28 Şubat 2015 Cumartesi

Deniz Feneri Koyu - Kimberley Freeman

Kitap Adı: Deniz Feneri Koyu

Yazar: Kimberley Freeman

Orijinal Adı: Lighthouse Bay

Çeviri: Duygu Parsadan

Yayınevi: Arkadya Yayınları

 Sayfa Sayısı: 2015

Basım: 488

"Sevdiğiniz birini kaybetmek korkunç bir şey, fakat güneş yeniden doğacaktır."

"Doğmayacak."

"Böyle bir keder insanı sadece yaralayıp sonra da yavaş yavaş unutulup gitmez. Harap eder. Eskiye dönmenin tek yoluysa, taşları tek tek yerine koyarak yeniden inşa etmektir. Bazen insanın bunu yapacak takati ya da isteği yoktur ve kalıntıların ortasında öylece oturup bir şeylerin değişmesini bekler. Oysa tekrar ayağa kalkıp taşları toplamaya başlamadığımız sürece hiçbir şey değişmez."

Yıl 2011

Libby, evli sevgilisi Mark'ı 12 yıllık birlikteliklerinden sonra kaybettiğinde artık 40 yaşındadır. Çok sevdiği kasabasındaki deniz fenerinin yanındaki evi ona aldığında, ikilinin bir sürü hayalleri vardı. Libby resim yaparken Mark onu izleyecekti, birlikte Mark'ın ailesi Winterbourne'ların sırrını keşfedeceklerdi. Bunların hiçbiri olmamış, Libby Deniz Feneri Koyu'na 20 yıl sonra tek başına dönmüştü. Üstelik kızkardeşiyle Juliet'le aralarındaki meseleyi halletmek zorundaydı. Hiçbir şey kolay olmayacaktı. 

Yıl 1901

Biricik oğlu Daniel'ı 15 günlükken kaybeden Isabel, kocasıyla bir gemi yolculuğuna çıkmışlardı. Geminin kaptanı kocasının arkadaşı, kaptanın eşiyse kendi arkadaşıydı. Aslında bu yolculuğun amacı İngiltere Kraliçesinin kuyumcu Arthur Winterbourne'a yaptırdığı asayı Avustralya hükümetine hediye etmektir. Oğlunun ölümünü bir türlü atlatamayan, tüm özlemini hasretini kız kardeşiyle çocukken yaptıkları ve kimin çocuğu olursa ona takılacak olan o minik bilekliğe sığdırmıştı. İlk kendi Daniel'ı doğduğu için bileklik onun olmuştu, şimdi ise kocası oğlundan geriye kalan tek eşyayı da denize atacaktı. Isabel buna izin veremezdi. Bilekliği alıp kaçıp, Avustralya'daki kız kardeşine sığınacaktı. Ama olaylar çok daha farklı gelişti. Isabel kendini batan gemiden geriye kalan asanın bulunduğu sandıkla Avustralya kıyılarında yapayalnız buldu... Günlerce aç bilaç yürüdüğünde yeni umut ışığı bir deniz fenerinin ışığıydı... Ne olursa olsun o fenere ulaşmalıydı. 

---

İki farklı kadın, iki farklı dönem, aynı mücadele... 

---

Aile-dram türüyle pek aram olmadığını ara ara söylerim. Ama bazı kitaplar beni gerçekten bir yerlerden yakalıyor. Sarah Jio'yu geride bıraktığı o umut dolu hüzün için severim mesela. Bu hikaye ise beni bambaşka bir yerden yakaladı. Isabel'e bağlandım. Onunla birlikte yolculuk yapıp oğlunun bilekliğini onun için saklamak istedim. Yorulduğunda sandığı biraz da ben yaşımak istedim. Arthur'u boğmak istememe hiç girmeyeyim. 

Günümüz hikayesindense geçmiş hikayesini çok daha fazla sevdim. Isabel'in başına geleceklerin merakıyla kitabı okudum. 

Sanırım günümüz geçmiş köprüsü kurması da benim için artı yönlerinden biriydi. 

Ayrıca Kimberley Freeman'ın çok güzel bir kalemi var, kendini okutuyor. Elimden bırakamamın, beni boğmamasının bir nedeni de bu sanırım.

Aile dram sevenlerin bayılacağını düşünüyorum. 

Sevgiler. :*

Bu yazıyı "benherneysemo.blogspot.com" dışında herhangi bir blog/forum/internet sitesinde okuyorsanız, şahsımın bilgisi dışında ÇALINMIŞ DEMEKTİR!!! 

27 Şubat 2015 Cuma

Hakiki Müslümanlığın yolu şefkatten geçiyor

Gün geçmiyor ki yeni bir cinayet haberi gelmesin ya da Meclis’te kavga çıkmasın. Haberlere, eşimize dostumuza, sokaktaki manzaralara baktığımızda şefkat duygusundan ne kadar mahrum olduğumuzu görmemek mümkün değil.Haberleri açıyorsunuz; bir kanalda cinayet haberleri, diğerinde Meclis’te kafa göz yaran vekiller. Sokağa çıkıyorsunuz; mendil satan çocuğa ‘yürü git ulan’ diyenler, gördüğü kediye tekme atanlar. Komşularla diyaloğumuz varla yok arası, sıla-i rahim ayak bağı... Çevre duyarlılığı deseniz mirasyediden farkımız yok. Toplum şefkatsizlikten can çekişiyor adeta. Yitirdiğimiz bu duygu bizi cinnetin eşiğine getiriyor.Fatih Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Muhit Mert, toplumun şefkat duygularının yerlerde süründüğünü ifade ediyor. “İslam’ın bu öğretisi neredeyse silinmek üzere.” diyen Mert, üçüncü sayfa haberlerine konu olan vahşet dolu hikâyelerin şefkatsizlik eseri olduğunu kaydediyor. Tabii bunu anlamak için illa ki haberlere ihtiyaç yok. Çevremize baktığımızda da bu durumun türlü yansımalarını görüyoruz.Mert, “Herkes iman ettiğini düşünebilir ama ancak hakiki iman eden insan şefkat duyabilir.” diyor. Nitekim Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yaklaşımı da ‘Sev ve şefkat et ki gerçek Müslüman olasın’ şeklinde. Sevmek için bilmek gerektiğini dile getiren Hocaefendi, hilkatteki manaları anlayan insanların Cenâb-ı Hakk’ın sanat eseri olmaları açısından her mahlûka sevgi ve şefkatle bakacaklarını, hatta bazen ağaca sarılıp, çiçeği öpüp koklayıp “Bu da O’ndan!” diyeceklerini anlatıyor.Mert’in ifadesiyle, şefkat merhametin daha ince şekli ve Müslümanlık bu inceliği yakalamak demek. Kaba ve şefkatten uzak insanların kâmil Müslümanlığa erişmesi çok zor. Tabandan şefkat duygusunu kaldırdığınız anda insanlığımız çöküyor. Zira yardımseverlik, cömertlik, hoşgörü gibi müspet duygular da şefkatin bir uzantısı.Şefkatin kendini belli ettiği yürekte; sevgi, merhamet, acıma, paylaşma, koruma ve kollama hisleri uyanıyor. Bu duygular ona hakiki bir lezzet veriyor. Üstad Said Nursî Hazretleri’nin tabiriyle “Bir şeyin lezzeti, hüsnü, cemâli, emsal ve ezdadına bakmaktan ziyade, mazharlarına bakarlar. Hem bir şefkat ve merhamet sahibi, şefkat ettiği mahlûkların istirahatleri derecesinde hakikî bir lezzet alır. Meselâ, bir validenin, evlâdının mes’udiyetlerinden ve istirahatlerinden şefkat vasıtasıyla aldığı lezzet o derece kuvvetlidir ki, onların rahatı için ruhunu feda eder derecesine getirir.”Muhit Mert, kaba söz söylemenin, insanları aşağılamanın, ayrıştırmanın, yaftalamanın da şefkatsizlik örneği olduğunu düşünüyor. Günümüzde insanları alaya almak, onları tahkir etmek bir meziyet haline geldi. Ancak incelik, gerek sözlerde gerek davranışlarda kendini ele veriyor ve Müslümanlık, bu inceliklerde yatıyor. Kabalaşan insanlardan oluşan toplum ise yaşanmaz hale geliyor.Prof. Dr. Muhit Mert, “Allah Teâlâ rahme­tini yüz parçaya ayırdı. 99’unu kendi yanında tuttu, bir parçasını yeryüzüne indirdi, işte bu bir parça rahmet sebebiyle bütün canlılar birbirine merhamet eder. Hatta kısrak (emzirirken) yavrusuna basıp da zarar verir korkusuyla ayağını kaldırır.” hadisini nazara veriyor. Cenab-ı Hakk’ın şefkatinden pay biçmemiz gerektiğini söylüyor. Öyle ki at bile yavrusu rahat emsin diye ona göre şekil alıyor.Allah Resulü, şefakatte zirveAllah Resulü şefkat konusunda zirveleri tutuyor. Diyebiliriz ki hayatının her karesi bu şefkatin bir tecellisi. Kendisini taşlayan, yollarına diken serpen, üstüne işkembeler atanların hidayetini istiyor. Kendisine kötü muameleyi reva görenlere dahi dua ediyor. Cenab-ı Hak, “Size kendi aranızdan öyle bir peygamber geldi ki sıkıntıya düşmeniz O’na çok ağır gelir. Kalbi sizin için titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe, 9/128) buyurarak, Rahmet Peygamberi’nin şefkatini ve ümmetine düşkünlüğünü nazara veriyor.O, sevgi ve saygının toplumun tüm kesimlerine yayılmasını istiyor. Örneğin bir gün yaşlı biri Efendimiz’i görmeye geliyor ama oradakiler ona yer açmakta gecikiyor. Durumu gören Allah Resulü, “Küçüklerimize şefkat etmeyen, büyüklerimize de saygı göstermeyen bizden değildir.” buyuruyor. Efendimiz’in (sas) çocuklarla olan diyaloğundan da şefkat akıyor. Çocuklarla karşılaştığında mutlaka selamlaşıyor, kucaklıyor, onları bineğinin terkisine alıyor, seviyelerine göre sohbet ediyor. Ebu Ümame’nin serçesi ölünce ona başsağlığına gitmesi de şefkatinin enginliğine bir örnek. Cansız varlıklardan bitkilere ve hayvanlara varıncaya kadar bütün mahlûkatı kuşatan şefkate sahip olan Allah Resulü, ashabına ve ümmetine de şefkat odaklı yaşamayı öğütlüyor.Dört esastan biri...Said Nursi, Haşir Risalesi’nde, Allah’ın şefkatini, O’nun rahmetini anlatırken açıklıyor. Üstad’a göre Allah’ın rahmeti, şefkati, en aciz ve en zayıftan en kuvvetliye kadar, her canlıya bir rızık verilmesiyle, en dertlilere derman yetiştirilmesiyle, çiçeklerin açıp meyvelerin takdim edilmesiyle, zehirli bir böceğin eliyle balın yedirilmesiyle, elsiz bir böceğin eliyle ipeğin giydirilmesiyle ortaya çıkıyor. Diğer taraftan, gerek nebati, gerek hayvani ve gerekse insani bütün validelerin o rahim şefkatleriyle ve süt gibi o latif gıda ile aciz ve zayıf yavruların terbiyesi, geniş bir rahmetin cilvesini gösteriyor.Üstad, Risale-i Nur’un dört esasından birisinin şefkat olduğunu söylüyor: Acz, fakr, şefkat ve tefekkür… Bu esaslar birbiriyle doğrudan bağlantılı. Acz; yani kuvvetsizlik, kendi ihtiyaçlarını karşılamayacak kadar zayıf olmak anlamına geliyor. İnsan kendi iktidarının hiç hükmünde olduğunu anlıyor. Kula verilen aczden maksat, insanın haddini bilip Allah’ın sonsuz kudretini idrak etmesi ve O’na iltica etmesi manasını taşıyor. Bu sebeple acz yolu, aşk yolundan daha tesirli ve daha selâmetli.Fakr; insanın muhtaçlığını ifade ediyor. Fakr sayesinde, insan Allah’ın Ehad ve Samed olduğunu, her şeyin O’na muhtaç olduğunu ve O’nun hiçbir şeye muhtaç olmadığını anlamamızı sağlıyor. Hatta insan fakr yoluyla Rahman ismine ulaşıyor.Şefkat ise; Allah’ın rahmet ve hikmetinin bir cilvesi ve bir tezahürü. Hatta insanın mahiyetindeki cüz’i şefkat, Allah’ın küllî şefkatine açılan bir pencere gibi. İnsan bu cüz’i şefkati ile kıyas yapıp, külli şefkate intikal ediyor. Şefkat yoluyla, sonsuz şefkat sahibi olan Cenâb-ı Hakk’a ulaşıyor. Zira insandaki bu cüz’i şefkat olmasaydı, insan hiçbir zaman Allah’ın küllî şefkatini anlayamayacaktı.Allah’ın insanlara kainattaki her şeyi musahhar etmesi, O’nun şefkatini gösteriyor. Allah’ın şefkati ancak tefekkür ile anlaşılacak bir durum. Tefekkür ise gafleti izale etmesi yönüyle karşımıza çıkıyor. Nitekim Allah’ı tanımanın en güzel yolu eserlerinden hareket ederek Eser Sahibi’ni tanımak. Yarattıkları üzerindeki marifet parıltılarını düşünmek, bizi yine Rahman’a ulaştırıyor. Risale-i Nur mesleğinin bu dört esasının ana hedefi nefis terbiyesi ve kâmil Müslüman olmak. Nitekim Allah Rasûlü (sas) de “Siz yerdekilere merhamet edin ki göktekiler de size merhamet etsin.” buyurarak bizi müspet duygulara davet ediyor.

