27 Nisan 2015 Pazartesi

Gönlümüze kilit vuramazsınız!

Kimse Yok Mu Derneği hakkında ‘silahlı terör örgütü’ suçlamasıyla dosya açılması herkesi şaşkına çevirdi. Çeşitli kesimlerden tepkiler yükseliyor. Kendilerini derneğe adamış gönüllülerin şu ifadeleri ise oldukça anlamlı: “Ne yaparsanız yapın gönlümüze kilit vuramazsınız!”

Dünyanın 113 ülkesinde 4 buçuk milyon ihtiyaç sahibine el uzatan; sağlık, eğitim, temiz su, yetimhane ve benzeri alanlarda destek veren Kimse Yok Mu Derneği hakkında ‘silahlı terör örgütü’ suçlamasıyla dosya açıldığının ortaya çıkması ‘insafın kuruduğu yerdeyiz’ dedirtiyor. Derneğin merkezi İstanbul olmasına rağmen, işlemi Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı yürütüyor. Avukatlar, bu gerçeği Savcı Musa Yücel 16 Mart 2015’te 2011 yılına ait kurban kesimleriyle ilgili bilgileri istediğinde öğreniyor. Savcı, 2011 yılı Kurban Bayramı’nda kaç hayvan karşılığı kimlerden ne kadar para toplandığını, hangi bedelle kaç adet kurban satın alındığını, kesimlerin ne zaman ve nerelerde gerçekleştiğini, Tarım Bakanlığı Küçükbaş Hayvanlar Kayıt Sistemi’ne müracaatı, etlerin nerelerde ve kimlere dağıtıldığını soruyor. Oysa derneğin 2011’de küçükbaş hayvan kesimi yok ve biliyorlar ki dernekteki bir iğne bile belgeli. Hatırlarsınız, hükümet 2014’te izinsiz yardım toplama yetkisini iptal etmiş ancak Danıştay bu kararı oybirliğiyle durdurmuştu. Dernek hâlihazırda kayıtlı 300 bin muhtaç ailenin 65 binden fazlasına yardım ulaştırıyor. Son üç yılda dağıttığı ayni ve nakdi yardımlar 507 milyon lirayı aştı. Bağışçı sayısı 3 milyon, 208 bin de gönüllüsü var. Gönüllüler her türlü suçlamaya rağmen koşmaktan geri durmuyor ve diyorlar ki: “Ne yaparsanız yapın gönlümüze kilit vuramazsınız. Derneğimizi terör kelimesiyle yan yana koyanları Allah’a havale ediyoruz.”

HAYIR DUALAR SAYESİNDE KANSERİ ATLATTI

65 yaşındaki Fatma Eren “Dernek benim kanım canım” derken pek haksız sayılmaz. Nitekim kendisi kanseri atlatmış, başkalarının derdiyle dertlenmenin ve hayır dua almanın kendisine şifa olduğunu anlatıyor. Sekiz yıl önce kanser olduğunu öğrenen Eren, eve kapanmamış, insanlara faydalı olmanın yollarını araştırmış ve derneğin kapısını çalmış. Mağdur aileleri tanıyınca üzüntüden bir ayda 14 kilo vermiş. Odunu kömürü olmayan, yiyecek ekmek bulamayan aileleri görünce eve gelir, kalorifer peteklerini kapatır, iki çeşit yemek varsa birini kaldırırmış. “Mağdurumun yiyeceği yokken yediklerim bana dert oluyordu. Onların buz gibi evinden geliyordum, sıcak evim beni sıkıyordu. Üşüyen bir insanım ama ruhum üşümüyordu. Bunların hesabını nasıl vereceğim diye uyuyamıyordum.” diye konuşan Eren, hayatını hayır işlerine adayınca kendi dertlerini unutmuş. “Allah’ım beni ayaklandır, ölene kadar senin yolunda koşturacağım.” demiş. Çok geçmeden kanseri de geride bırakmış. Eren, mahalle mahalle gezip fakirleri tespit ediyor hâlâ. Geçen hafta kapısını çaldığı bir aileden bahsediyor: “Evden cenaze çıkmış gibiydi. Aile ne olduğunu anlatmak istemedi. O sırada kapı çaldı, bitişikteki komşu patates getirmiş. Komşusu evdeki üç çocuğun açlıktan ağladığını, takvim yapraklarını yediklerini anlattı. Üzüntümden felç geçirecektim. Bunlar gibi onlarca aileye şahit oldum.

