu örnekleri acımasız bulabilir ancak evladını bu şekilde yetiştiren ailelerin sayısı maalesef hayli fazla. Zira toplumun ‘normal' modeli dışındaki insanları temsil edenlerin en büyük şikâyeti, okulda ailelerin ayrımcılığına maruz kalmak. Görme engelli, otizmli, down sendromlu veya diğer dezavantajlı yüzlerce çocuk, anne-babaların ayrımcılığı yüzünden yalnızlaşıyor.

Sadece onlar değil, yetiştirme yurdunda kalan hatta anne-babası boşanmış çocuklar da okul sıralarında dışlanıyor. Bugünlerde onlara eklenen diğer çocuklar ise Suriyeli savaş mağdurları. Temel eğitimlerini alabilmeleri için okullara yerleştirilen mülteci çocuklar, yaşıtlarının aileleri tarafından dışlanıyor. Ayrımcılık, bu öğrencilerin başka sınıflarda eğitim almaları için okul idaresine baskıya kadar gidiyor.

Bu muameleye maruz kalan çocuğun dünyasında nasıl yaralar açılacağı herkesin malumu. Ancak ailelerin kendi evladına karşı hassasiyeti diğer çocuktaki yıkımı görmezden gelmelerine neden olabiliyor. Peki, aslında iyiliğini istediğiniz evladınız bu tavrınızdan nasıl etkileniyor? Onu gerçekten korumuş oluyor musunuz? Bu soruları Uzman psikolog pedagog Halenur Kılıç'a sorduk.

Toplumdaki tek tip normal/sağlıklı insan modeli algısına dikkat çeken Kılıç, “Bunun dışındaki kişiler normal olmayan gibi görülüyor. Ne yazık ki çocuk eğitiminde de olumsuz yönlerini bu şekilde görüyoruz.” diyor.

Farklılıkları sorun olarak görmek çocukları da bu ortamda izole etme kaygısına düşürebiliyor. Bu kaygının çocuğu korumadığını, aksine kişilik gelişimine büyük zarar verdiğini söyleyen Kılıç, “Kendinden farklı olanı anormal görmek hatta bazen onların sevilmeye layık olmadığını düşünmek, çocuğu empati duygusundan uzaklaştırır. Tam tersine acımasız davranmaya sevk eder.” uyarısında bulunuyor.

Alay etme davranışı varsa kendinizi sorgulayın

Okulda bir hastalığından dolayı saçları dökülen ve bu nedenle şapka takan bir kız çocuğunun başından arkadaşlarının şapkasını çıkardığını ve ona güldüklerini anlatan pedagog Halenur Kılıç, “Bunu yapanlar 9-10 yaşında öğrenciler. Yani empatinin yerleşmeye başlaması gereken dönem.” diyor.

Çocuğun bu davranışının altında yatan ruh hali ise, ‘Hasta ve saçları yok, demek ki normal değil, demek ki ben onunla alay edebilirim, çünkü o sevilmeye değer biri değil' düşüncesi. Aileler, çocuklarını insanları yargılamadan, sınıflandırmadan, oldukları gibi sevmesi gerektiğini öğretmezse bu davranışlar neredeyse kaçınılmaz.

Kılıç, “Aynı dışlanma ve alayın etkilerini sınıfta kilo olarak diğerlerinden fazla olan çocuklar üzerinde de görebiliriz.” diyor ve ekliyor: “Alay etme, aşağılama, lakap takma gibi davranışları olan bir çocuğumuz varsa onu eğitirken neyi yanlış yaptığımızı sorgulama zamanı gelmiş demektir. Çünkü çocuklar büyüklerinin hareketlerini, sözlerini, davranışlarını taklit eder. Bu nedenle önce aileler hepimizin aynı olduğunu, birbirimizin haklarına saygı duymamız gerektiğini kabul etmeli.”

Çocuğunuzun sıra arkadaşı otizmliyse...

Ailelerin kaygılandığı konulardan biri de dezavantajlı çocuklarla arkadaşlığın kişilik gelişimine ve derslere etkisi. Örneğin çocuğunuzun otistik bir sıra arkadaşı olması onu nasıl etkiler? Pedagog Halenur Kılıç, bu soruyu şöyle cevaplıyor: “Aile, çocuğa her bireyin yaşama ve sevilme haklarından bahsettiyse, çevresinde etkileşim halinde olduğu her çocuk, aslında onun dünyasını zenginleştirir, gelişimine büyük katkı sağlar. Çocuklar her arkadaşından farklı şeyler öğrenir. Örneğin sınıfta otizmi olan bir çocukla yan yana oturan bir çocuk, onunla iletişim kurmaya ve arkadaşlık yapmaya çalışacaktır. Bu durum çocuğu geliştirir. Hayata o arkadaşının gözlerinden bakmaya çalışır. Otizm hakkında bilgisi artar, ufku genişler, empati duygusu artar. İleride daha duyarlı bir birey olur. Herkesin ortak ihtiyacının iletişim, etkileşim ve sosyalleşme olduğunun bilincine varır.”

9 Ocak 2016 Cumartesi

Evliliğinizi yorgunluktan nasıl kurtarırsınız?

Evlendikten iki-üç yıl sonra başlıyor şikâyetler: “Rutine dönüştü her şey, aşk-sevgi bitti, eskiden böyle değildi, eşimle yabancılaştık…” Bu demek oluyor ki, evlilikten yorulmuşsunuz hatta ilişkinizi depresyona sürüklemişsiniz. Bu durumda ne yapmalısınız?

Son dönemde ‘evlilik yorgunluğu', güçlü bir boşanma gerekçesi. Uzmanlar bunu ‘şiddetli geçimsizliğin şiddetsiz hali' şeklinde yorumluyor. Uzman psikolog Yasemin Eyüpoğlu, “Evliliği bir insanın varlığı gibi düşünelim. Doğar, büyür, gelişir, yaşlanır ve ölür. İlk günkü tazeliğini koruması zordur ve ilişkiyi genç tutmak için özen gösterilmelidir. Hoyrat davranılırsa 30 yaşındayken 60 yaşında hisseden bireylere dönüşülür.” diyor.

Uzman psikolog İsmail Kılınç ise evlilik yorgunluğunun uzun süren evliliklerde görüldüğünü söylüyor. Sevginin bitmesi, saygının azalması, beklentilerin karşılanmaması ve yerini büyük sorunlara bırakması, fedakârlık yerine menfaatlerin çatışmasıyla yorgunluk ayyuka çıkıyor. Kılınç, “Önce aşk, sonra sevgi biter. İlişki kangrene dönüşürse depresyon ve tükenmişlik sendromu çıkagelir. Evlilik, taşınamaz bir yüke dönüşür. Bu yorgunluğa düşen çiftler, ilişkiyi koruma ve besleme yoluna gitmezse yuvaları dağılabilir.” diye konuşuyor.