23 Şubat 2015 Pazartesi

OKK 43.Blog Tur Deniz Feneri Koyu//Kimberley Freeman - TANITIM VE ÇEKİLİŞ

Herkese merhaba!

OKK’nın 43.blog turunun konuğu Arkadya Yayınları’ndan çıkan Kimberley Freeman’ın yazmış olduğu Deniz Feneri Koyu romanı!

Kitabımızı Tanıyalım^^

"Belki de kırılmıştır kalbim. Bildiğimiz anlamda kırık bir kalp değil, sadece ortadan ikiye çatlamış bir kalp de değil. Şömine rafından alınıp, sert bir el tarafından sökülerek parçalarına ayrılan, sonra da paramparça bir halde yere bırakılan bir saat gibi. Bir daha çalışamayacak kadar parçalanmış bir saat…"

Ünlü bir kuyumcu ailesinin gelini olan Isabella Winterbourne, kalbi acıdan kavrulsa da, 1901 yılında eşiyle birlikte o çok kıymetli hediyeyi Avustralya parlamentosuna teslim etmek üzere bir gemi yolculuğuna çıkmak zorundadır. Ancak gemi Queensland sahilinde batar ve bu kazadan sağ kurtulan tek kişi Isabella'dır. Ve ne talihtir ki eşinin gözü gibi sakındığı hediye de kıyıya vurmuştur. Isabella bir karar vermek zorundadır. Ya kocasının zengin ve baskıcı ailesine geri dönecektir ya da elindeki bu hediyeyle yıllardır özlemini çektiği saklı rüyasını gerçekleştirecektir. İşte o an uçsuz bucaksız karanlık sahilde bir ışık dikkatini çeker. Ve Isabella deniz fenerinin sığınağına bırakır kendini…

Bir asır sonra Libby Slater, hiç karşılık beklemeden sevdiği adamı kaybedince, artık ona anlamsız gelen Paris şehrini ardında bırakmaya karar verir. Yaşamını çocukluğunun geçtiği Deniz Feneri Koyu'nda devam ettirecektir. Ancak yirmi senedir hiç görüşmediği kız kardeşinin düşüncesi onu endişelendirse de geçmişte yapılan hataların telafisi yoktur. Dahası fener evinde kalmaya başladığı günler ona bu koyun her zaman sürprizlerle dolu olduğunu gösterecektir…

Kır Çiçeği Tepesi ile gönülleri fetheden Kimberley Freeman, farklı yüzyıllarda yaşamış iki kadının geçmişi geride bırakıp geleceklerine yön verişlerini ustalıkla anlatıyor. Ve bu kadınların aradıkları cevaplar ise Deniz Feneri Koyu'nda saklı.

"Freeman, bir asır arayla yaşayan ama geçmişin zorluklarıyla bir şekilde başa çıkan ve aynı deniz fenerinin huzuruna sığınan iki kadının hikâyesini ustalıkla kaleme alıyor." 

-Publishers Weekly-

TAKVİM

20.02.2015

Tanıtım

Pudra Tozu

Kitap Tutkusu

Kütüphanemden Kitap Manzaraları

Fighting!!

21.02.2015

Pudra Tozu - İkinci Kadın Olmaz

Kitap Tutkusu - Deniz Feneri Koyu’ndan Alıntılar.

Kütüphanemden Kitap Manzaraları - Kimberley Freeman ile Röportaj.

Fighting!! - Ön Okuma.

Fighting!! - Ya Bir Gün Issız Adaya Düşerseniz?

22.02.2015

Yorum

Pudra Tozu

Kitap Tutkusu

Kütüphanemden Kitap Manzaraları

Fighting!!

ÇEKİLİŞ İÇİN TIKTIK!

Katkılarından Dolayı Arkadya Yayınları'na Teşekkürler.

Bizi izlemeye devam edin :3

20 Şubat 2015 Cuma

Chris Greenhalgh İle Ingrid Bergman Ve Robert Capa Üzerine Röportaj

Ingrid Bergman'ı Baştan Çıkarmak kitabının yazarı Chris Greenhalgh'a kitap hakkında merak ettiklerimizi sordum. 

Hem yazarımızı tanıyalım, hem de kitabın yazım sürecine daha yakından şahit olalım. 

Merhaba Chris, seni daha yakından tanımak isteriz. Bize biraz kendinden bahseder misin?

1963 yılında Manchester’da doğdum. Üniversitede İngiliz Edebiyatı bölümü okudum ve Amerikan şair  Frank O’Hara üzerine doktora yaptım. Öğretmenlik yaptım ve şu an Londra’da buna devam ediyorum. İki romanım, bir senaryom (Coco Chanel ve Igor Stravinsky) ve üç şiir kitabım yayınlandı. Eşim Ruth’la iki oğlumuz var.

İnsanlar genelde Ingrid Bergman & Roberto Rossellini ilişkisini bilir, bunun hakkında konuşur. Bizim bu durumdan bir şikayetimiz yok aksine çok sevdik ama sen neden Ingrid Bergman & Robert Capa aşkını yazdın? İlhamın neydi?

Herkes Rossellini hikayesini bilirken bana göre daha ilginç olan Capa hikayesini bilmediklerini fark ettim. İlk romanım duyular üzerineydi ses (müzik) ve koku (parfüm); ikincisi ise görme (Fotoğrafçılık/Sinema) ve dokunma (aşıklar) duyularına hitap etsin istedim. Capa ve Bergman bunun tam karşılığıydılar, hikayelerini savaş sonrası önemli bir tarihi arka planda ve iki ilginç şehirde –Paris ve Hollywood- tekrar anlatmak istedim. 

Araştırma yaparken ne tür kaynaklar kullandın?

Ingrid Bergman’ın filmlerinnden; başlıca olarak Casablanca, Notorious, Spellbound, The Arch of Triumph yararlandım. Capa ve Bergman’ın biyografilerini kullandım; hatta Hitchcock’unkini de.

Kitap yayınlandığında ne tür geri dönüşler aldın?  

Olumlu dönüşler aldım, özellikle de kadınlardan. Hollywood tarafından film yapılma ihtimali var ama göreceğiz.

-İşte bu habere Woww derim! *_* 

Kitap seni değiştirdi mi? Üzerinde ne tür etkileri oldu? Ingrid'e ve onun hayatına başka bir gözle bakmanı sağladı mı?

Beni değiştirmedi ama sanırım olgunlaştırdı ve bir yazar olarak kendimi daha fazla geliştirmeme yardımcı oldu. Ingrid’e farklı bir gözle bakmamı sağladı – onu bir azize gibi saflığın temsili olarak görüyorduk.  Aslında o tutkulu bir kadındı. Bu iki şeyi bir arada uyum içinde tutmak oldukça zor olmuş.

 Ingrid Bergman & Robert Capa gibi başka bir ünlü çift hakkında tekrar yazmayı düşünüyor musun?

Hayır. Şimdiye kadar bunu iki kez yaptığım için bir ihtimal daha az satılsa bile başka bir şeyler yazmayı düşünüyorum.

Türkçe edisyon kapağını nasıl buldun? Yayınlanan kapaklar içerisinde favorin hangisi? 

Kapağı çok sevdim. İngiltere ve ABD kapaklarından daha iyi olmuş. Sanırım en çok renkleri ve resmi sevdim. Bir yandan tarihi görünürken diğer yandan oyunbaz ve eğlenceli görünüyor.

Bize vakit ayırdığın için teşekkürler. Eklemek istediğin bir şey var mı?

İlginiz için gerçekten çok teşekkür ederim. Umarım kitabı sevmişsinizdir.