Eren, artık keyfî; gezmelere gitmiyor, varsa yoksa mağdur aileler... Eskiden iki çocuğu varken şimdi kocaman bir ailesi bulunuyor. Yardım elini uzattıkları arasında kızına Fatma ismini veren de var, “Fatma ablam benim öz annem.” diyen de… Uşaklı hanımlar olarak da haftanın üç günü mantı yapıyorlar. Elde ettikleri gelirle Afrika’da iki su kuyusu açtırmış, 11 yetime burs vermiş 11 katarakt ameliyatı yaptırmışlar. “Allah rızasından başka beklentimiz yokken terör kelimesiyle yan yana anılmak beni çok üzdü. Gönüllü kardeşlerime dua ediyorum. Kanım canım olmuş Kimse Yok Mu. Ne olursa olsun derneğimden vazgeçmem.” diyor.

“HİZMET ETMENİN VERDİĞİ HUZURLA UYUYORUM”

2011’de dernekle tanışan Doktor Harun Kızanoğlu’nun gönlüne Somali’ye gitmek ve mesleğini hayır için kullanmak hayali düşmüş. Anne-babasının rızasını almadan adım atmayan Kızanoğlu, ailesine Somali meselesini açamadan babasını kaybetmiş. Vefatının üçüncü gecesinde onu rüyasında görmüş. Bir camide beraber namaz kılacaklarmış, o sırada cemaatten birisi Somali için para topluyormuş. Kızanoğlu, uyanır uyanmaz babasının rızası olduğunu düşünmüş ve 2012 yılının ocak ayında Somali’de almış soluğu. Onu en çok Somalili anneler etkilemiş. Her gün gelip “Bunları buradan götürün, hayatları kurtulsun.” deyip çocuklarını vermek istiyorlarmış. Bomba sesleri, hastalık riskleri, yokluk… Bunlara rağmen halka hizmet etmenin verdiği huzurla en güzel uykularını uyumuş Kızanoğlu. Daha sonra kendisine bir başka hayır kapısı açılmış. Kimse Yok Mu yetkililerinden Orhan Erdoğan, restore edilecek bir Osmanlı camisinden söz etmiş, doktor bey restore çalışmaları için gönüllü olmuş. Ertesi gün camiye gittiklerinde çok şaşırmış. Çünkü bu cami rüyasında babasıyla beraber namaz kıldığı cami imiş. Kızanoğlu, varını yoğunu seferber edip caminin tüm masraflarını da üstlenmiş. Somali’ye üç kere daha giden doktor, gönüllülük esasıyla çalışmanın hazzından bahsediyor ve terörist yakıştırmasına gülüp geçiyor. “Çıkarımızın ne olduğunu soruyorlar. Siyasi ve maddi hiçbir çıkarımız yok. Allah rızası için gidiyoruz. Kaldı ki para, şöhret, kariyer için gidilecek yerler değil.”