Yasemin Eyüpoğlu, evlilik yorgunluğunu olağan buluyor. Sorumluluklar, zorluklar, değişiklik arzusu evliliğin kaçınılmazı ancak ipuçları sezilince yorgunluğu gidermenin yolları aranmalı. İletişim sorunları başlamıştır, sorumluluklar yerine getirilmiyordur, çatışmalar artmıştır. Ya da evliliğin başından beri çözülemeyen sorunlar vardır. Tüm bunlar kişiyi halsiz bırakır. Bu yorgunluk hem sebep hem sonuçtur.

Eyüpoğlu, “Yorgun bir insan düşünelim. Öyle de yaşayabilir. Ama hayattan keyif almaz, iş verimi azalır, depresif yaşar. Yani evlilik de depresyona girer!” diyor.

Kılınç, yorgunlukla beraber çıkagelen yabancılaşmaya dikkat çekiyor. Evli çiftlerin bir nevi bekâr hayatı yaşadığını söylüyor. “Çoğu genç neden evlendiğini bilmiyor, sorumluluklarını fark etmiyor ve dünyada cenneti yaşamak istiyor. Beklentileri karşılanmıyorsa tatminsizlik başlıyor ve tehlike çanları çalıyor. İşte bu aşamada çatışma ve yıpratma kaçınılmaz.” diyen Kılınç'a göre iletişimin kesilmesi ilişkiye virüs girdiği anlamına geliyor. Problemler başarılı bir iletişimle çözülebilecekken birbirini dinlemeyip yargılama onları daha da çözümsüz hale getirebiliyor. Hiç sebep yokken aile içindeki ufacık sıkıntılar dağ gibi büyüyebiliyor.

‘Eskiden böyle değildi'

Eyüpoğlu, evlilik bağını tam kurmanın önemli olduğunu aktarıyor. Eş seçimindeki hatalar, kişisel kimlik sorunları, iletişim eksiklikleri beraberinde yorgunluğu getiriyor. Her şey yolundayken de ilişkiye doğru zamanda nefes aldırılmazsa da sorunlar baş gösteriyor. “Eskiden böyle değildi. Geçen yıla kadar aramızda bir şey yoktu. Eşim kendisini soyutluyor. Beni daha çok eleştiriyor.” gibi sitemler başlıyor. Bu noktada doğru müdahale yapılmazsa ilişki boşanmaya kadar gidiyor.

Uzman psikolog Kılınç'ın ifadesiyle ise boşanma son değil, en son çare ve hadisteki beyana göre Allah'ın en sevmediği helal, boşanma. Ona göre problemlerin sağlıklı bir şekilde tespit edilmesi, farkındalık oluşması problemin yüzde 51 çözülmesi anlamını taşıyor. Ancak yorgunluk ve yabancılaşma sinyalleri alındığı halde sorunlara çözüm odaklı yaklaşılmazsa soluk mahkeme kapısında alınabilir.

Yasemin Eyüpoğlu, “Önceden problem olmayan şeyler artık problemse, bir zamanlar iyi gelen şeyler artık iyi gelmiyorsa tolere azalmış demektir. Siyaha değil, beyaza odaklanmalı ki siyah küçülsün. İstişare edip ‘bize ne iyi gelir' diye düşünmek şart. Sonuçta evlilik bir fabrikaysa bu fabrikanın işlemeyen çarklarını birlikte onarmak gerekir.” diyor ve ekliyor: “Sorunlar kendiliğinden geçmez. Küçük sorunlar kartopu gibi yuvarlanırken büyür ve çığa dönüşür.”

Yorgunluğa karşı tavsiyeler

-Egolarınızı değil, şefkatinizi konuşturun.

-Suçlayarak değil, çözüm arayarak konuşun.

-İlişkinizi ortak bir banka hesabı gibi düşünün. Her banka hesabı yapılan yatırımlar arttıkça büyür. Siz de ilişkinjizdeki duygusal yatırımlarınızı artırın.

-Sevdiğinizi söylemeyi ihmal etmeyin. Allah Resulü (sas), “Erkeğin kadına ‘seni seviyorum' demesi asla kadının kalbinden çıkmaz.” buyuruyor.

-‘Aşk bitti, heyecan kalmadı' diyenlerin dostluğu ve paylaşımı bitmiştir. Aşkınızı; sevgiye ve dostluğa dönüştürün.

-Nitelikli zaman geçirin. Efendimiz'in “Erkeğin ailesinin yanında oturması Allah'a bu benim mescidimde itikâfa girmesinden daha sevimlidir.” beyanını düstur edinin.

-Aşk bitse sevgiyi, sevgi bitse saygıyı korumak için mücadele edin. Zira sevgi tercih, saygı mecburî;.

-İmkân varsa baş başa tatile gidin, yoksa şehrin güzel yerlerinde vakit geçirin.

-Çevrenizdekilere haddinden fazla kulak vermeyin. Başkalarına göre yaşarsanız kendiniz için yaşayamazsınız.

-Ev ekonomisini sarsacak şekilde davranmayın. Ekonomi sarsılınca aile de sarsılır.

-Hem birbirinize hem de ihtiyaç sahiplerine yardım yapın. Başkalarına yardım etmek birliktelik duygunuzu pekiştirir.

-Ortak hedefler oluşturun. Birlikte kitap bitirme, kursa gitme, ziyaretlerde bulunma, tatil yapma gibi…

3 Ocak 2016 Pazar

Sezaryenden sonra normal doğum mümkün mü?

İlk doğumunuzda çeşitli sebeplerle istemeseniz de sezaryen yapmış olabilirsiniz. Lakin bu bir daha normal doğum yapamayacağınız anlamına gelmiyor. Tabii bazı şartlarla…

Anne olmak güzel olduğu kadar meşakkatli de. Karnında bir canlıyı büyüttükten sonra onu dünyaya getirmek zorluklarıyla beraber adeta bir mucize. Öyle ki, annenin doğum sırasında bütün günahlarının döküleceği söylenir. Lakin her zaman normal doğum gerçekleşmeyebiliyor. Hatta ülkemizde bazı hastanelerde ilk doğumunu sezaryen yapanların oranı yüzde 80'i, 90'ı bile bulabiliyor. İlki sezaryen olunca tekrar doğum yapmak isteyenler, kendini yine sezaryene ‘mecbur' hissediyor. Fakat bazı şartlara ve risklere bağlı olsa da sezaryenden sonra normal doğum (SSVD) yapılabiliyor. Normal doğuma dönüş yapmak isteyenler, sosyal mecralarda kendilerine SSVD buluşma noktaları bile kurmuş. Buralarda riskler ve şartlarla ilgili makaleleri, SSVD yaptıran doktorları, tecrübelerini birbirlerine aktarıyorlar. Sezaryenle doğum yaptığı için kendini ‘anne' hissedemeyen kadınlar, birbirlerini gereksiz sezaryenden kurtarmaya çalışıyor. Peki, SSVD neden önemseniyor?