İnternet sitemde daha fazlasını bulabilirsiniz: chris-greenhalgh.com. Kitap hakkında yapılan 45 dakikalık röportajı da izleyebilirsiniz. Bir sorunuz olduğunda sormaktan çekinmeyin. Sevgiler!  

Bu yazıyı "benherneysemo.blogspot.com" dışında herhangi bir blog/forum/internet sitesinde okuyorsanız, şahsımın bilgisi dışında ÇALINMIŞ DEMEKTİR!!! 

Onlar annelerinin prensi

Bir evin bir oğlu olmak varmış dünyada. Zira anneler, biricik oğullarını, çoluk çocuğa karışmış olsalar bile sabah işe uğurluyor, öğlen yemek yapıp iş yerine götürüyor. Oğulların da annelerine olan muhabbetine diyecek yok.Bir evin bir oğlu üzerine haber yaptığımızı duyan eş dost, “Halamın oğlu öyle, 21 yaşında ve tırnaklarını hâlâ annesi keser!”, “Komşumun bir tane oğlu var, çocuk 30’una geldi, iş görüşmelerine babası götürüyor!”, “Eniştem bir evin bir oğlu, annesi düğünde kızın annesinden çok ağladı. Bir ara baktık terleyen oğlunun sırtına havlu koyuyor!” derken örnekler gittikçe artıyor. ‘Annelerinin prensi’ olarak görülen delikanlıların bir dediği iki edilmiyor, evde istediği yemekler pişiyor, kumanda onların hakimiyetinde, her tartışmada onlar haklı. Üstelik anneler de prensler de bu hallerinden memnun.OĞLAN HAKKÂRİ’DE, ANNESİ EVDE ASKERLİK YAPTIMuhammed Ali Günerhanal, annesinin bitanecik prensi. Bu tabiri işitince “Tam bir prensim tabii. Annem her istediğimi yapar.” diyor. Kız kardeşi Rukiye “30’una geldin, hâlâ 10 yaşındaymış gibi muamele görüyorsun.” karşılığını verince evin tek oğlu, “Annem beni kayırıyor, gururumu çok okşuyor.” deyip gülüyor. Sazı alan Rukiye, annesiyle abisinin diyaloğunu anlatan örnekleri sıralıyor: “Abim askere gitti. Annem mi askerlik yaptı, abim mi belli değil! Abim telefonda ‘üşüdüm anne’ dese annem kışın ortasında bütün pencereleri açıp ‘Oğlum orda üşüyorsa ben de burada üşürüm’ diyor. Ya da abim o gün patates mi yemiş, annem bize de patates yediriyor.” Anne Asiye Günerhanal da Hakkâri’ye asker göndermenin kolay olmadığını anlatıyor. Aylarca ne yediğinden bir şey anlamış, ne konuştuğundan. Oğlu gelene kadar gözyaşı dinmemiş. Rukiye abisinin ayakkabı bağlamayı bile askere gitmeden önce öğrendiğinden bahsedince Muhammed Ali, “Annem beni kendine bağımlı yetiştirdi.” deyip dalga geçiyor.‘Asiye Sultan’ dediği annesi de oğlunun ev işlerinde kendisine yardım etmediğini, ancak derli toplu olduğunu söyleyince Muhammed Ali, “Çöpü atıyorum ya daha ne olsun?” deyiveriyor. Kız kardeşler annenin oğlunu kayırmasına içten içe bozulsa da abinin esprili tavırları gönüllerini yumuşatıyor.Babanın biricik oğluna tavrı nasıl peki? Muhammed Ali’nin ifadesiyle o, kızlarına baba oldu. Belli ki evde sevimli bir Seferoğulları-Tellioğulları gruplaşması var. İç işlerini çok karıştırmadan sözü Muhammed Ali’nin evliliğine getiriyoruz. Delikanlı, bir evin bir oğlu olduğu için kızların önyargılı yaklaştığını, evlenemediğini söylüyor. Anne Asiye Günerhanal, bütün samimiyetiyle “Gelinim olursa oğlumdan ayrı tutmam. En az onun kadar severim.” diyor. Rukiye abisine, eşi annesinden rahatsız olduğu takdirde ne yapacağını soruyor. Muhammed Ali’nin cevabı yine şakayla karışık: “Onu kapıya koyarım!”‘ANNEMİN İLGİSİNİ KİMSEYLE PAYLAŞAMAM’Osman Kırsaç, bir evin bir oğlu olmaktan son derece memnun. Ne çocukluğunda ne de yetişkinliğinde bir ağabeyi ya da erkek kardeşi olmasını istememiş. “Annemin ilgisi kimseyle paylaşamazdım.” diyen Kırsaç, yanında bu mevzu konuşulduğunda verdiği tepkileri gülerek hatırlıyor. Annesi Nurten Kırsaç da “Erkek kardeşi olsa bir kaşık suda boğardı herhalde.” diye espri yapıyor.Kırsaç, annesi biraz fazla süslense kızar, kınaya gittiklerinde yerinden kalkmasına izin vermezmiş. Annesinin tabiriyle onun eteğinden ayrılmazmış. Oğlan büyüyüp sokağa çıkmaya başlayınca annesini, “Oğluma bir şey olur mu?” endişesi sarmış. Anne Kırsaç haksız sayılmaz, çünkü Osman Kırsaç bisikletle şehrin altını üstüne getirirmiş. Oğlu, “Bir keresinde Ereğli'den Zonguldak'a gitmiştim…” diye macerasını anlatmaya başlayacakken annesi, “O kadar yolu gidip geldiğini bana söyleme bari.” diyor.Onların tatlı çekişmesi esnasında Osman Kırsaç'ın bir yıl yatılı okula gittiğini öğreniyoruz. Anne Kırsaç, o yıl üzüntüsünden gecesinin gündüzüne karıştığını anlatıyor. Nitekim onu yatılı okuldan almak istemiş ama eşi, yatılı okulun faydalı olacağını düşünüyormuş. Okulla ev çok yakın olduğu için herkes ona ‘Deli misin?' dese de anne yüreği işte. Sonraki yıl Nurten Kırsaç mücadelesinde galip gelmiş ve oğlu evden gidip gelmeye başlamış yine.Anne Kırsaç, oğlunu askere gönderirken de evlendirirken de çok zorlanmış. Oğlu askerdeyken ayrılık acısının yanına başka acılar da eklenmiş. Eşini kaybetmiş. “Ben burada kardeşlerimle, akrabalarımla acımı paylaşıp hafifliyordum ama Osman'ım orda yalnız ne yapıyordu kim bilir?” diyen Nurten Kırsaç, hâlâ üzülüyor oğlunun askerdeki haline. Eşine verdiği sevgiyi de oğluna verdiğini, onun evin direği olduğunu söyleyen anne, hayır duasını eksik etmiyor oğlunun üzerinden.Oğlu evlenip barklandı, peki bu bağlılık gelini rahatsız etti mi derseniz söyleyelim: Etmemiş. Zeynep Kırsaç, “Kıskanmak aklıma bile gelmedi.” diyor. Hatta oğluna düşkün annenin evlilikte gölge olmayacağını dile getiriyor. Nurten Kırsaç da gelininden muhabbetle bahsediyor: “Oğlum benim için neyse gelinim de o. Ayırt edemem.”Osman Kırsaç, her gün annesine uğruyor. Günde iki-üç defa da telefonlaşıyorlar. Birbirlerinin sesini duymazsa rahat edemiyorlar.Her öğlen oğluna yemek götürüyor36 yaşındaki Osman Kırsaç, esnaf. Zannetmeyin ki öğle yemeğini civar lokantalardan yiyor. Annesi her gün yemek yapıp, oğluna götürüyor. Geçtiğimiz günlerde yemek götürememiş. Osman Kırsaç, dışarıdan yemiş yemesine ama bir güzel zehirlenmiş! Annesi bunu günler sonra öğrenmiş tabii. Vicdan azabı yakasına nasıl yapışmışsa o gün bugündür yemekleri aksatmıyor. Dükkânda attığı her adımda da oğluna dua ediyor.‘Evin prensi değil padişahıyım’38 yaşındaki Çelebi Ağca, annesi Meryem Ağca'nın prensi. Fakat Çelebi ağabey bu hitaba bozuluyor, “Ne prensi, ben evin padişahıyım.” diye espri yapıyor.Masanın başına oturduğunu, servisin ilk kendisine yapıldığını, yemeği biter bitmez çayının doldurulduğunu, izzet ikram konusunda etrafında fır döndüklerini anlatıyor. “Bir dediğim ikiletilmez.” dediği anda kız kardeşi Tuğba Ağca söze karışıyor, “Eve geldiğinde kumanda onun hâkimiyetine geçer mesela. Abim ne isterse o seyredilir.” deyiveriyor. Tartışmalarında her zaman abisinin haklı olduğunu da vurguluyor. İki kız kardeş kavga ettiğinde anne Meryem Ağca müdahale etmiyormuş ama Çelebi ağabeyle tartışmışlarsa anne işin içinde! “Abinizi üzmeyin.” nidası kulaklarda yankılanırmış o anda. Çelebi Ağca da ön planda tutulduğunu kabul ediyor ve bunu Erzincan kültüründe yetişmesine bağlıyor. Halalarının kendisini ‘evin bi denesi' diye sevip el üstünde tuttuğunu söylüyor.Gün geliyor, Çelebi Ağca üniversiteyi kazanıyor. Ardında sessiz sessiz ağlayan bir anne bırakıyor. “Üniversiteye bir çantayla gidersiniz değil mi? Ben yün yorganlarla, döşeklerle ağa çocuğu gibi gittim yurda.” diyor. Cep telefonunun yaygın olmadığı o dönemde annesiyle her gün telefonlaştıklarını, ne yiyip ne içtiğini anlattığını, hayır duasını aldığını dile getiriyor. Diyarbakır'a askere gittiğinde de Meryem Ağca yalnız bırakmamış oğlunu. Ziyaretine gitmiş, duasını asla eksik etmemiş. Babasının ahvalini soracak olursanız; o daha sert davranırmış oğluna. Bol bol sorumluluk vererek hayata hazırlarmış. Çelebi Ağca, onun sevgisinden de zerre kadar şüphe duymazmış.1 evin 1 kızıyla evliAğca ailesinin gelini Öznur da bir evin bir kızı. Babası onu ‘gözümün nuru' diye sever, “Dünya bir yana, kızım bir yana.” dermiş. Ağca, el üstünde büyütüldüğünü, şımartıldığını anlatıyor. Ona göre eşi, iki evin tek reisi olduğu için annesi ve kız kardeşleri tarafından abartılı seviliyor. Herkes Çelebi Ağca'nın üzerine titriyor, bir dediğini iki etmiyor. Öznur Ağca, bu durumu kıskanmıyor, “Annenin yeri ayrı, eşin yeri ayrı.” diyor.Hâlâ her sabah annesi işe uğurluyorKarşılıklı dairelerde oturan anne oğulun iletişim şekillerinden biri de zile basmak. Çelebi Ağca, her sabah 06.50'de zile basıyor, annesi pencereye çıkıp oğlu gözden kaybolana kadar dua ediyor. Ağca zile basmamışsa annesi telaşlanıyor. Ya kapılarını çalıyor ya da telefon ediyor. Çünkü oğlu kendisini hiçbir sabah ihmal etmiyor. “Meryem Ağca'nın cama çıkmadığı sabah yok mu?” diye soracak oluyoruz. Oğlu, “Çok hasta bile olsa mutlaka cama çıkıp dua eder.” diyor. Akşam işten dönen Ağca, yine ilk olarak annesinin dairesinin ziline basıyor, evine girmeden önce annesini görüyor, selam verip hal hatır soruyor.BOŞANMANIN EŞİĞİNE GELEN VAR“Delikanlı, bir evin bir oğluymuş.” lafını duyunca “Eyvah, annesine çok düşkündür o!” demeyen kız sayısı çok azdır herhalde. Zira evin tek oğluyla evli olana bir dokunan bin ah işitiyor. Boşanmanın eşiğinde olan Nihal Z., kayınvalidesinin oğlunu kendisiyle paylaşamadığından yakınıyor: “Eşimin annesi ne beni beğenir ne de herhangi bir konuda iltifat eder. Giydiğim kıyafetlere kulp takar, temizliğimi beğenmez. Eşimin üzerinde bir kırışık görse ‘Ne hale düştün oğlum' diye veryansın eder. Yaptığım yemeklere burun kıvırır, sürekli eksikliklerimden bahseder. Onun evine gittiğimizde eşime ‘ye oğlum' diye çok ısrar eder, bana sormaz bile. Eşim 32 yaşında olmasına rağmen annesi tırnaklarını keser, çoraplarını giydirir. Eşim benden de bunları bekliyor ama ben onun annesi değil, eşiyim. Onlarda kaldığımız bir akşam eşimle bana ayrı yataklar hazırladı mesela! Kıskançlığın boyutunu siz düşünün. Ben bile annemle her gün telefonlaşmıyorum, mahrem meselelerimi kimseye açmıyorum. Ama kayınvalidem evde aldığımız nefesten haberdar. O süreçte psikolojik destek almaya başladım. Psikoloğum, ‘Eşiniz iki kadın tarafından paylaşılamadığını düşünüyor ve bu halden memnun.' dedi. Nişanlılık sürecinde oğluna aşırı düşkün olduğunu fark etmiştim ama eşimin denge kuracağını düşünüyordum. Denge kurmayı denemedi bile. Üç yıllık evliliğim tehlikede.”