KENDİNİ YETİMLERE ADADI

Burundi’de yaşayan Mama Feyiza da Kimse Yok Mu’ya gönül verenlerden. Dernekle yolu kesişmeden önce onlarca badire atlatan Feyiza’nın hikâyesi filmlere taş çıkartacak cinsten. 14 yaşında evlendirilen, kucağına aldığı bebeğini daha birkaç günlükken toprağa veren, eşini kanserden kaybeden Feyiza, 12 kardeşinin ölümüne de şahit olmuş. Onca acıdan sonra “Rabb’im artık sadece Senin için yaşayacağım.” diye söz vermiş kendisine ve Allah’a. Üst üste bir sürü imtihan daha atlatmış. Örneğin ablasıyla beraber açtığı dükkân iki defa soyulmuş, bir süre sonra ablası vefat etmiş. Nefes almaya takati kalmadığı bir zamanda üç yetimle tanışmış Feyiza. Bir ağacın altında öylece bekleşen yetimler babalarının öldüğünü, annelerinin onları terk ettiğini anlatmış. Kimsesizliğin acısını bilen Feyiza, bu üç yetime kol kanat germiş. Beş çocuk, on çocuk derken sahiplendiği yetimlerin sayısı artmaya başlamış. Feyiza, yetimler için ev tutmuş tutmasına ama ev sahibi ‘çok çocuk var, evimi mahvedeceksin’ diye onları evden çıkarmış. Başka bir semtte ev tutmuş, yetim sayısı 60’ı bulduğu için masraflar da epey artmış. Zenginlerden yardım toplamaya çalışan Feyiza’nın yüzüne kapılar kapanmış bir bir. Altı ay kirayı ödeyememiş ve ev sahibinin şikâyeti üzerine hapse girmiş. 60 yetim hapishanenin kapısına dayanmış ve “Annemizi almadan gitmeyiz.” diye ağlamaya başlamış. Polis, çocukları dağıtmak için şiddete başvurunca Feyiza perişan olmuş ve çocuklara “Eve gidin, ben geleceğim.” demiş. Olayı duyan devlet yetkilileri müdahale etmiş ve Feyiza’nın serbest bırakılmasını sağlamış. Feyiza “Hz. Yusuf iffetini muhafaza ettiği için hapse düşmemiş miydi? Ben de yetimlerin iffetini muhafaza ettiğim için hapse düştüm. Bu büyük şeref.” diye teselli etmiş kendisini. O günlerde Burundi’ye gelen bir grup Kimse Yok Mu gönüllüsü, Feyiza’nın namını duymuş ve onunla temasa geçmiş. Kısa sürede iki yetimhane kazandırmışlar Burundi’ye. Kendisini yetimlere adayan Feyiza, “Onlar kimsesizler kimsesi. Her biri benim anam, babam, kardeşim, evladım… Biliyorum ki yetimlerim yalnız değil ve dernek, Allah’a verdiğim sözü tutmama yardım ediyor. Yüzümü kimsesizlik diyarından Türkiye’ye doğru çevirdim. Dilimde dualarım var tüm yetim dostlarına.” diyor.

Halka kilim dokumayı öğretti

El sanatları öğretmeni Kadriye Yakar, gönüllü eğitimci olarak Afrika’ya gidenlerden. Bir gün doktor arkadaşı Somali’de kilim dokuma eğitimi verip veremeyeceğini sormuş, Yakar hiç tereddüt etmeden “Yapabileceğim bir şey varsa dünyanın öbür ucuna da giderim.” cevabını vermiş. Annelerinin Afrika’ya gideceğini öğrenen çocukları, ‘Haritada yerine baktın mı, can güvenliğin yok.’ dese de kim tutar Yakar’ı. Bir aylığına Somali’ye gitmiş, meslek edindirmek amacıyla oradaki kadınlara kilim dokuma eğitimi vermiş. Yanında bir tercüman varmış ama o ilk iletişimi beden diliyle kurmuş. Konaklayacağı binaya geldiğinde Somalili bir hanım üstünü başını işaret etmiş. Örtünmezse askerlerin onu ‘tak tak’ diye vuracağını söylemiş. Sonra da getirip bir örtü vermiş. Yanında yazlık kıyafetleri dışında bir tane namaz eteği olan Yakar, Türkiye’den gelen giysilerden birkaç parça almış da öyle idare etmiş. O günleri gülümseyerek yâd etse de birden ciddileşiyor ve derneğe terör örgütü yaftasını vuranlara sesleniyor: “Allah katında bunun hesabını nasıl verirler? Her bir adımda gönüllülük esas. Milyar verseler o coğrafyalara insan gönderemezler!”

17 Nisan 2015 Cuma

Fevkaladenin fevkinde bir teşebbüs!