‘Ben normal doğum yapamam' sabit fikrine sahip olanlara sözümüz yok lakin sezaryenin doğum sancısını hissetmeme gibi bir artısına karşılık normal doğumun da pozitif yönleri bulunuyor. Bunun yanı sıra çok yaygın olmasa da daha önce sezaryen yapmış bir kadının normal doğum istemesini makul kılan sebepler de var. Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Op. Dr. Lalehan Kutlay'a SSVD'nin tercih nedenlerini sorduk, şu bilgileri edindik:

-İyileşme süreci daha çabuk, hayata dönüş daha kolaydır. Çok zor bir doğum değilse anne doğumdan hemen sonra normal beslenebilir. Daha rahat hareket edebilir ve bebeğiyle daha rahat ilgilenebilir.

-Kan kaybı genel olarak sezaryene göre daha azdır. Sezaryende normal doğuma göre ortalama kan kaybı iki kat fazladır.

-Doğuma aktif katılabilmek bazı anneler için önemli. Bebeğin doğuşunu hissetmek, hemen ilk teması sağlamanın özellikle daha başarılı emzirme ve bebeğe ait bazı stres faktörlerini azalttığına dair bulgular var.

-Tekrarlayan sezaryenler anne açısından ciddi tehlikeler taşıyan bazı komplikasyonların artmasına neden olur. Plasentanın yerleşmesi ve karın içi yapışıklıklarla ilgili sorunlar bazı durumlarda rahimin alınmasına, mesane ve bağırsak yaralanmalarına neden olabilir. Bazı durumlarda hayati tehlike ortaya çıkabilir. Bu nedenle özellikle üç veya daha fazla çocuk sahibi olmayı planlayan anneler için SSVD doğru bir tercih.

-Enfeksiyon, emboli gibi ciddi komplikasyonlar sezaryene göre daha az görülür. (Ancak bugün bu risklerin sezaryen için de oldukça düşük olduğunu belirtmek gerekir.)

Kimler sezaryenden sonra normal doğum yapabilir?

Bazı avantajlarından dolayı sezaryenden sonraki doğumunu normal yapmaya karar verenler olabilir. Ancak bu her zaman mümkün değil. Belli şartların sağlanması gerekiyor. Op. Dr. Lalehan Kutlay'a göre, aşağıdaki şartlar yerine getirilip riskler giderilmeden SSVD yani normal doğum yapılamaz:

-SSVD'de en büyük risk, doğum sırasında rahmin yırtılmasıdır ve acil sezaryen gerektirir. Bu sebeple rahmin alınma veya bebek ve annenin hayati riski olma ihtimaline karşı SSVD planlanan hastanenin günün 24 saatinde birkaç dakika içinde sezaryen koşullarını sağlayabilecek durumda olması gerek.

-Daha önce sezaryenin yapılış şekli de önemli. Rahme yapılan kesiklerin hepsi SSVD için geçerli değil. ‘Alt segment transvers' olarak adlandırılan yatay kesinin şansı yüksek. Ancak diğerlerinde tercih edilmemeli.

-Önceki sezaryenin hangi nedenle yapıldığına bakılır. Eğer belirgin bir çatı darlığı varsa sonraki doğumlarda da sorunlara sebep olacağından SSVD denenmemelidir. Buna karşılık makat geliş ya da bebeğin sıkıntıda olması durumu nedeniyle yapılan sezaryenlerde bir sonraki gebelikte aynı durum yoksa SSVD iyi bir seçenek olabilir.

-SSVD için bir önceki sezaryenden sonra en az iki yıl geçmiş olması tercih edilir. Bir önceki sezaryenle sonuçlanmış iki doğum arasında daha kısa süre olması rahmin yırtılma riskini artırır.

-İki ya da daha fazla sezaryenden sonra SSVD şansı azalır. Tek sezaryenden sonra şans daha yüksektir. Annenin obez olması, bebeğin iri olması da aynı şekildedir.

Normal doğum yaptıran doktor ve hastane bulmak neden zor?

Sezaryenden sonra normal doğum yapmak isteyenler, gerekli şartları sağlasa ve riskleri göze alsa da bir sorun daha var: SSVD yani normal doğum yaptıran hastane veya doktor bulmak oldukça zor. Bu konuda mustarip olan kadınların forumlarda birbirine doktor tavsiye ettiğini hatta sosyal medyada yaşadıklarını paylaşmak adına dayanışma grupları kurduklarını söyleyebiliriz. Op. Dr. Lalehan Kutlay, bu zorluğun sebeplerinin başında pek çok hastanenin gerekli koşulları sağlayarak herhangi bir risk halinde dakikalar içinde sezaryen yapılma şansına sahip olmamasını görüyor. Hemen ardından eskiye oranla daha kolay olsa da önceki sezaryen hakkında bilgi veren sağlık kayıtlarına ulaşmanın zorluğu geliyor. Bununla birlikte Kutlay, özellikle devlet hastanelerinde doktorların doğumu başlayan birçok hastayla ilgilenmek zorunda olduklarına dikkat çekiyor. Haliyle ekstra ihtimam gerektiren SSVD hastalarının başında beklemeleri ve risklerini göze almaları zorlaşıyor. Tüm bu zorluklara çözümü ise şu cümlelerle ifade ediyor Kutlay: “Kanımca en büyük sorun ülkemizde yeterli bilgi ve deneyime sahip ebelerin çok çok az olması. İyi bir ebe, doğum takibini tek başına yapabilir ve doğumu da yaptırabilir. Doktor, ebesine güvenebildiğinde çok daha rahat çalışır. Uzun yıllardır İngiltere'de tüm SSVD doğumlar ebeler tarafından gerçekleştiriliyor. Yeterli sayıda ve donanımda ebelerimiz olursa ilk doğumda sezaryen oranını düşürebiliriz. Bu oran düşük olursa SSVD sadece bir tercih sorunu olur.”

26 Aralık 2015 Cumartesi

Ayşe Özkalay: Üç evladım var dördüncüsü Kimse Yok Mu

Kimse Yok Mu Derneği'nde geçtiğimiz günlerde nöbet değişimi yaşandı ve yeni başkan Ayşe Özkalay oldu. Kadın dünyasının inceliklerle dolu olduğunu söyleyen Özkalay, “Bu ince detayların yardım projelerinin oluşturulmasından yürütülmesine kadar pek çok süreçte farklılık meydana getireceğine inanıyorum.” diyor.