Ocak Ayı Ganimetlerim- 2015

Ocak Ayı Ganimetleri   Aslında hiç böyle olsun istememişim ama ne yazık ki evlendikten sonra okuma alışkanlığım biraz yavaşladı.:( Yine kitaplarım hayatımın en baş köşesinde ama insanın kendi evinin olmasının getirdiği sorumluluklar arttıkça okuma hızı da yavaşlıyormuş!!! Bana göre oldukça az Ocak ayı ganimetlerim nelermiş bakalım?1- Haruki MURAKAMİ- Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları okumak için tık tık2- Stefan ZWEIG- Amok KoşucusuStefan ZWEIG- Amok Koşucusu3- Jean Christophe GRANGE- Taş MeclisiJean Christophe GRANGE- Taş MeclisiBenimkiler bunlar peki sizin Ocak ayı ganimetleriniz neler hadi benimle paylaşın olur mu???Sevgiler Kitap Bağımlısı

16 Şubat 2015 Pazartesi

Mekanik Melek - Cassandra Clare (Cehennem Makineleri #1)

Kitap Adı: Mekanik Melek

Yazar: Cassandra Clare

Orijinal Adı: Clockwork Angel

Çeviri: Selim Yeniçeri

Yayınevi: Artemis Yayınları

 Sayfa Sayısı: 532

Basım: Aralık 2010

Seri: Cehennem Makineleri // The Infernal Devices

Ölümcül Oyuncaklar Serisi (The Mortal Instruments):

#1 Kemikler Şehri (City of Bones)

 #2 Küller Şehri (City of Ashes)

#3 Camlar Şehri (City of Glass)

#4 Düşmüş Melekler Şehri (City of Fallen Angels)

#5 Kayıp Ruhlar Şehri (City of Lost Souls)

#6 Cennet Ateşi Şehri (City of Heavenly Fire)

Yan Seri: Cehennem Makineleri Serisi (The Infernal Devices):

#1 Mekanik Melek (Clockwork Angel)

#2 Mekanik Prens (Clockwork Prince)

#3 Mekanik Prenses (Clockwork Princess)

Diğer Kitaplar

#Gölge Avcısı'nın El Kitabı (The Shadowhunter's Codex)

#Bane Chronicles 1-11

Eğer dünyada sizi seven, sizi umursayan hiç kimse yoksa, gerçekten var olduğunuz söylenebilir miydi?

Ölümcül Oyuncaklar serisi de harika olmakla birlikte genelde gölge avcıları dendi mi çoğu kişinin Cehennem Makineleri serisini daha çok sevdiği bir gerçek. Bakalım bana göre de öyle mi? ^^

Tessa, Amerika'lı bir genç kızdır. Ona bakan halası da ölünce çalışmak için  İngiltere'ye gitmiş olan ağabeyi Nate'ten bir mektup alır. Ağabeyi Tessa'yı İngiltere'ye çağırıyordur; zarfta bir de bilet vardır. Kızımız kendisini İngiltere'ye götüren gemide; sonsuz okyanusu seyrederken başına geleceklerden habersizdir. 

Önce iskelede kendisini ağabeyine götüreceklerini söyleyen Kara Kardeşler tarafından kaçırılır ve korkunç bir yeteneği olduğunu öğrenir. Üstelik herkes bu yeteneğin peşindedir. Tessa ağabeyini kurtarmaya çalışırken Gölge Avcıları'nın dünyasına giriverir. Ve en korkunç kabuslarında bile göremeyeceği bir durumun içinde buluverir kendini. 

***

Öyle bir zaman hayal edin ki 1800'lerin sonundaki Londra... 

Gölge Avcıları... 

Aşağı Dünyalılar... 

Teknolojinin gelişmediği bir dünyada yaratık avlamak... 

Öyle muhteşem bir atmosferde geçiyor ki kitap; beni etkilememesi imkansızdı. Londra'yı severim, tarihi Londra ise iki katı cezbedici. Gölge Avcıları'nı da severim. Ama günümüzün teknolojik nimetlerinden faydalanamayan, çoğu şeyi daha ilkel yollarla halletmeye çalışan Gölge Avcıları'nın  o etkileyici tarihine şahit olmak paha biçilemez. 

Kendinizi bir anda steampunk bir Londra'da buluyorsunuz. *_*

Tessa'yla okyanusta yolculuk yaparken ağabeyinize kavuşmanın hayalini kuruyor, Kara Kardeşler'in eline düştüğünde yaşağıdı dehşeti onunla birlikte yaşıyorsunuz. Gölge Avcıları dünyasına girdiğinizde ise Will'i gördüğünüzde sizin de onun gibi kalbiniz çarpıyor. 

---

"Ölü.""Emin misin?""Benim dokunuşlarıma tepki vermiyor, öyleyse ölü olmalı."

---

Gölge Avcısı Will görünürde yakışıklı, kendini beğenmiş, ukala ve kendini olduğundan kötü göstermeye çalışıyor her daim. Ancak biraz tanıyınca bunların sadece altındaki kişiyi saklamak için bir maske olduğunuzu görüyorsunuz. 

Etileyici, iyi, alıp bağrınıza basma hissi uyandıran Jem'in ise korkunç bir sırrı var. 

O dönemlerde bir kadın olarak enstitüyü elinde tutmak için insan üstü güç harcayan Charlotte ve onun icatlarla kafayı bozmuş kocası Henry

Yüzündeki yara iziyle yaşamak zorunda olan hizmetçi Sophie.. 

Ve daha nice çarpıcı karakter. 

---

"Sen Magister mısın?""Magister mı? O kelime, Latince'de  usta anlamına gelmiyor mu?""Ben... Sanırım öyle.""Pek çok konuda usta olduğum söylenebilir. Londra sokaklarında yolumu bulmak, kadril dansı yapmak, Japon çiçek düzenleme sanatı, yalan söylemek, sarhoş değilmiş gibi davranmak, büyüleyici özelliklerimle genç kadınları eğlendirmek... Ama, kimse bana usta veya Magister diye hitap etmedi. Ne kadar üzücü..."

---

Cassandra harika dünyalar kurduğu kadar, harika da karakterler yaratıyor. Ancak bana göre en başarılı olduğu şeylerden biri gizem yaratmak. Kitapta insanın nefesini kesen, kitabı elinden bırakıp düşünmek zorunda bırakan olaylar yazması. Öyle üstü kapalı, merak ettirilen şey var ki, bir yerden sonra ağır geliyor. Ancak hiçbir zaman tek kitapta hepsini çözmüyor Cassandra. 

---

"Bu kitaplardan bazıları çok tehlikeli. Temkinli davranmak akıllıca olur.""Kitaplar söz konusu olduğunda, insan her zaman temkinli davranmalı. Ve bütün kitaplar tehlikelidir çünkü kelimeler bizi değiştirme gücüne sahiptir.""Herhangi bir kitabın bugüne kadar beni değiştirdiğinden şüpheliyim. Gerçi insana kendini bir koyuna dönüştürmeyi öğreteceğini iddia eden bir kitap okumuştum.""Ancak güçsüz zihinler şiirden ve edebiyattan etkilenmeyi reddeder."

---

Ben de bu seriyi Ölümcül Oyuncaklar'dan birazcık daha fazla sevdim. Çünkü dediğim gibi o dönem havası kitabı daha fazla sevilir yaptı bana göre. Ayrıca Tessa'nın gölge avcısı olmaması da harika bir şeydi.

Bu kitapta da adı geçen Gölge Avcısı'nın El Kitabı çıktı, ben de aldım ^_^

Sıra çok merak ettiğim Magnus Bane Günceleri'nde. Ki bu kitapta Magnus'un olduğu yerleri resmen içtim. Adam kadınların uğruna cinsiyet değiştirmeyi göze alacakları kadar taş :p 

Muhteşem bir seri, muhteşem bir kitap. 