İzzetinefis, harcıalem, vaveyla, behemehal, şüheda, lalettayin... ‘Duydum ama anlamını sorsan anlatamam’ diyeceğimiz yüzlerce kelimeden birkaçı. Hepsi de kulağa şiir gibi, şarkı gibi geliyor. Ne var ki kullanılmaya kullanılmaya yok olmaya yüz tutmuşlar. Allah’tan

Zatıalinize, son zamanlarda bilhassa ‘kadime müptela olanların’ alâka gösterdiği müstesna bir teşebbüsten bahsetmek istiyoruz. Mevzubahis edeceğimiz teşebbüs ‘Lûgat365’. Kudemadan duya duya az çok malumat sahibi olduğumuz ama kullanılmadığı için peyderpey yok olan kelimeleri hatırlatmak üzere hayata geçirilmiş bir teşebbüs. Kelimelere müptela, reklamcı bir karı kocanın, Banu ve Onur Ertuğrul çiftinin hayatımıza dahil ettiği Lûgat365, ismi ile müsemma, senenin her gününde bir eski kelimeyi hatırlatıyor. Bunların usta muharrirlerin kaleminde vücut bulduğu misalleri bulunup, bir de cümle içinde kullanılıyor.

Yukarıdaki ifadeler, tam da haberimize konu olan projenin önemini gösterir türden. Şimdilik birçok kişinin en azından genel çerçevesiyle anladığı bu metindeki ifadelerin bir kısmını gelecek nesillerin anlayamayacağı vakitler yakın çünkü. Üstelik yüksek dozda nostalji barındıran bu ifadelerin kulağa çok daha hoş geldiği de kesin. Lûgat365, bir sosyal medya girişimi. Twitter’da her gün kulağa oldukça eski gelen bir kelime seçilip önce anlamı veriliyor. Daha sonra da bu kelimeler, önemli yazarların kitaplarında geçtiği şekliyle birkaç kez daha yer alıyor. Kelimelerin paylaşıldığı @lugat365 adlı hesabın 50 bine yakın takipçisi var. Bir sosyal medya girişimi olarak başlasa da gördüğü ilgi sonucu ‘güzel kelimeler dükkanı’ diye bir başka projeye hayat vermiş. Ve neticede üzerinde fevkalbeşer, namütenahi, hissikablelvuku gibi onlarca eski kelimenin yazılı olduğu defter, poster ve bez çanta üretilerek satışa başlanmış.

Şimdi biz aradan çıkalım, biraz da Ertuğrul çifti anlatsın girişimlerini. Banu ve Onur kendilerinin anlatımıyla iki kelime sevdalısı, iki etimoloji hastası, iki otuzlu yaşlarında, iki heyecanlı, iki reklamcı karı-koca’lar. İki kelimesini bu kadar sık kullanmak hemen çağrışım yapıyor kendilerine ve anlatmaya başlıyorlar: “Saniye” kelimesi ikinci demekmiş, biliyor muydunuz? Dakikadan sonra ikincil önem arz ettiğinden saniye denmiş. Çok güzel değil mi! Peki, bu kelimeye İngilizcede de “second” (ikinci) denmesine ne buyrulur? Bu basit gerçekleri her keşfedişimizde heyecandan dilimiz tutuluyor. Neyse... Biz kelimeleri çok seviyoruz. Fakat bazı kelimeleri daha çok sevdiğimizi fark ettik.”

Bıkıp usanmadan namütenahi diyebiliriz

Projenin ortaya çıkışı da bu bazı kelimeleri biraz daha çok sevmeleri neticesinde olmuş zaten. Kiminin fonetiği, kiminin etimolojik hikâyesi, kiminin derinliği, kiminin sadece var olmasının kendilerini heyecanlandırabildiğini anlatan çift, örnek vermeden duramıyor: “Mesela, manzara kelimesiyle nazar kelimesinin ve hatta münâzara, nâzır ve nezâret kelimelerinin, bakmak kökünden türediğini öğrenince kalp atışımız sıklaşıyor. Ya da hiç bıkmadan, usanmadan ‘namütenahi’ diyebiliriz örneğin... Kısacası, biz bazı kelimeleri daha çok seviyoruz. Bu kelimeleri kullanmaktan, görmekten ve duymaktan büyük bir haz alıyoruz.”