Kimse Yok Mu ile uyandığımız bir bayram sabahında tanışıyoruz Ayşe Özkalay ile. Üç çocuğunu eşine emanet etmiş, düşmüş Bilge Köyü yollarına. Zira bir gecede ailesini yitiren 60 yetimin gözü yollarda. Özkalay, Bilgeli çocuklara defter, kalem ve şeker dağıtıyor, bayrama o çocukların gülen yüzleri sayesinde eriyor adeta. Miniklerden biri, Kimse Yok Mu'dan (KYM) gelen ablasına yanaşıp, “Ben de büyüyünce çocuklara oyuncak getireceğim.” diyor, afacan bir velet mühendis olmak istediğini anlatıyor. En çok evladını kaybeden annelere kulak veriyor Özkalay. Kendisi de bebeklerini yitirmiş vaktinde. “26 yaşındayım ama çok yaşlı görünüyorum” deyip üzülen bir anneye, “Sen hepimizden güzelsin.” şeklinde iltifat edip sarılıyor. Ayrılmadan önce yaşlı teyzelerin ellerinden öpüp hayır dua almayı da ihmal etmiyor. İki yıldır KYM'nin başkan yardımcısı olan Özkalay, geçen hafta itibariyle başkan ve KYM'ye anne eli değdi diyenler haklı. Özkalay, “Üç tane evladım vardı, dördüncüsü Kimse Yok Mu oldu.” diyor.

Derneğin başında kadın olması nasıl bir fark oluşturur?

Kamuoyunda takdirle karşılandı. Öyle ki; tebrik mesajlarına ve telefonlarına yetişmekte güçlük çektim. Bu durumu hem derneğimiz hem de toplumumuz adına sevindirici buluyorum. Genel başkan yardımcısı olarak vazife yaparken de derneğimizi aktif bir şekilde temsil ediyordum. Yani kadının gücüne başından beri inanan ve kadını destekleyen politikalar geliştiriliyor. Kadın yöneticilerimiz, çalışanlarımız ve gönüllülerimiz her zaman bu bütünün en değerli parçaları oldu. Tüm projelerimizde mutlaka bir kadın dokunuşu var.

Özellikle muhafazakâr camiada ‘Kadından yönetici olur mu?' bakışı hâkim…

Bu bakış açısına hep mesafeli durdum. Bırakın çağımızı, kendi tarihimize baktığımızda da kadınların her dönemde yönetimde söz sahibi ve hayır işlerinde oldukça gayretli olduklarını görüyoruz. Yöneticisi olduğum kurum bir yardımlaşma derneği ve bence hayır yapmak en çok kadınlara yakışıyor. Hz. Hatice annemiz, ticaret hayatını Müslüman olduktan sonra da sürdürüyor. Efendimiz'e arka çıkıyor, vahyin ağırlığını O'nunla paylaşıyor. Hz. Aişe annemiz, minyon ve atik olması sebebiyle savaş stratejilerini belirleme noktasında ön cephe ve arka cephe arasında ulaklık yapıyor. Hz. Fâtıma annemiz de cerrahi yeteneğini kullanarak bizzat cephede askerleri tedavi ediyor. Görüyoruz ki fıtrat dini olan İslâm, kadını eve hapsetmemiş, kadına özgür iradesi ışığında dilediği kadar sorumluluk alacak şekilde yetenekleri doğrultusunda sosyal hayatın içine konumlandırmış. Ayrıca oksitosin prolaktin denilen şefkat hormonları kadınlarda yüksek. Kadın dünyası daha detaylı, inceliklerle dolu ve duygulu... Bu ince detayların yardım projelerinin oluşturulmasından yürütülmesine kadar pek çok süreçte farklılık oluşturacağına inanıyorum.

Zorlukları var mı peki?

Gerçek anlamda yok. Vermeniz gereken kararları olması gerektiği gibi verip işleyişe sokabiliyorsunuz ama kendi iç dünyanızda yaşadığınız çalkantılar belki bir erkekten daha derin oluyor. Mesela işten çıkarmamız gereken çalışanlar konusunda karar alıp uygulamaya soktuktan sonra evde ağladığım çok olmuştur veya mağdurlara yardım etmek için istediğimiz izin çıkmadığında o bölgedeki çocukları, annelerin boynunun nasıl büküleceğini yetimlerin eksik kalacağını ruhumun derinliklerinde duyup yemek yiyemediğim çok olmuştur. Velhasıl toplum açısından bir kadın yönetici her açıdan faydalı ama kendi iç dünyasında ciddi anlamda yıpranıyor. Tek dezavantajı bu ama o ızdırapların içinde de farklı bir lezzet var; hayata geliş amacımız, insan-ı kamilliğe ulaşmak. Allah'ın en kıymet verdiği kulları için çekeceğiniz her ızdırabın, hüznün ötelerde çok büyük kıymetler olacağını düşünüyorum.

‘Kimse Yok Mu diyenlere anne eli uzanacak.' yorumları yapılıyor, bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Anne olmak, pek çok meşakkati taşımaya gönülden razı olmak demektir. Anneler, yaşatmak için yaşar ve bu sebeple çok güçlülerdir. Ben de tüm vazifelerimden önce bir anneyim. Üç tane evladım var, dördüncüsü Kimse Yok Mu. O nedenle bu yorumlar beni mutlu ediyor, içimdeki güce güç katıyor. Zira ‘Kimse yok mu?' diyenlere bir anne şefkatiyle el uzatılması, bunu farklı ve anlamlı kılacaktır diye düşünüyorum. Karnını doyurduğumuzu bildiğim insanları düşünmek beni doyuruyor sanki. Hele faaliyetlerimizi yakından görmek için sahaya indiğimde her çocuğu kucaklamak, susuz beldelere su götürmek, görmeyenin gören gözü olmak, hastanın yarasını sarmak, yetimin annesi olmak hisleri beni sarıp sarmalıyor.

Eşiniz başkan olmanızı nasıl karşıladı?

Bir akşam Afrikalı önemli bir iş kadınıyla ailecek yemek yedik. Neler yaptığımızdan bahsederken misafirimiz çatalını, bıçağını bırakıp alkışlamaya başladı. Tam estağfurullah diyecekken, ‘Bu alkış eşinize. Sosyal hayatta aktif her evli kadının en büyük destekçisi eşidir.' dedi. Buradan eşimin tepkisini anlamanız mümkün.

Aileniz iştirak ediyor mu dernek faaliyetlerine?