Bu arada okuduktan belli bir zaman geçtikten sonra anca yorum yazmıştım ve bu yorumu yayınladığımı sanıyordum  o.O Görünce şok oldum :DSevgiler :*

PUANIM:

Bu yazıyı "benherneysemo.blogspot.com" dışında herhangi bir blog/forum/internet sitesinde okuyorsanız, şahsımın bilgisi dışında ÇALINMIŞ DEMEKTİR!!!

13 Şubat 2015 Cuma

Çocuğunuzun vicdanını susturmayın

Çocuğunuzu dövüyorsunuz, “Acımadı ki acımadı ki” şeklinde tepki veriyor. Çünkü içindeki bazı duygular ölmüş. Kendisine merhamet edilmediği için bir başkasına merhamet etme gereği duymuyor. Vicdanı sürekli susturulduğu için zamanla konuşamaz hale geliyor. Peki, vicdanlarının sesini nerede kıstık?Hıncahınç dolu bir otobüs… Adım atacak yer yok. Ayakta duran yaşlı bir amca göze çarpıyor. Kalabalıktan biri, “Ayıp yahu! Biri kalkıp yer versin amcaya” dediği anda 10-11 yaşlarındaki sarışın oğlan yerinden fırlıyor. Annesi, çocuğun koluna yapışıp, “Otur oturduğun yerde, başkası kalkar.” diyor. Yanı başlarında duran delikanlı, “Vicdanın mı körelmiş hanım, yer versin işte çocuk.” dese de anne umursamıyor, çocuk mahcup... Bu manzara karşısında aklımıza ‘Vicdanlı çocuk nasıl yetiştirilir?’ sorusu düşüyor.Uzman psikolog Yasemin Yalçın Aktosun, vicdan kelimesinin tahliliyle söze başlıyor: “Vicdan, ‘bulmak’ manasını taşıyan ‘vecede’ kökünden gelir. Neyi buluyorsunuz peki? İnsanoğlu gördüklerini, duyduklarını, hissettiklerini, fark ettiklerini yani bulduklarını iç dünyasında bir süzgeçten geçirir, sonuca varır. Vicdan bir nevi mahkemedir. Olayları o mahkemeye gönderir, ‘Ne yapmak istiyorsun? Ne hissediyorsun?’ sorularıyla cevabını bulur. Vicdanımızın sesi dediğimiz de işte bu cevaplar…”Peki, vicdan mekanizmasının temeli ne zaman atılıyor? Aktosun’a göre, temeller hamilelikle beraber atılıyor. Bebek anne karnında gergin de olabilir, mutlu da. Anne ne hissederse bebek de doğrudan onu hissediyor. Fakat bebek doğduktan sonra vicdanı işlerlik kazanıyor.“Vicdan aynı zamanda hissedebilme becerisidir.” diyen Aktosun, kişinin bir şeyi hissedebilmesi için kendisinin de hissedilebilmesinin önemli olduğunu söylüyor. Yani sizin duygularınız anlaşılmalı ki bir başkasının duygularını anlayabilesiniz, siz değerli hissetmelisiniz ki bir başkasına değer verebilesiniz. Dolayısıyla bebeğinizi de hissederseniz ona hissetmeyi öğretirsiniz. Bunu önemsemezseniz onun his çınarını yerle bir edersiniz. Aktosun’un ifadesiyle annenin bebeğin gözlerinin içine bakması, onu parmak uçlarıyla okşaması, sesiyle sakinleştirmesi vicdan eğitiminde önemli.Bebeğiniz zamanla büyüyor. Heyecanlanıyor, şaşırıyor, mutlu oluyor ve bu duyguların karşı tarafta ne tepki uyandırdığına merakla bakıyor. Karşısında donuk, kaşları çatık, “He tamam tamam.” diyen bir ebeveyn görürse çocuk hislerinin bir karşılığı olmadığını düşünüyor. Bir çiçek gördüğünde “Anne baksana ne kadar güzel.” diyen çocuk, geçiştirildiğinde “Hımm demek ki bu kadar önemli değil.” fikrine kapılıyor. Veya sokakta üşüyen bir kedi görüyor, üzüntüyle ondan bahsederken ebeveyni, “Dokunma sakın, mikrop kaparsın.” diye kızıyor. Çocuk burada kediye üzülmemesi gerektiğini öğreniyor. Heyecanı ve üzüntüsü anlaşılmayan bu çocuk, duygularının anlamlı olmadığını düşünüyor, dünyayla arasındaki bağ zayıflıyor ve bencilleşiyor.Bebek 0-2 yaş aralığında ihtiyaç eksenli yaşıyor. Aldığı tepkilerle bir şeyler hissetmeyi öğreniyor. Diyelim çocuk ağzını kapatmış ve yemek istemiyor. Ağzını tutup zorla yediriyorsunuz. Bu aslında ‘seni duymuyorum’ demek. Bebek daha minicikken bir insanın duyulmaması gerektiğini öğreniyor. 35 yıl sonra bu insana baktığınızda o da birilerini duymuyor zaten.Üç yaşına geldiğinde ise ben merkezci bir döneme giriyor, o zamana kadar duyguları değer görmeyen çocuk, duyarlılığını kaybetmeye başlıyor, kendisinden başka hiç kimsenin değerli olmadığını düşünüyor. Sonraki yıllarda da vicdansızlaşma silsilesi sökün ediyor.Baba ne kadar etkili?Babanın vicdan eğitimindeki rolünü merak ediyoruz. Aktosun’a göre baba, anneye olan yaklaşımıyla hep aktif. Bebeğin huzurlu bir anneye ihtiyacı olduğu gibi annenin de ona destek veren bir eşe ihtiyacı var. “Baba evin en güçlüsü. Allah yaratılışına bir güç koymuş. Ses tonu farklı, sesini ekstra yükseltmesine gerek yok. Elleri büyük, parmağını ekstra sallamasına gerek yok. Bağırıp şiddet uyguluyorsa orantısız güç kullanmış olur. Baba kural koyar ve düzenli takip eder. Çocuğunu adam yerine koyarsa adam olur. Dalga geçerse, ezerse, duygularını yok sayarsa ergenlikte çarpık davranışlar ortaya çıkar. Ama güven telkin etmişse kişiliği, kimliği onaylanmış bir birey olur.” diye konuşan Aktosun, çocuğu disipline etmek için katı metotlardan kaçınılması gerektiğini dile getiriyor. Şayet baba, çocuğu disipline etmek için katı metotlar uyguluyorsa, çocuk savunma mekanizması geliştirip birinin onu üzmesi halinde donuklaşmayı öğreniyor. Sert ve kaba tavırlar onun hislerini durdurmasına neden olabildiği gibi, “N’oldu, kim üzdü seni, kıyamam sana.” şeklindeki abartılı tepkiler de bu mekanizmanın sağlıklı işlemesine engel oluyor.Vicdansızlık öğrenilirÇocuğumuz acımasızsa o sesi bir yerde biz kısmışızdır muhakkak. Çelişkili tavırlarımıza bir göz atalım. Eve gelen misafiri güler yüzle karşılayıp onlar gittikten sonra “Aman kalkmak bilmedi.” diyorsak ya da biri geldiğinde çocuğa “Yok” dedirtiyorsak, çocuk bu tutarsız tavırları fark ediyor. “Bugün ona yalan söyleyen babam, yarın bana da söyleyebilir.” diyen çocuğun güven duygusu zedeleniyor. Bu durumdan çıkmak için çarpık çözümler buluyor. Samimiyetsiz, yalan dolan tavırlar onun vicdanında makes buluyor. Vicdanın konuşmasından bunalan çocuk, bu hali normalleştirmeye girişiyor ve vicdanı katılaşmaya başlıyor.Uzman psikolog Yasemin Yalçın Aktosun, dengeli davranmayı öneriyor. Ne çok duyarsız ne de abartılı… Ceza sistemini ise hiç tasvip etmiyor: “Çocuk yanlış yaptığı için tokat yediyse kendisiyle hesaplaşmaya fırsat bulamaz, iç sesi susar, öfkelenir ve ‘Oh olsun’ demeye başlar. Ceza verirseniz vicdanı harekete geçme ihtiyacı hissetmez. Davranışının sonucuna katlanmayı öğretmeliyiz. Eldivenini giymiyorsa elleri üşür, bu bir sonuç. ‘Eldiven giymediğin için ellerin üşüdü’ dediğimiz halde ‘Giymeyeceğim’ diye tutturuyorsa bırakalım o sonucu yaşasın, karar almayı öğrensin. Ceza vermek yerine çocuğa fırsat tanıyın. Aksi halde öfkeyle dolar, sorgulama ihtiyacı hissetmez, vicdanı olaya kapanır. Çünkü bedel ödemiştir.”Çocuğun vicdanını suistimal etmeyinÇocuğunuz doydu ama ağlama numarası yapıyorsunuz. Vicdan mekanizmasında teselli etme duygusu olan çocuk, sizi teskin etmek için uzattığınız lokmayı yiyor. Bir süre sonra, bu ağlamaların yalan olduğunu fark ediyor. Bakıyor ki vicdanı ona yanlış hamle yaptırdı. Sonraki ağlamalara karşı teselli etme yoluna gitmiyor. Aktosun, “Size kıyamıyorsa, sizden korkuyorsa bu duygular kullanılmamalı. Çocuğun duygularıyla oynanmaz.” diyor. Duyguları suistimal edilen çocuğun vicdanının yaralandığına dikkat çekiyor.Bizim duyarlılığımızın çocukta yankı bulacağını aktaran Aktosun, çeşitli öneriler sunuyor: “Bitki yetiştirebilirsiniz veya parka gittiğinizde bitkilere karşı özenli davranabilirsiniz. Sokak hayvanlarına duyarlı davranabilirsiniz, kapının önüne bir su kabı koyup ‘Onlar susuz kalmasın’ diyebilirsiniz, engelli insanlara karşı hassas davranabilir, hasta ziyaretleriyle duyarlılığını geliştirebilirsiniz.”Sanal dünya vicdansızlık aşılıyorBilgisayar oyunlarının çocukların gerçeklik algısına zarar verdiği su götürmez bir gerçek. Oyunlarda kafalar kopuyor, kanlar fışkırıyor ve bunların hepsinin karşılığında puan topluyor çocuklar. Kanın akması, birinin ölmesi vicdanı harekete geçirecek bir durumken gerçeklik algısını kaybeden çocuğu etkilemiyor. Hatta babasının ölüm haberini duyan çocuk, “Nasılsa bir canı daha vardır.” tepkisini verebiliyor.Uzman psikolog Yasemin Yalçın Aktosun’a göre sanal oyunlar, çocuğun duygularını köreltmekle kalmıyor. Doğruyla yanlışın yerini değiştirmesine de sebep oluyor. Aktosun, kızıyla yaşadığı bir hadiseyi paylaşıyor: “Kızım bir çiftlik oyunu oynuyordu, baktım ağaçları kestikçe puan topluyor. Burada ağaç kesmek sevimli gösteriliyor. Bir ağacın büyümesinin yıllar sürdüğünü anlattığımda ‘Ama anne bu sadece oyun’ diyor ve kesilen ağaçlar onu üzmüyor. Benim üzüldüğümü görünce de şaşırıyor. Dikkat edilmezse bugün oyunda ağaç kesen, karakterleri öldüren çocuk büyüdüğünde de ‘Yükselmem için birilerini ezmem gerek’ diyor.” Aktosun, ebeveynin çocuğuyla beraber oynamasını, oyun üzerinde beraber düşünülmesini öneriyor.