Bu güzel kelimelerin pek çoğunun hayatın ritmi ve gailesi içinde kendilerine yer bulamadığını söyleyen çift, hele hele yeni neslin bu kelimelerin varlığından bile bî;haber olduğunu anlatıyor. Bu gerçek kendilerine ‘Acaba bu güzel kelimeleri yeniden tedavüle sokabilir miyiz?’ diye sormalarına sebep olmuş. Bu kelimelerin hak ettikleri ihtimamı görüp popüler olmasını istemişler ve meslekleri gereği iyi bildikleri iletişim konusundan başlamışlar. İki ay boyunca sıkı bir dijital strateji ve yalın bir tasarım üzerinde çalıştıkları sırada kendi ifadeleriyle ‘hummalı bir kelime avcılığına’ da soyunmuşlar. Süreci şöyle anlatıyorlar: “Sevdiğimiz güzel kelimeleri tespit etmek ve bu kelimelerin usta yazarların kaleminde vücut bulduğu örnekleri bulmak tahminimizden çok daha fazla zamanımızı aldı... Halen de geceleri kelime avcılığı yapmaya devam ediyoruz.”

Neticede @lugat365, 1 Ocak 2015’te Twitter üzerinden “teşebbüs” kelimesiyle başlamış. Tam bir sene boyunca 365 kelime paylaşmak gayesiyle yola çıkan Banu ve Onur Ertuğrul, geldikleri noktayı şöyle anlatıyorlar: “Zorlanacağımızı düşünürken çok kısa sürede çok güzel geri dönüşlerle karşılaştık. Meğer yalnız değilmişiz; meğer bizim gibi bir dolu kelime sevdalısı varmış.” Bu kelimelerin sanal dünyada kalmaması, sokaklara taşması ise en büyük dilekleri. Bunu gerçekleştirmek için çok kafa yorduklarını anlatan çift, “İlk aşamada defter, poster ve bez çanta üreterek 7 Mart tarihinde www.guzelkelimelerdukkani.com üzerinden satışa başladık. Bundan sonraki adımda amacımız, bu ürünleri tasarım dükkânlarında ve prestijli kitabevlerinde de görünür kılmak. Ayrıca, çeşitli işbirlikleriyle başkaca ürünler de yaratarak, güzel kelimelerin olabildiğince geniş kitlelere ulaşmasını sağlamak.” diyorlar. Sene sonunda ise 365 kelime ile bir saatli maarif takvimi, tipografik posterlerinden bir sergi ve bir de kitap yapma planları var. Akabinde Lûgat365 teşebbüsü nihayete erecek.

Sanal dünyadan okul tahtasına

Lûgat365’e daha çok sosyal medya kullanıcıları ilgi gösterse de farklı mecralardan da çok iyi geri dönüşler alıyorlar. Türkiye’nin farklı bölgelerinden iki öğretmenin, Twitter paylaşımlarını sınıflarındaki öğrencilere aktarmalarının kendileri için ‘en büyük motivasyon’ olduğunu anlatan Ertuğrul çifti, devam ediyor: “Biri kara tahtaya, bir diğeri ise okul duvarına taşımış güzel kelimeleri ve Lûgat365’i. Tarifsiz bir mutluluk yaşattılar bize, sağ olsunlar.”

10 Nisan 2015 Cuma

Uzanacak gönüllü bir el bekliyorlar

Devlet korumasında yetişen çocuklar ancak istismar ya da şiddete uğradıklarında gündeme gelir. Olaya dair haberler, çocukların yürek burkacak hikâyeleriyle verilir. Ancak bu çocuklar için üzülüp ah vah etmekten başka seçenekler de var.