Tabii, siz ne yaşıyor, neyle meşgul oluyorsanız akşam yemeği sohbetlerinizde de çocuklarla onu konuşuyorsunuz. Hele bir yerlere gidip geldiyseniz birebir yaşıyor çocuklarınız onu sizinle. Benim âdetimdir nereye gitsem sunum yapar, orada çektiğim fotoğrafları hikâyeleriyle çocuklarıma anlatırım. Harçlıklarını biriktirip yetim kardeş edindiler, su kuyusu açtırmak, katarakt yaptırmak en büyük hayalleri oldu. Aslında çocuk yetiştirmenin en kolay yolu hayır işleriyle hayatınızı süslemek.

‘EMANETE LAYIKIYLA SAHİP ÇIKACAĞIZ'

Kimse Yok Mu'nun terör kelimesiyle yan yana anılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Asla kabul etmiyorum. Sevginin, yardımlaşmanın, şefkat elinin, merhametin neresine terörü yerleştirebilirsiniz? Dünyanın 100'ü aşkın ülkesinde ve ülkemizde mağdurların, mazlumların, yetimlerin ve daha nicelerinin elinden tutan, milletimizin yüz akı olmuş, tüm dünyada takdirle karşılanan, böylesi şeffaf bir hayır kurumunun ‘silahlı terör örgütü' olarak itham edilmek istenmesini bir akıl tutulması, bir vicdan kararması olarak yorumluyorum. Hele de ırk, din, dil ayrımı yapmadan tüm dünyadaki icraatlarıyla gözler önünde olan bir dernek nasıl nefret, şiddet, acımasızlık ve düşmanlık üzerine bina edilen terör kelimesiyle anılabilir? Asla kabul etmiyorum. Bazen, sözlerinizin tükendiğini hissedersiniz… İnanın bu asılsız isnatlar karşısında benim de öyle oluyor, yüreğim sıkışıyor. Umarım bu korkunç yanlıştan bir an evvel dönülür.

Tazyiklere karşı nasıl bir duruş sergileyeceksiniz?

Bizim için nefes aldığımız her an, üzerimize güneşin doğduğu her gün insana hizmet götürmek için bir imkândır, fırsattır. Bu şansı Rabb'im bize verdiği müddetçe yaşamak da, yaşanılanlar da güzeldir. Biz doğrularımızdan ve değerlerimizden asla vazgeçmeyeceğiz. Bu işe gönül verdiğimizde, başladığımızda nasıl aşk şevk içindeysek aynen öyle devam edeceğiz. Yılmak, yorulmak ya da ümitsizliğe düşmek kavramlarına lügatimizde hiçbir zaman yer olmadı, olmayacak. Tüm hukukî; haklarımızı sonuna kadar koruyacak, haklarımızın her daim takipçisi olacağız. Bu dernek, milletimizin bize bir emanetidir. Emanetimize layıkıyla sahip çıkmaya devam edeceğiz.

Dualarınız ne yönde şu günlerde?

Her şeyin güllük gülistanlıkmış gibi gösterilmeye çalışıldığı ülkemin gerçekten bir gülistan olmasını temenni ediyorum. Tefrikaların olmadığı, insanların ötekileştirilmediği, ‘Kimse yok mu?' feryatlarının yükselmediği bir ülke, işte böyle bir dünya hayal ediyor ve bunu Rabb'imden dua dua niyaz ediyorum. “Rabb'im imanımızı, sağlığımızı, iffetimizi, namusumuzu, aklımızı, yaşama sevincimizi ve hürriyetimizi rızan doğrultusunda bize bağışla, sürekliliğini nasip et, önce millet sonra da tüm insanlık olarak bizleri bu hasletlerden uzak etme” diyorum her elimi açtığımda.

DERNEK ÇALIŞMALARINA ARALIKSIZ DEVAM EDİYOR

Başkan Ayşe Özkalay'a göre derneğin kapandığını düşündürmek için hayli çaba sarf edenler oldu ancak böyle bir şey söz konusu değil. KYM, dün olduğu gibi bugün de yardım çalışmalarına aralıksız olarak devam ediyor. Uluslararası mecrada da faaliyetleriyle dikkat çeken itibarlı bir konumda. Yasal mevzuat gereği kampanya düzenleyemediklerini belirten Özkalay, “Birbirinden faydalı projeler için yardımseverlerin bağışlarını kabul etmeye devam ediyoruz.” diyor.

19 Aralık 2015 Cumartesi

Semazenlerin giyinmesi de ayrı bir sanat

Bembeyaz kıyafetleri ve sıra dışı figürleriyle dünyanın ilgi odağı haline gelen semazenlerin ayin öncesi hazırlıkları ilginç detaylarla dolu. Mevleviliğe mahsuz adapla kuşanan her bir semazenin giyinmesi yaklaşık 20 dakika sürüyor ve ustalık gerektiriyor.

Hz. Mevlânâ'nın ‘Şeb-i Arus' yani düğün gecesi olarak adlandırılan vefat yıldönümü vesilesiyle, her yıl 7-17 Aralık tarihleri arasında Vuslat Yıldönümü Uluslararası Anma Törenleri düzenleniyor.

Konya'da törenlerin yapıldığı 11 gün boyunca gerçekleştirilen sema ayinlerini yurtiçi ve yurtdışından binlerce kişi izliyor. 742'nci Şeb-i Arus merasimini de geride bıraktık. Anma törenlerinde ziyaretçilerin en fazla etkilendikleri bölüm, şüphesiz sema ayini. Hz. Mevlânâ'dan günümüze kadar 700 yılı aşkın bir süredir devam eden ve dergahların kapanmasından sonra nispeten farklı bir tarza bürünen ayinlere ilgi her geçen gün artıyor. Semazenlerin, kollarını iki yana doğru açıp sağdan sola doğru dönerek gerçekleştirdikleri semayı izlemek ve Mevleviliği tanımak için dünyanın dört bir yanından insanlar Türkiye'ye geliyor.

ÖNCE ABDEST ALIYOR, SONRA KIYAFETLERİ ÖPEREK GİYİYORLAR

Mevlevilik kültüründe zikir amaçlı yapılan sema ayinlerine hazırlık aşaması da ilginç detaylar bulunduruyor. Sema ayini kadar semazenlerin giyinmeleri de eğitim ve ustalık gerektiriyor. Her semazen tennuresini bağlamaktan kuşağını sarmaya varıncaya kadar diğer semazenlerden yardım alarak giyinebiliyor. Semazenlerin ayin öncesi hazırlıkları yaklaşık bir saat önce abdest alarak başlıyor. Her bir kıyafetin Mevleviliğe has giyim adabı bulunuyor. Semazenler, başlarına giydikleri sikkeyi, ayaklarına giydikleri mesti, üzerine giydikleri hırka ve tennure gibi kıyafetleri önce öpüyor ve daha sonra besmele çekerek giyiyor.