Uzun Yağmurlardan Sonra - Bella Andre (The Sullivans #1)

Kitap Adı: Uzun Yağmurlardan Sonra

Yazar: Bella Andre

Orijinal Adı: The Look of Love

Çeviri: Selin Gül Seçer

Yayınevi: Novella Yayınları

 Sayfa Sayısı: Mart 2014

Basım: 331

Seri: The Sullivans #1

Seri Sıralaması:

#1 Uzun Yağmurlardan Sonra / The Look of Love (Chase & Chloe) Chase: Fotoğrafçı

#2 Sonrası Şiir Gibi / From This Moment On (Marcus&Nicola) Marcus: Şaraphane İşletmecisi

#3 Bir Kıvılcım Yeter / Can't Help Falling in Love (Gabe&Megan) Gabe: İtfaiyeci

#4 Gözlerinde Kaybolduğum Gece/I Only Have Eyes For You (Sophie&Jake) Sophie:Kütüphaneci

#5 If You Were Mine (Zach&Heather) Zach: Oto

#6 Let Me Be The One (Ryan&Vickie) Ryan: Beyzbol Oyuncusu

#7 Come A Little Bit Closer (Smith&Valentina) Smith: Aktör

#8 Always On My Mind (Lori&Greyson) Lori: Dansçı

#8,5 One Perfect Night (Noah&Colbie)

#9 The Way You Look Tonight (Rafe&While) Ryan: Özel Dedektif

#10 Kissing Under The Mistletoe (Mary&Lake)

#11 It's Must Be Your Love (Mia&Ford) Mia: Emlakçı

#12 Just To Be With You (Ian&Tatiana) Ian: Ceo

#13 I Love How You Loe Me (Dylan&Grace) Dylan: Tekne Üreticisi

#14 All I Ever Need is You 

#15 -İsimsiz

P.S: 9. Kitaptan sonrası aynı zamanda The Seattle Sullivans serisi adıyla geçiyor. 

Kalbini kaybetmekten korktuğu bir kadına vermişti... 

Chase bir fotoğrafçıdır. Sekiz adet kardeşi olan Chase'in hepsi birbirinden yakışıklı ve güzel geniş bir ailesi vardır. Ağabeyi Marcus'un şaraphanesinde yapılacak çekim için, bir gece önceden yola çıkmıştır. O yağmurlu gecede kenara çekmiş arabada yardıma ihtiyacı olan bir kadına rastlar. Chloe.Yüzü de yaralanmıştır. Chase yardım etmek için Chloe'yi yanında şaraphaneye götürür. Daha ilk görüşte kadından etkilenmiştir. 

Chloe şaraphanede kendini hiç olmadığı kadar rahat hissetmiştir. Ertesi gün yapılan çekimler, Chase'in kocaman ailesi Chloe'ye iyi gelmiştir. Çünkü eski kocasıyla olan sorunları, kimsesizliği derken; böyle geniş ve güzel bir aileye özlem duymaktadır. İkilinin arasındaki tutku dindirilemez hale gelir ancak öncelikle halledilmesi gereken başka duygular vardır... 

Bu kitabı okuyalı bir süre oldu ancak, henüz yorum girebiliyorum. 

Bella Andre merak ettiğim yazarlardan biriydi. 

Öncelikle böyle geniş aileli, her bir kardeşi anlatan serileri seviyorum. Sullivanları da çok sevdim. Ancak Bella Andre'nin iyi bir kalemi olmasına rağmen, bence bir şeyler eksikti. 

Konu güzel, karakterler güzel, serinin oturduğu zemin güzel ancak cinsellik kısmı beni kitaptan soğuttu. Sanırım bunu açıklamam gerekiyor çünkü ben Yetişkin Romanslar da okuyorum. Ama burada cinselliğin yoğun olması vs değildi beni rahatsız eden. Güzel bir konunun "ucuz cinsellikle" ucuzlaştırılmasıydı; bir de her sorunun yatakta çözülmeye çalışılması. Rahatsız olduğum tek yan buydu. Kalite sorunu. 

Onun dışında seriyi ve yazarın kalemini sevdim. Diğer kardeşleri çok merak ediyorum. 

Bence yazar umut vadediyor. Serinin gittikçe güzelleştiğini umuyorum. Zaten Novella ışık hızıyla çıkarıyor. *_* 

PUANIM: ♥♥♥

Bu yazıyı "benherneysemo.blogspot.com" dışında herhangi bir blog/forum/internet sitesinde okuyorsanız, şahsımın bilgisi dışında ÇALINMIŞ DEMEKTİR!!!

12 Şubat 2015 Perşembe

Kitap Alışverişi ^^

Uzun zamandır alışveriş yazısı yazmıyordum. Fuardan sonra toplu sipariş vermedim. Arada tek tük aldığım kitaplar oldu (ki onlar da o kadar fazlaydı ki kolayca bir yazı çıkardı) yazmak istemedim. Sonra Pegasus Yayınları ve Artemis Yayınları'ndan toplu alışveriş yapınca, alışveriş yazısı şart oldu dedim. Böyle dediğime bakmayın aslında yine yazmayacaktım, bu yazıyı Kitap Tutkusu'nun baskı ve tehditleriyle, ardından ona katılan One Better Day'in de tepkileriyle yazıyorum -_- Bu alışveriş yazısındaki kitapların hepsi bir kerede alınmadı bu arada. 

Pegasus Yayınları'ndan merak ettiğim kitapların ilk kitaplarını, okuduğum serilerin devam kitaplarını aldım. Candace Camp çok severim. İlk kitabı çıktığında ben üniversitedeydim ve ta o zamanlar okumuş, tek başına bir çöpçatanlık müessesesi olan Lady Francesca'ya bayılmıştım. Ardından ikinci kitabı alıp okumuştum, hatta alışveriş yazısı blogumda hala mevcut; ancak okumak için alınıp bir daha gelmeyince serimi tamamlamak için tekrar aldım. Bu arada henüz okumadığım 3. ve 4. kitabı da alarak serinin çıkmış kısmını tamamladım. 

Sylvia Day'in historicallarını seviyorum; Tutku Oyunları olmazsa olmazdı. 

Dönüşüm serisi deyince aklıma One Better Day geliyor. Neredeyse tanıştığımız günden beri bu serinin lafı geçiyor. Zihnimde OBD ile özdeşleşmiş. Onun gönderdiği alıntıların da *_* etkisiyle seriye başlama kararı aldım. 

Ölüm Oyunu dedikçe blog ikizim Kitap Tutkusu ile kalp atış hızımız iki katına çıkıyor. 

Labirent serisini kimi sevdi, kimi sevmedi. Kendim karar vermeyi tercih edeceğimden alıverdim, çok merak ediyorum!

Cadıların Keşfi'ni sırf adı için bile alırdım. Cadılar kalp ben!

Ve Bu Bir Oyun Değil *_*

Bu kitabın tanıtımını gördüğüm an kalbim yerinden oynadı! Zamanında online oyun müdavimi olduğumu ara ara yazarım. Ki yeniden o günlere dönebilme ihtimalim var gibi >.< Çünkü çok özlediğimi fark ettim. Bu kitabın konusu sanki beni o günlere döndürdü. O yüzden günlerce D&R'ı yol ettim ama bir türlü bulamayınca sipariş verdim. Artık benim *_*

Pegasus'ta olduğu gibi Artemis Yayınları'nda da serilerimi tamamlamaya öncelik verdim, bazı serilerin de başlangıç temellerini attım. Mesela bu alışverişle Sookie Stackhouse/Güneyli Vampirler, Ölümcül Oyuncaklar, Divergent/Uyumsuz serisini tamamladım. Diğerlerinin devamlarını aldım. Yeni olarak da 2 seriye başladım. 

Bu alışveriş de çok karmaşık yerlerden oldu. Vahşi Bir Lordun Kollarında serideki tek eksik kitabımdı, tamamlanmış oldu. Nicole Jordan Günah Prensi'yle NJ'da hiçbir eksiğim kalmadı. Ahlaksız Teklif elimde cep boy olarak vardı, büyük  halini bulunca aldım. Mektubumu Aldın Mı? da üniversite dönemi okuduğum historicallardan; ama elimde yoktu onu da aldım. Anna Campbell *_* Ölürüm. Tersyüz de Okuoku indiriminden.

Yine ordan burdan yapılan alışverişlerden :p

Bu seriyi de merak ediyordum ama almak nasip olmamıştı. Şimdiyeymiş. Aslında bakmayın hiç vaktim yok ama >.< 

İşte başımdan böyle alışverişler geçti canlar. 

Umarım siz de okumak istediğiniz kitaplara en kısa zamanda kavuşursunuz. 

Mesela ben;

Alır almaz buna başladım bile *_*

Bu bir kitap değil! Efsane!

Umarım devamında da aynısını düşünürüm.

Herkese bol kitaplı günler!

(Evet, bu lafı ikizimden çaldımdı -_- )

Bu yazıyı "benherneysemo.blogspot.com" dışında herhangi bir blog/forum/internet sitesinde okuyorsanız, şahsımın bilgisi dışında ÇALINMIŞ DEMEKTİR!!! 

9 Şubat 2015 Pazartesi

Ingrid Bergman'ı Baştan Çıkarmak - Chris Greenhalgh

Kitap Adı: Ingrid Bergman'ı Baştan Çıkarmak

Yazar Adı: Chris GreenhalghOrijinal Adı: Seducing Ingrid BergmanÇeviri: Taciser Belge - Ayşe Anadol

Yayınevi: Doğan Kitap

Basım: Ocak 2015

Sayfa Sayısı: 304

TARİH PAPARAZZİLİĞİ: Ingrid Bergman'ın Gerçek Aşkı Yazısı İçin TIKTIK!

---

"Hatırlasana, benim kaybedecek bir şeyim yok!"

"Ben varım ya!"