Birçokları için acımaktan başka seçeneğin olmadığı yetiştirme yurdu çocukları, ellerinden tutulduğunda en güzel başarılara imza atabiliyor. Ellerinden tutmanın en güzel ve etkili yolu ise onlara koruyucu aile olmak. Çünkü ne sevgi evleri ne de yetiştirme yurtlarında iyileştirilen şartlar onların etraflarındaki tehlikelerin önüne geçebiliyor. Bunun en iyi örneği de söz konusu kurumlardan gelen şiddet ve cinsel istismar haberleri. Hayata zaten akranlarından bir adım geride başlayan bu çocuklar, yaşadıkları ikinci travma ile onarılmaz yaralarla yollarınadevam etmeye çalışıyor. Bu tür olaylarla karşılaşmasalar bile, bire bir aile şefkati ve ilgisi görmedikleri için hem başarı oranları çok düşük oluyor hem de yetişkinlik dönemine kadar tehlikelere açık hale geliyorlar. Koruyucu aile yanına yerleşen çocukların durumu ise çok daha farklı. Koruyucu ailelikten bahsederken öncelikle çocuğun maddî; ihtiyaçlarından çok manevî; ve duygusal ihtiyaçlarının esas alındığını hatırlatmak gerekiyor. Sistemde öncelikli tercih çocuğun anneanne, dayı, amca gibi yakın akrabalarının yanına verilmesi. Bunun dışında kan bağı olmayan kişiler de çocuğun koruyucu ailesi olabilir. Yetiştirme yurduna gelen aile, çocukla ilk iletişimi burada sağlıyor. Bu sırada çocuğun ailenin talebinden haberi olmuyor. Bu şekilde temaslar birkaç kez tekrarlanıyor. Çocuk ile aile arasında gerekli uyumun sağlandığı görülünce de koruyucu aile talebi onaylanıyor. Kısa bir uyum sürecinin ardından da çocuk ailenin yanına yerleştiriliyor. Bundan sonraki süreçte devlet aileye çocuk başına ücret ödüyor. Eğitimden beslenmeye ve servis ücretine kadar bütün masrafları karşılanıyor. Hatta talep edildiği takdirde özel okula gönderme imkânı bile var. Devletin çocuk üzerindeki takibi bu süreçte de devam ediyor. Koruyucu ailelik uluslararası düzeyde de en uygun görülen sistemlerin başında geliyor. Nitekim gelişmiş ülkelerde devlet korumasındaki çocukların yüzde 85’i koruyucu ailede. Ülkemizde ise bu oran yüzde 30 civarında. Yani toplam 14 bin 800 çocuğun 4 binden fazlası koruyucu ailede.

Takiplerin dosya üzerinde kalması istismarı artırıyor

Bütün olumlu yönleri bir yana, yetkililerin düzenli takip etmemesi durumunda koruyucu ailelikte de çocuğun mağduriyetine sebep olunabiliyor. Hayat Sende Derneği’nin Başkanı Bayram Tunçbilek, çocuğun aile yanına yerleştiği ilk zamanlarda yetkililerin sık sık ziyaret ettiğini ancak zamanla bunun ihmal edildiğini anlatıyor. “Gerek sosyal hizmet uzmanlarına gelen dosya sayısının çokluğu ve gerekse de sosyal hizmet uzmanlarının sayısının az olması nedeniyle sistemli bir takip sisteminin gelişmediğini görüyoruz.” tespitini paylaşan Tunçbilek, “Sosyal hizmet uzmanları yapmaları gereken ev ziyaretlerinin birçoğunu ne yazık ki dosya üzerinden doğan iş yükünün fazlalığı nedeniyle yapamıyor.” diyor. Takip sisteminin kapsamlı ve sistematik olmayışı ise çocukları istismara açık hale getiriyor.

İslâm, koruyucu aileye nasıl bakıyor?