KIYAFETLER, MEVLEVİ KÜLTÜRÜNE ÖZGÜ TEKNİKLERLE GİYİLİYOR

Sema ayini sırasında, semazen kıyafetlerinin amaçlanan figürü oluşturması için, kıyafetlerin özenli bir şekilde giyilmesi gerekiyor. Kıyafetlerin, vücuda en uygun şekilde kuşanması için büyük bir uğraş veriliyor. Bu sebeple, her semazen kostümünü giyerken diğer semazen arkadaşlarından yardım alıyor. Tennurenin kol ve etek uzunluğu, beli saran kuşağın gerginliği, kıyafetin simetriği hassas bir şekilde inceleniyor. Kıyafetlerin vücuda oturmasını sağlayan kuşaklara, Mevleviliğe has bir şekilde düğümler atılıyor. Semazenler, kıyafetlerinin en uygun şekle gelip gelmediğini anlamak için kendi odalarında prova yapıyor. Tüm hazırlıklar tamamlandıktan sonra, Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu'nun postnişini, semazenleri, ses ve saz sanatçıları beyaz bir koridordan ilerleyerek sema salonuna geliyor.

POSTNİŞİN ÖZÇAKIL: ‘SEMA, ALLAH'I ZİKRETMEKTİR'

Sema , dışarıdan görüldüğü gibi kareografik hareketlerden oluşan bir gösteri değil. Mevlevi dervişleri sema ayini sırasında dönerek Allah'ın adını zikrediyor. Fakat bu zikir sesizce yapıldığı için dışarıdan sadece dönme hareketi görülüyor. Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu Müdürü ve Postnişin Fahri Özçakıl, semanın, Hz. Mevlânâ'dan günümüze kadar gelmiş önemli bir tasavvuf kültürü unsuru olduğunu söylüyor. Mevlânâ'nın, Allah'a ulaşma düşüncesi ve gayretiyle ‘sema' dediğimiz bir dönüş hareketi yaptığını ifade eden Özçakıl, “Hz. Mevlânâ, semayı bir zikir olarak yapmıştır. Allah'a ulaşmanın bir coşkusu vesilesiyle Allah'a ulaşma vasıtası olarak sağdan sola doğru dönmüştür. Mevlânâ'nın zikri ve yaşam düşüncesi, zamanla Mevlevilik tarikatının kurulmasını ve kurumsallaşmasını sağlamıştır. Dolayısıyla Hz. Mevlânâ nasıl Allah'a ulaşma gayreti ve düşüncesiyle sema edip dönmüşse günümüzde yapılan sema ayinleri de aynı düşünceyle yapılan bir zikirdir.” diyor.

‘ÖNEMLİ OLAN DÖNMEK DEĞİL, MANEVÎ HUZURA ERİŞMEK'

Postnişin Özçakıl, sema yapmakta önemli olanın dönmek değil, Hz. Mevlânâ'nın yaşantısındaki huzuru yakalamak olduğunu dile getiriyor: “Sema yapmakta asıl önemli olan dönmek değildir ve çok önem arz etmez. Burada asıl olan, manevî; olarak Mevlevi adap ve erkânına göre, Hz. Mevlânâ'nın yaşantısına göre huzurlu ve rahat yaşamaktır. Ancak bu şekilde sema yapanları izleyenler ondan manevî; olarak feyiz alabilir.”

‘ÖNCE GÖNÜL VERMEK GEREKİR'

Semanın, gerçekte Allah için yapılan bir zikir olduğuna değinen Özçakıl, her yaşta sema yapmanın mümkün olduğunu dile getiriyor: “Sema, bir zikir olarak düşünüldüğünde herkes sema yaparak Allah'a ulaşmak isteyebilir. Bunun bir yaşı olmamakla birlikte, genç yaşlardan itibaren sema eğitimi alınabilir. Ancak birinin sema öğrenmesi için önce buna gönül vermesi, kendini manevî; olarak hazır hissetmesi gerekir. Çünkü sema, önce abdest alarak Allah'a yakın olmak için yapılmış bir harekettir.”

Abdest alıp mestler giyiliyor.

İkinci aşama tennurenin giyilmesi.

Tennurenin etekleri dönerken düzgün açılsın diye beli ip kuşakla büzülüyor.

Bele sarılan siyah kuşağın adı elifî; nemed.

Üste destegül denilen ceket giyiliyor.

Sırada elifî; nemedin kontrol edilmesi var.

Destegül açılmasın diye bağcıklarla tutturuluyor.

Tennure kuşanıldıktan sonra başa sikke, sırta siyah merasim hırkası giyilerek kıyafet tamamlanıyor.

12 Aralık 2015 Cumartesi

Çocukla ne zaman oynayacak, arkadaş olacak, istişare edeceğiz?

Her yaşın ayrı güzelliği olduğu gibi, ayrı hassasiyetleri de var. Hele çocukluk dönemi… O naif ruhların yara bere almadan gelişebilmesi için anne-babanın oyun oynamasına, arkadaşlığına ve istişaresine ihtiyaçları var. Ama Hazreti Ali'nin tavsiyesinde olduğu gibi doğru zamanda yapılması şartıyla…

Hz. Hasan ve Hüseyin, Kâinatın Efendisi'nin (sas) huzur ikliminde büyümüşlerdi. Dünyanın en bahtlı çocuklarıydılar şüphesiz. Nasıl olmasınlardı? Resulullah'ın gözünün nuru Fatıma ile Allah'ın aslanı Hz. Ali'nin oğullarıydı onlar. Doğdukları andan itibaren bu mukaddes ailenin eğitimiyle şekillenmişti hayatları. 'Evlat nasıl yetiştirilir?' sorusunun mücessem cevabıydı Ehl-i Beyt'in goncaları belki de. Hz. Ali'nin kulağımıza küpe şu sözü, nasıl bir aile eğitiminden geçtiklerini anlatır nitelikte: “7 yaşına kadar olan çocuğunuzla oynayınız, 15 yaşına kadar arkadaşlık ediniz, 15 yaşından sonra istişare ediniz.” Modern ilimlerde gelişim psikolojisinde de kendine yer bulmuş bu eğitim metodunu aile danışmanı Efkan Yeşildağ ile konuştuk.

Peygamber damadı, yukarıdaki sözünde bir çocuğun gelişim evrelerini üç bölüme ayırıyor. Yeşildağ ise bu evrelerde çocukların sırasıyla benliği, kimliği ve kişiliğinin geliştiğini söylüyor. Bu sebeple çocuğa içinde bulunduğu dönemin gerektirdiği gibi davranmak gerekiyor. Benlik gelişmeden kimlik, o gelişmeden de kişilik gelişmeyeceği için çocuğun yaşına göre tutum takınmak önemli. Mesela oyun çağında bir çocuğa yaşının üzerinde sorumluluk yüklemek veya artık yetişkinliğe adım atan bir gence hâlâ ‘ufaklık' muamelesi yapmak doğru değil. Öyleyse Hz. Ali'nin asırlar öncesinden gelen tavsiyesine kulak verelim ve ona uymanın çocuğun gelişiminde bize neler katacağını görelim.