---

Yıl 1945. İkinci Dünya Savaşı tüm acımasızlığıyla sahnede. Bir yanda savaş fotoğrafları çeken Robert Capa. Diğer yanda herkesin sevgilisi Hollywood yıldızı aktris Ingrid Bergman. Ingrid, askerlere moral vermek için gittiği Paris'te Robert'la tanışır. Evlidir ama aralarındaki çekime karşı koyamazlar. Aşıklar şehri Paris'te savaşın ve günahın gölgesinde doludizgin bir kaçamak yaşarlar. 

Tarihi romanları çok severim. O yüzden bu kitabın arka kapağını okuduğumda bayılmıştım! Ingrid Bergman'ı çoğumuz tanırız ya da en azından Casablanca'yı izlemişizdir. Hal böyle olunca zamanında yaşamı büyük sansasyon yaratan bir yıldızın yaşamının bir parçasına şahitlik etmek çok değişik bir duygu. 

Kitap bir Ingrid'i, bir Robert'ı anlatıyor. Bu güzel bir tarz. Ancak anlamadığım şey Robert kendi ağzından anlatırken Ingrid'li kısımların üçüncü gözden anlatılmasıydı. Bunu biraz yadırgadım. Bir de şimdiki zamanla yazılmış olması yani -yor dili beni oldukça yordu. 

Kitabı okurken sevilen ve saygı duyulan bir fotoğrafçı olan Robert Capa'yı daha bir sevdim. Yer yer Ingrid'e bilenmemek elde değildi. Değişik duygular... 

Bir döneme tanıklık etmenin tatlı yorgunluğuyla kapattım kapağı. 

Sevgiler :*

Bu yazıyı "benherneysemo.blogspot.com" dışında herhangi bir blog/forum/internet sitesinde okuyorsanız, şahsımın bilgisi dışında ÇALINMIŞ DEMEKTİR!!! 

7 Şubat 2015 Cumartesi

Tarih Paparazziliği: Ingrid Bergman’ın Gerçek Aşkı

Ingrid Bergman evli, iki çocuğu olan İsveçli bir kadındır. O dönem Hollywood'a oyuncu ithal etmek pek bir moda. Kendisi dikkat çeker ve Hollywood'a transfer olur bir anda. Güzellik, yetenek, star ışığı; hepsi vardır Ingrid'de. Çok kısa sürede de star olur zaten. Evli, mutlu bir kadın imajı çizer hem; halk onu böyle tanır, böyle sever. İyi de bir film zevki vardır; yeni ve iyi eserleri de araştırır takdir eder. 

O dönem İtalya'da yeni gerçekçilik revaçtadır. Bu işin ustası da yönetmen Roberto Rosselini'dir. Ingrid'in de dikkatini çeker bu isim, izler filmlerini çok etkilenir. Dayanamaz, bir de mektup yazar. Herkesin uğruna kendini paraladığı o kadın, bir yönetmene hayran mektubu yazar. 

"Paisa ve Roma Citta Aperta adlı filmlerinizi izledim, pek beğendim." diye başlayan mektup; şu açık kapı bırakan çarpıcı sözlerle son bulur. "Eğer günün birinde mükemmel İngilizce konuşan, Almancasını çoktan unutmuş olan Fransızcası anlaşılmaz bir şekilde, İtalyancası sadece Ti Amo (Seni Seviyorum) diyebilen İsveçli bir artiste ihtiyacınız olursa, hemen İtalya'ya gelmeye ve sizinle film çevirmeye hazırım."

Hollywood'da bu kadar ünlü olan bir oyuncunun, neden İtalya'ya gitmek istediği bilinmez ama Roberto da yeşil ışık yakıp İngrid'i davet eder. Yönetmenliğini Rosselini'nin  yaptığı, başrolünü Ingrid'in oynadığı bir film çekerler: Stramboli. Film tam bir fiyasko olur, beğenilmez. Bunun şoku atlatılmadan, asıl şok edici olay çıkar ortaya. Ingrid hamiledir! Roberto'dan. Robertino adlı bir bebek getirir dünyaya. Ingrid evli, Roberto evli. Yasak aşkın yasak meyvesi bir bebek. Bebek doğar doğmaz Ingrid kocasından boşanır. Roberto ise boşanamaz, o dönem İtalya'da boşanmak oldukça zordur. Bu olay bomba gibi düşer ortalığa. Ingrid de hiç olmadığı kadar gözden düşer. Zaten Hollywood'u bırakıp İtalya'ya gittiği için duymadığı laf kalmamıştır. Aptallık ettiğini düşünmüştür herkes. 

Rol arkadaşı Humphery Bogart'la aralarında şöyle bir konuşma geçer:

-Rossellini ile evlenmekle çok büyük aptallık ettin. Hayatını mahvettin. Hollywood'da kalsaydın bir numaralı yıldız olacaktın. Burada nesin ki?

-Mesut bir kadın!

Skandaldan sonra o mutlu aile tablosunun arkasındaki günahkar hayat(!) ortaya çıkınca Ingrid tamamen aforoz edilir Hollywood'dan. Hiç teklif almaz. Roberto'nun eşi boşanmayı kabul eder, nihayet Roberto'yla Ingrid evlenir.

Ingrid Bergman & Roberto Rossellini

 Ama bu mutlu aile tablosu uzun sürmez. 7 yıllık evlilik; bir erkek, ikiz kız bebeklerden sonra boşanır bu sansasyonel çift. 

Bu dönem ortaya Ingrid Bergman'ın yerini dolduracak, Ingrid'e dış görünüş olarak da oldukça fazla benzeyen bir isim sürülmüştür: Grace Kelly. Benzerliği görmeniz açısından resim ekliyorum. 

Grace alır Ingrid'in yerini. Bir sürü film çeker, herkesin tanıdığı ünlü bir isim olur. Zirveye ulaştığında yaşadığı tatminden sonra bir prensle evlenerek prenses oluverir. Böylece sinemayı bırakır.  Hollywood yeniden Ingrid'e kalmıştır. Bunca yıldan sonra Ingrid'e teklif götürürler. Ingrid bir anda affedilmiş, yeniden bağra basılmıştır. Amerika'ya dönüp kaldığı yerden devam eder. 

Ardından bir kez daha evlenir Ingrid. Ama yaşadığı en sansasyonel iki aşk Robert ve Roberto'yla yaşadığı aşklardır. Roberto'yla yaşananlar 1950 sonrasına aittir. Bunun bir de öncesi 1945 yılı vardır ki, ilk kocası Petter'la evli olan Ingrid; savaş sonrası askerlerin moralini düzeltmek için gittiği Paris'te ünlü savaş fotoğrafçısı Robert Capa'yla tanışır. 

Robert Capa

Aşıklar şehri Paris'te unutulmaz günler yaşarlar. İkilinin bir araya geliş hikayesini ve yasak aşkın o yüreği ağza getiren heyecanını Ingrid Bergman'ı Baştan Çıkarmak kitabında bulabilirsiniz... 

Bu yazıyı "benherneysemo.blogspot.com" dışında herhangi bir blog/forum/internet sitesinde okuyorsanız, şahsımın bilgisi dışında ÇALINMIŞ DEMEKTİR!!!