Kimsesiz bir çocuğa el uzatıp onun ihtiyaçlarını gidermek aslında herkesin gönlünden geçen büyük bir hayır ve iyilik kapısı. Ancak Türkiye’de birçoklarının çok istemesine rağmen dinî; gerekçelerden dolayı bu konuya mesafeli durduğu biliniyor. Oysa tam aksine İslâm müminlere bu konuya uzak durmayı değil, kimsesiz çocuklara sahip çıkmayı emrediyor. Yasakladığı durum ise koruyucu ailelik değil, evlatlık edinmek. Çünkü evlatlık durumunda çocuk biyolojik ailesini bilmiyor ve ona sahip çıkan ailenin soyundan geldiğini zannediyor. Nesebin sağlıklı ilerlemesi ve karışmaması açısından tavsiye edilen, çocuğa öz anne-babasını bildirmek. Koruyucu aile uygulamasında da çocuğun öz ailesiyle ilişkisinin ve bağının korunma ilkesi dikkate alınıyor. Bu hususa riayet edildiği takdirde İslâm’ın Müslümanlardan beklediği de zaten koruyucu ailelik yani bir yetime, sahipsiz çocuğa sahip çıkmak. Konuyla ilgili dinî; hükümleri anlattığı bir sohbetinde Fethullah Gülen Hocaefendi, “Evlâtlıkların hakiki evlât gibi sayılmayacağını belirten ayet ve evlât edinmeyle alâkalı bazı sınırlamalar kat’iyen kimsesiz çocuklarla ilgilenmeme anlamına gelmez.” diyor. Kur’an’a göre çocuk büyüdüğünde mahremiyet meselesi olmaması için kız ise baba tarafından, erkek ise anne tarafından süt hısımlığı sağlanması gerekiyor. Bu yüzden çocuğun emme çağındayken alınması tavsiye ediliyor. Bu dönemi geride bırakan çocuklar için ise Hocaefendi şu tavsiyelerde bulunuyor: “O zaman da, meseleye biraz daha temkinli yaklaşır, daha hassas davranırsınız. Hâl ve davranışlarınıza dikkat eder, belli bir yaşa kadar onu evinizde besler, büyütürsünüz. Daha sonra da, icabında bir okula koyar, okuyup yetişmesine vesile olursunuz; belli bir yaştan sonra biraz mesafeli durur ama yine de ona kimsesizlik yaşatmazsınız. Hafta sonları o da sizi ziyaret eder, gelir sizinle teselli olur. Hatta, zamanı gelince evlenmesi, yurt-yuva kurması hususunda da yardımda bulunursunuz. Böylece, hem onu muhtemel bir zulüm ve işkenceden kurtarmış, hem kendi vesayetinizle yetiştirip topluma yararlı bir insan haline getirmiş olursunuz. Her anne-baba bunu hazmedebilir mi hazmedemez mi, bilemeyeceğim. Fakat böyle hayırlı bir işin, pek önemli bir ahiret yatırımı olduğu ve insana çok sevap kazandıracağı kanaatini taşıyorum.”

Her ortamda ayrımcılığa maruz kalıyorlar

Eğitim ortamında devlet korumasında kalan çocukların karşılaştığı birçok ayrımcı uygulama var. “Yuva çocukları yaramazdır, hırsızdır, öfkelidir” gibi yargılar, çocukların hayatını olumsuz etkiliyor. Eğitim ortamında ise etiketleme çok boyutlu şekilde olabiliyor. Örneğin veliler öğretmenlere, “Benim kızımı yuvadan Zehra ile oturtmayın.” diyebiliyor. Öğretmenler de “Yuvalılar ayağa kalkın.” gibi seslenmelerle onları ötekileştiriyor. Doğum günlerine çağrılmama gibi daha birçok ayrımcılık sayılabilir. Hayat Sende Derneği, bunlara karşı mücadele vererek farkındalık oluşturmaya çalışıyor. Bakıcı anneler, öğretmenler ve sosyal hizmet uzmanlarına yönelik çocukların sorunlarıyla baş etme kapasitelerini artırmak amacıyla eğitimler düzenliyor. Bu kapsamda yürütülen bir proje de ‘Sosyal Duvarları Yıkalım’ projesiydi. Medyada devlet korumasında kalan çocuk ve gençlere ilişkin olumsuz söylemlerle mücadele amacıyla başlatılan proje kapsamında bir doğru sözlük oluşturdu. Böylece çocukları ve ailelerin sosyal açıdan dışlanmalarına neden olan kavramlar hakkında kapsamlı bir farkındalık oluşturuldu.