7-15 yaş arası ona değer yükleyin, ama arkadaşça!

Arkadaşlar birbiriyle ne yapar? Güzel vakit geçirirler, birbirlerinin sırlarını paylaşır, oturup dertleşir, yine birlikte eğlenirler. Ebeveynin bu yaş döneminde çocuklarıyla yapması gereken de, tıpkı arkadaşları gibi onunla vakit geçirmek. Ama bunu “Ben kızımla/oğlumla arkadaş gibiyim.” diyerek anne-babalık rolünden muaf davranmak olarak algılamayalım. Mutlaka bir kural koyucu olmalı fakat bunu dikte ederek ya da baskı altına alarak değil de arkadaşça, çocuğun kendini rahat hissettiği bir ortam içinde yapmak gerekiyor. Bu kurallara bir değerler manzumesi de diyebiliriz. 7 yaşından sonra evladımızın doğruyla yanlışı, güzelle çirkini, haklıyla haksızı ayırt edebilmesi için ona değer yüklemesi yapmamız gerekiyor. Efkan Yeşildağ'ın deyimiyle aslında “Onun ruhuna bir kimlik kazandırıyoruz. ‘Ben kimim?' sorusunun cevabını verdirmeye çalışıyoruz.” Önceki dönemde çocuğun benliğini ata benzetmiştik. Bu kimlikle de atın süvarisini, yani onun ruhunu beslemiş oluyoruz. Çocuğa milli ya da manevi değerlerimizi ‘arkadaşça' yüklemek belki onunla bir Çanakkale gezisi yapmakla, belki bir yardım kuruluşuyla birlikte fakir bir ailenin yardımına koşmakla sağlanabilir.

‘Yetişkinler için iş neyse 7 yaşın altı için oyun odur'

7-8 yaşın altındaki çocuklar soyut kavramları algılayamıyorlar. Mesela yalan söyleseler de onlara bu yaşa kadar ‘yalancı' diyemeyiz. Çünkü yalanı kafalarında bir yere oturtamaz, henüz hayalle gerçeği ayırt edemezler. Bu sebeple kulaktan değil de gözden beslenirler. Yani onlara doğru davranışı kazandırmanın yolu görerek, yaparak, yaşayarak öğrenmeden geçer. Bu da yaşları itibarıyla ancak oyunla mümkün. “Yetişkinler için iş ne ise çocuklar için oyun odur.” diyen aile danışmanı Efkan Yeşildağ, bu dönemde çocukların benliklerinin geliştiğine dikkat çekiyor. Benlik dediğimiz şeyi ise ruhumuzun bir bineğine, bir ata benzetiyor. Atımız ne kadar bakımlı, kuvvetli olursa süvarisini o kadar ileriye götürebilir. İşte bu sebeple benliği gelişmekte olan çocuğun ‘at'ını güçlendirmek adına, oyun oynamakla ona bir şeyleri yaparak, yaşayarak öğretmiş oluyoruz. Ayrıca bu yaş döneminde fizikselliği ön planda olan çocuğu oyunla besleyerek aslında onu bizzat gözlemleyebilir ve diğer kabiliyetlerini de keşfedebiliriz. İleride belki zihinsel, belki duygusal, belki de şimdi olduğu gibi fiziksel aktivitelerde daha iyi olacak çocuğumuza Yaratıcı'nın hangi donanımları daha baskın yüklediğini, onunla oynadığımız oyunlarda yakalayabiliriz.

15 yaş üzeri çocuğun kişiliğine saygı, istişareyle mümkün

Benlik ve kimlik kazanmış çocuğumuz, 15 yaşından sonra artık kişilik kazanmaya başlıyor. Bir şahsiyet sahibi olan genç, Allah nezdinde de yetişkin sayılıyor. Zira Yaratıcı artık ondan bir yetişkinden beklediği namaz, oruç gibi mükellefiyetleri bekliyor. Gücünü ve kuvvetini vermediği bir kişiden onun sorumluluğunu bekleyemeyeceğine göre, Allah'ın yetişkin olarak gördüğüne, biz de çocuk muamelesi yapamayız. Onu çocuk saymak bir yana, anne-baba olarak ‘Her şeyin iyisini ben bilirim' kibrinden kurtularak çocukla istişare etmemiz gerek. Bunun neye yarayacağını ise şöyle açıklıyor aile danışmanı Efkan Yeşildağ: “Onunla istişare etmeliyiz ki, daha öncesinden kimlik kazandırırken yüklediğimiz değerler manzumesinin hayata geçirilmesini sağlayabilelim.” Yani istişareyle çocuğa o zamana kadar anlattıklarımızın teorisini pratiğe döküyoruz. Çocuğuyla istişare eden ebeveyn, ona hayatı öğretirken aynı zamanda değer de vermiş, böylelikle çocuğun gelişmekte olan kişiliğine saygı göstermiş oluyor.

5 Aralık 2015 Cumartesi

Onların evi sokaklar

Erkan Alaca, çuval içinde uyuyan bir ihtiyar görmüş sokakta. O an aklına Beled Sûresi gelmiş. Allah'ın ‘yiyeceği, barınağı olmayan perişan bir yoksulu doyurma' emri yankılanmış durmuş zihninde. Peygamber Efendimiz'in mensubu olduğu Hılfu'l-Fudul'den (Erdemliler İttifakı) ilham alarak Erdemliler Dayanışma Derneği'ni kurmuş.

Sokağı mesken tutanlar, parklarda-banklarda yatanlar ürkütür bizi. ‘Ayyaştır, tinercidir' der, geçer gideriz yanlarından. İçlerinden biri yanımıza yaklaşsa koşar adım uzaklaşır, bakışları yüzümüze biraz fazla takılsa endişeye kapılırız. ‘Ne yer, ne içer, ailesi var mı, neden sokaklarda?' soruları aklımıza uğramaz bile. Ancak içlerinde diş doktoru da var, albay da… Bir ay önce sokağı mesken tutan da var, 15 yıldır bu şekilde yaşayan da… Hepsi hazin bir hikâyeye sahip. Şimdilerde ise hikâyeleri boyut değiştiriyor. Kendilerine kayıtsız kalamayan Erkan Alaca, açtığı evsizler eviyle onları rehabilite etmek için uğraşıyor.