6 Şubat 2015 Cuma

Yapıcı olmanın hal dili müspet hareket

Müspet hareket her zaman tavsiye edilse de bazı dönemlerin selametle sonuçlanması adına hayati önem taşıyor. Zira saldırgan üsluba karşı aynı dili kullanmak haklıyı haksıza, sevgiyi nefrete dönüştürebiliyor.Bediüzzaman Said Nursi, şartlar ve zaman ne getirirse getirsin etrafa saçılan menfiliklere kendi cinsinden cevap vermeyi değil, Kur’an hizmetine devam etmeyi seçmişti. Türlü iftiraların atıldığı dönemlerde bile talebelerine sabrı tavsiye etmişti. Hatta vefatından biraz önce, talebelerine yazdığı son mektup dahi şu ifadelerle başlar: “Bizim vazifemiz müspet hareket etmektir. Menfi hareket değildir. Rıza-yı İlahi’ye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır; vazife-i İlahiye’ye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müspet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya sabırla, şükürle mükellefiz.”Peki Üstad’ın böylesine önemsediği müspet hareket nedir? Öğütleri bugüne uyarlandığında kendi adımıza nasıl dersler çıkarabiliriz? İlahiyatçı Prof. Osman Güner, Yeni Ümit Dergisi’ndeki yazısında konuyu şöyle açıklıyor: “Müspet hareket, yapıcı, imar edici, eksiklikleri giderici pozitif bir tavır sergilemektir.” Aksinin ise menfilik olduğunu anlatarak Bediüzzaman’ın şu sözünü hatırlatıyor: “Otuz senedir menfiliğe bulaşmamak ve kudsi vazifeye karışmamak için (hakkım olduğu halde) bana karşı yapılan muamelelere hep sabır ve rıza ile mukabele ettim.” Dünya var olduğu müddetçe suların durulmayacağını ve sürekli bir şeylerle imtihan olacağımızı düşünürsek Üstad’ın duruşunu daha iyi anlamamız mümkün. Konuyu irdelemek ve bugüne uyarlamak adına yazar Mücahit Bilici’nin geçtiğimiz günlerde kaleme aldığı yazı ‘müspet hareket’in günümüzdeki önemini kavratacak türden. ‘Siyasi veya kültürel iktidarla olan ilişkilerde sağlıklı bir muhalefet dili nasıl olmalıdır?’ sorusuyla başlayan Bilici, iktidarın ya da güçlü olanın oluşturduğu hegemonyaya dikkat çekiyor. Buna itirazı olanların ise karşı argüman geliştirirken ister istemez baskın güç ile aynı dili konuşmaya başladığını anlatan Bilici, şöyle devam ediyor: “Ama bu ne kadar doğru? Başkasının yanlış şarkısında bağırarak itiraz etmek yerine kendi türküsünü çağırmak, kendi şiirini mırıldanmak elbette mümkün.” Bediüzzaman Said Nursi’nin de ‘müspet hareket’ prensibinde böylesi bir duruşa işaret ettiğini vurguluyor. Ona göre müspet hareket bizi baskın olan gücün yıkıcı üslubuna kapılmaktan da koruyor. O halde gündem belirleyicilerin diline uyup savrulmaktansa kendi hikâyemizi tamamlamak elbette mümkün. Somutlaştıracak olursak sosyal medyada veya sokakta devam eden türlü çirkin söylemlere aynı üslupla cevap aramaktan kaçınmak bu yolda tavsiye edilen davranış. Kısacası Mücahit Bilici’nin dediği gibi bağırarak itiraz etmek yerine kendi şiirini mırıldanmak. Böylesi bir duruş ile hegemonyanın yıkıcılığına karşı müspet hareketi benimseyenler başka bir dünyanın mümkün olduğunu göstererek belki başkalarına da ümit ve cesaret kaynağı olacaktır. Zaten merhamet timsali Peygamberimiz Hz. Muhammed’in, (sas) ‘zalim sultan karşısında sadece hakkın söylenmesini’ en büyük cihad olarak nitelemesi de müspet hareketin önemini başka bir söze gerek bırakmayacak kadar net açıklıyor.Öte yandan Fethullah Gülen Hocaefendi de barış ortamının inşasında müspet harekete sık sık vurgu yapıyor. Herkesin kendi yolunun muhabbetiyle yaşaması ve asla gönlünde başkalarına kötülük etmeye yer vermemesi gerektiğini anlatan Hocaefendi bir sohbetlerinde şu sözlere yer veriyor: “Kendi takip ettiği hayat tarzına ve benimsediği mesleğine bağlılığını canlı tutup, onun sevgisini başka gönüllere duyurmak yerine, başkalarının yolunu tahrip etmekle meşgul olan bir insan, müspet değil menfi hareket ediyor demektir. Bu kimse günah işliyor, başkalarına düşmanlıkla yaşıyor ve haddizatında kendi mesleğine zarar veriyor demektir.”Menfi hareketle teselli bulan, sevdirmeyi bırakıp nefret ettirir “Bütün ömrü boyunca hep müspet hareket etmiş bulunan Üstad Hazretleri her türlü menfinin de karşısında olmuştur. Biz O Rahim Rabb’imizin lütfuna sığınır, O’na dua ve iltica ederiz. Biz de O’nun kuluyuz, karşımızdaki insanlar da. O’nun kullarını O’nun rızasını umarak, O’nun yoluna dâvet ederiz. Bundan ötesi bizim irade sınırımızı aşar ve sorumluluk sahamızın dışında kalır.Rabb’imiz, Kur’ân-ı Kerim’inde ‘Peygamber üzerine tebliğden başka (bir vazife) yoktur.’ buyuruyor. ‘Bu Rabbanî hakikat, niçin müspet hareketinde en önemli bir şartı olmuş?’ diye bir soru geliyor insanın aklına. Bu soruyla birlikte, hayalimizde müspetin zıddı canlanıyor: Menfi...Demek ki, diyoruz, kendi vazifesini yapmakla meşgul olanlar, menfi harekete vakit bulamazlar. Ve yine diyoruz ki, kendi görevlerini bir tarafa bırakıp sadece dış hadiselerle, sosyal neticelerle ilgilenenler, umduklarını bulamayınca, önce tedirgin olurlar ve sonunda ümitsizliğe düşerek menfi hareketlerle teselli bulmaya çalışırlar. Tebliği terk edip dedikoduya koşar, ıslahtan vazgeçip tahribe saparlar. Sevdirmeyi bırakıp nefret ettirirler.Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur’daki imanî bahislerle imansızlık cereyanının, küfrün, şirkin ve dalâletin karşısına çıktığı, riya, gösteriş, teveccüh-ü nas belalarına karşı İhlas Risalesi’ni telif etmiştir. Müslümanlar arasında düşmanlık, kin, gıybet gibi afetlerin mecra bulamaması için Uhuvvet Risalesi’ni kaleme almış, İslâm birliğinin en büyük bir düşmanı olan kavmiyetçiliğe karşı 26. Mektubun 3. Mebhasını yazmıştır. Kısacası her menfiye karşı onu tesirsiz kılacak, onun panzehiri olacak bir eser telif etmiştir. Bu cümleden olarak, büyük bir içtimaî yaramız olan ‘tekfir’ meselesi üzerinde de hassasiyetle durmuştur. Ehemmiyetine binaen bu konu üzerinde biraz durmak istiyorum. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, ‘Müslümanlar için esas olan hüsn-ü zandır’ prensibinden hareketle, tekfirden büyük bir hassasiyetle sakınmıştır.‘Said’i bilenler bilirler ki mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hatta sarih küfür bir adamdan görse de, yine te’vile çalışır. Onu tekfir etmez.’ Günahkâr bir mümini hemen küfürle itham etmek ve onu İslâm dairesi haricine atmak büyük bir cinayettir ve ehl-i sünnet itikadına zıttır.”Prof. Dr. Allaaddin Yaşar’ın Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu’ndaki ‘Bir ömrün değişmez prensibi müspet hareket’ başlıklı konuşmasından.a.kabil@zaman.com.tr

4 Şubat 2015 Çarşamba

OKK 42.Blog Tur / Ingrid Bergman’ı Baştan Çıkarmak - Chris Greenhalgh TANITIM ve ÇEKİLİŞ

Herkese merhaba!!

OKK’nın 42.blog turunun konuğu Doğan Kitap’tan çıkan Chris Greenhalgh’ın yazmış olduğu Ingrid Bergman’ı Baştan Çıkarmak romanı!

Kitabımızı Tanıyalım;

İhanet, mutlu sonla bitmez.

Haziran 1945. Savaş bitti.

Aşk başlıyor…

İşgalden kurtulmuş Paris’te, savaş yorgunu fotoğrafçı Robert Capa… Yıllarca dehşet ve şiddetin fotoğrafını çekmiş. 

Amerikan askerlerini eğlendirmek için Paris’e gelen aktris Ingrid Bergman, onu büyüleyecek. Ingrid, tutkudan yoksun evliliğinden, her hareketini kontrol eden film stüdyosundan bunalmış, özgürleşmek istiyor. Capa onu baştan çıkaracak.

Karşı konulmaz bir çekim. Pahalı kafelerde akşam yemekleri. Sen Nehri boyunca yürüyüşler. Gece kulüplerinde çıplak ayakla danslar. Otel odalarında gizli randevular…

Paris ve Hollywood’un 1940’lardaki romantik şaşaasıyla dolu bu roman, meşhur Kazablanka filminin yıldızı Ingrid Bergman’la, ünlü fotoğrafçı Robert Capa’nın yürek burkan aşk hikâyesini anlatıyor.

Kitabımızı tanıdığımıza göre takvimimize bir bakalım^^

03.02.2015

Tanıtım

Pudra Tozu

Kitap Tutkusu

Kütüphanemden Kitap Manzaraları

Fighting!!

04.02.2015

Kitap Tutkusu-Ingrid Bergman’ı n Hayatını Değiştiren Film: Casablanca!

Fighting!!-Gizli Aşıkların Mabedi: Paris

05.02.2015

Pudra Tozu-Ingrid Bergman'a İthafen Çekilmiş Bir Film: Arka Pencere 

Kütüphanemden Kitap Manzaraları- Tarih Paparazziliği: Ingrid Bergman’ın Gerçek Aşkı.

06.02.2015

Yorum

Pudra Tozu

Kitap Tutkusu

Kütüphanemden Kitap Manzaraları

Fighting!!

ÇEKİLİŞ!

5 kişiye hediye ettiğimiz kitabımızı kazanmak isteyenleri Okuyan Kızlar Kulübü Facebook sayfasına bekliyoruz ;) Bol Şans^^

Katkılarından Dolayı Doğan Kitap'a Teşekkür Ederiz^^

Bizi izlemeye devam edin :3

3 Şubat 2015 Salı

Orhan PAMUK- KAFAMDA BİR TUHAFLIK

  Herkesin kendine göre bir sebebi var Orhan PAMUK sevip, sevmemek için ama ben kesinlikle sevenler tarafındayım. Onun ağdalı dilini, her kitabında mutlaka unutulmayacak bir kahraman çıkarmasını çok seviyorum. Masumiyet Müzesinden sonra da son kitabı çıkar çıkmaz alıp, keyif ile okudum...Kitap Bağımlısı klasiği tarihimi de attım...     Arka Kapak;   Orhan PAMUK Kafamda Bir Tuhaflık hem bir aşk hikayesi hem de modern bir destan. Orhan PAMUK'un üzerinde altı yıl çalıştığı roman, bozacı Mevlut ile üç yıl aşk mektupları yazdığı sevgilisinin İstanbul'daki hayatlarını hikaye ediyor.   1969 ile 2012 arasında, kırk yılı aşkın bir süre Mevlut, İstanbul sokaklarında yoğurtçuluk, pilavcılık, otopark bekçiliği gibi pek çok iş yapar. Bir yandan sokakların çeşit çeşit insanlarla dolmasını, şehri büyük bölümünün yıkılıp yeniden inşa edilmesini, Anadolu'dan gelip zengin olanları izler; diğer yandan ülkenin içinden geçtiği dönüşümlere, siyasi çatışmalara, darbelere tanık olur. Onu başkalarından farklı kılan şeyin, kafasındaki tuhaflığın kaynağını merak eder. Ama kış akşamları boza satmaktan ve sevgilisinin aslında kim olduğunu düşünmekten hiç vazgeçmez.   Aşkta insanın niyetimi daha önemlidir, kısmeti mi? Mutluluk veya mutsuzluğumuz bizim seçimlerimize mi bağlıdır, yoksa bizim dışımızda mı gelişip başımıza gelirler? Orhan PAMUK Kafamda Bir Tuhaflık bu sorulara cevap ararken aile hayatıyla şehir hayatının çatışmasını, kadınların ev içlerindeki öfke ve çaresizliklerini resmediyor.   Kafamda Bir Tuhaflık baş karakteri olan Mevlut üzerine kurulmuş bir kitap! Kitap da 1960 yıllarında Beyşehir'den İstanbul'a ilk göç edenlerin hikayesi ile başlıyoruz. Daha sonra 1969 yılında daha ortaokul yıllarında babasının yanına gelen Mevlut ile hikaye başlıyor...1969-2012 yılları arasında İstanbul'un nasıl değiştiğini, Mevlut'un başından geçen olayları, hayat mücadelesini, 3 yıl boyunca yazıştıktan sonra kaçırdığı kadını, çocuklarını, akraba ilişkilerini, bozacılığı, yıllar sonra aşık olduğu kadının aslında eşi olmadığını,  kirlenmiş dünya da Mevlut'ün başa bela dürüstlüğünü uzun uzun tüm ayrıntıları ile sindire sindire okuyabiliyoruz.   Ne yazık ki beni tek sıkan şey klasik Orhan PAMUK kalemi olmasından dolayı kitabın temposunun her zaman ki gibi çok düşük olması idi. Ama ben Mevlut'ü çok sevdim sokağımdan bozacı geçeceğini sanmam ama ne zaman Vefa Bozacısı'na gitsem aklıma Mevlut'ün aklıma geleceğine eminim!   Bence Orhan PAMUK sever herkes Kafamda Bir Tuhaflık var'ı alıp okusun derim tabi sabrınız varsa:) Ben en yakın zaman da Orhan PAMUK'un başka bir kitabını okumak için karar verdim bile...