Alaca, evsizlerin yanından geçip gitmiyor yıllardır. Onlarla sohbet ediyor, hikâyelerini dinliyor ve elinden gelen yardımı yapıyor. Bir süre sonra arkadaşlarını da organize ediyor. Çorba dağıtmaya başlıyorlar. Şehir kışa teslim olunca da mont, bot, battaniye ulaştırıyorlar sokak sakinlerine.

Erkan Alaca'nın bu konuya eğilmesinin başlangıcı ilginç. Bir akşam eşiyle dolaşırken sokağın köşesine kıvrılmış, çuvalın içinde uyuyan bir amcaya rastlıyor. O an Beled Sûresi'nin ayetleri yankılanıyor zihninde. Malumunuz, sûrede bir köleyi hürriyetine kavuşturmanın, onu kıtlık zamanında doyurmanın, yetime, barınağı olmayan yoksula sahip çıkmanın öneminden bahsediliyor. Alaca tüm bunların imanla olan ilişkisini düşünüyor; ‘yiyeceği, barınağı olmayan perişan bir yoksulu doyurma' emrini bir kez daha idrak ediyor. Kolları sıvıyor, eşe dosta haber salıp evsizlere ev açacağını duyuruyor. Bir miktar para toplanınca emlakçıları dolaşıyor. Ancak söz konusu evsizler olunca ev sahipleri ev vermiyor. Alaca, yaklaşık 60 emlakçıyla görüşüyor, sonuç alamıyor. Hatta arkadaşlarına ‘ev yok, paranızı iade edeceğim' diyor. Çok bunaldığı ve pes ettiği o anda dua ediyor, dakikalar geçmeden karşısına bir emlakçı çıkıyor ve derneğin binası o gün tutuluyor. Alaca, Efendimiz'in mensubu olduğu Hılfu'l-Fudul'den (Erdemliler İttifakı) ilham alarak Erdemliler Dayanışma Derneği'ni kuruyor. Derneğin sloganı da Yunus Emre'den: “Kapımız açıktır gelene, lokmamız helaldir yiyene”. Nitekim evsizlere her sabah kahvaltı veriliyor, isteyenler gelip duş alıp temiz giysiler giyebiliyor.

Haraç kesmeye kalkan olmuş

Alaca'nın dernek fikrine sıcak bakanlar olduğu gibi “Deli misin? Ayyaşı var, tinercisi var?” deyip karşı çıkanlar da olmuş. Alaca, “Yarın o duruma düşmeyeceğinizin garantisi var mı?” cevabını vermiş. Olumsuz vakayla da karşılaşmış tabii. Alkol bağımlısı bir evsiz on günün sonunda haraç kesmeye kalkmış. Bu durumda ona yol vermişler.

Alaca, “Burası resmî; bir kurum değil, gördüğünüz gibi bir ev. Onların ev ortamında sohbet etmeye ihtiyaçları var.” diyor. Ev ahalisi de onu oğlu gibi görüyor. Mahallelinin de bu eve sahip çıktığını anlatan Alaca, “Kapıyı bir açıyoruz, baklava getirmişler. Korktuğumuz gibi olmadı. Sonuçta sokakta yaşayanlar da bizden. Onlarla ilgili önyargıları kırmak istiyoruz.” diye konuşuyor.

Kadınlar evsizlikle tehdit ediliyor

Dernekte dört kişi var ama görünürde. Alaca, bağışçıların ve gönüllülerin bilinmek istemediğini söylüyor. Haftanın belli günleri sokak sokak gezip evsizlerle tanışıyor, kışlık eşya ve yiyecek dağıtıyorlar. Onlarca hikâyeye de vâkıf oluyorlar. Alaca, diş doktoru bir evsizden bahsediyor: “Ailesini trafik kazasında kaybetmiş. Kardeşi de malvarlığını gasp etmiş. O da kendisini sokaklara vurmuş.” Aynı şekilde bir albayla ve öğretmenle de tanıştığını anlatan Alaca, “Bakıyorsunuz üstü başı perişan ama saatlerce sohbet edebilirsiniz, felsefe konuşabilirsiniz.” diyor.

Sokaklarda kadın evsizlere pek rastlanmadığını ifade eden Erkan Alaca, kadınların evsizlikle tehdit edildiğini belirtiyor. Geçen haftalarda şiddet mağduru bir kadını da dernekte ağırlayan Alaca, bağışlar iyi olduğu takdirde şiddet gören kadınları ve yetimleri de himaye etmek istediklerini anlatıyor. Yardım etmek isteyenleri derneğe, derneğe gelemeyenleri sosyal medya hesaplarından takibe davet ediyor.

‘Yeni bir hayat kurma şansımız yok'

62 yaşındaki Mustafa amca, beş yıldızlı otelde aşçıymış yıllar önce. Ailevi sebeplerden dolayı kendisini sokaklarda bulmuş. Mahremini paylaşmak istemiyor, 12 yıldır sokakta yaşadığını söylüyor: “Yine de hayata dair bir pişmanlığım yok.”

İki defa anjiyo olan Mustafa amca, aynı zamanda KOAH hastası. Kimsenin kendisine iş vermediğini anlatıyor: “Yeniden hayat kurma şansımız yok. Sokakta yaşıyorsun ya, sana kim neden güvensin? Küçümsüyorlar, öcü değiliz! Başımızda dikilip ‘Belediyeyi arayalım, ambulansı çağıralım' diyorlar. Belediyenin mekânına gittim ama yarım saat duramadım. Belediye başkanları oralarda yarım saat kalsın göreyim. Mikrop yuvası yerler! İnsanları hayvan yerine koyuyorlar. Bu gençler ise hükümetin yapamadığını yapıyor, sokak sokak gezip kuytu köşelerdeki evsizleri buluyor. Dost oluyor, anlıyor dinliyorlar.” Mustafa amca, şimdilerde kendisi gibi evsiz olan arkadaşlarına yemek yapıyor dernekte.

15 yıldır sokakta...

Osman amca da 15 yıldır sokakta. Beyazıt'ta çanta imalathanesi varmış. Anne-babasını erken yaşta kaybeden Osman amca, genç yaştaki kardeşini de kaybetmiş. Sevdiği kız da evlenip Almanya'ya gelin gitmiş. Osman amca alkole vermiş kendini. Hayata dair pişmanlıkları olduğunu söylüyor: “Hayallerim vardı, olmadı...”

Kalçasındaki protezden, ayağındaki platinden bahsediyor sonra. Kendisine araba çarpınca iki ay hastanede yatmış, bir yıl da Darülaceze'de kalmış. Sonra yeniden sokaklar… 10 yıldır Mustafa amcayla dostlukları devam ediyor. Mustafa amca, “Ben onun bastonuyum, koruyup kollarım. Ben nereye, o oraya.” diyor.