Kurumda kalanlar altı kat fazla şiddete uğruyor

Hayat Sende Derneği, devlet korumasında yetişen çocuk ve gençlerin hayatları için çözüm üreten etkili derneklerden biri. Bugüne kadar binlerce çocuğun hayatına katkı sağlanmasına vesile olan derneğin başkanı Bayram Tunçbilek de koruyucu ailenin önemine dikkat çekiyor. Aile ortamından uzakta büyüyen çocukların şiddetle eşdeğer psikolojik travmalar yaşadığını söyleyen Tunçbilek, şu tespitlere yer veriyor: “Ülkemizde istismar denilince doğrudan cinsel veya fiziksel istismar akla geliyor, duygusal istismar boyutu atlanıyor. Ayrıca yapılan çalışmalar ve deneyimlerimiz doğrultusunda şunu net ifade etmeliyiz ki, kurum bakımı veya personel eliyle bakım çocukların sadece maddî; ihtiyaçlarını karşılıyor. Psikososyal ve duygusal ihtiyaçları karşılanmıyor.” Devlet korumasındaki çocukların mağduriyeti bununla da sınırlı değil. Toplum tarafından ayrımcılığa uğrayan, damgalanan, ötekileştirilen çocuklar hayata karşı daha da örseleniyor. Dolayısıyla istismar dendiğinde sadece fiziksel ya da cinsel değil çok boyutlu düşünmek gerekiyor. Akademik araştırmaların ortaya koyduğu diğer bir tespite göre çocuklar kurumlarda koruyucu aileye nazaran altı kat daha fazla şiddete uğruyor. Koruyucu ailelik bu yönüyle de önem arz ediyor.

3 Nisan 2015 Cuma

Sultanahmet’te cuma keyfi

Tarihî; yarımadanın içindeyiz yine… Şimdi şehr-i İstanbul’un simgelerinden Sultanahmet Camii ve çevresindeki tarihe seyahat etme vakti.

Bir araştırma yapılsa, sadece İstanbulluların değil, yerli ve yabancı turistlerin dilinde en fazla yer alan padişah Sultan Ahmet çıkar, zannımca. Osmanlı’nın 14. padişahı I. Ahmet, adını verdiği camiyle hâlâ yaşamaya devam ediyor, mahut mahal hâlâ gündemi belirliyor çünkü. Bu hafta, herkesin bir şekilde yolunu düşürdüğü Tarihî; Yarımada’nın müstesna camisine gidiyoruz. Nasıl mı? Oldukça basit bir tarifi var: Bağcılar-Kabataş tramvay hattı meydandan geçiyor. Eğer Anadolu yakasından gelecekseniz, klasik güzergâh Kadıköy yahut Üsküdar’dan Eminönü’ne giden vapura binin. Hemen yolun karşısında bulunan tramvaya atlayın ve Sultanahmet durağında inin. Marmaray da yolculuğunuzu kolay kılacak vasıtalardan. Hangi yönden binerseniz binin Sirkeci durağı sizi son İstanbul ile buluşturacak. Yalnız bu sefer acele edin; çünkü civarda gezilip görülecek çok yer, kıyıda kalmış çok tarih var.

1-Altı tarih üstü tarih

Şu an üzerinde adımladığınız yer, İstanbul’un yaklaşık 2 bin yıllık meydanı. Bizans’ın Hipodrom’u, Osmanlı’nın At Meydanı… Burası, Roma’ya kadar gidecek yolun başlangıcı sayılırmış. Üstünde üç büyük dikili taş yer alıyor: Bizans döneminden günümüze ulaşan Örme Dikilitaş, Mısır’dan getirilen Dikilitaş ve Apollon Tapınağı’ndan getirilen Yılanlı Sütun. Evliya Çelebi’nin deyişiyle Örme Dikilitaş, şehr-i İstanbul’un efsunuymuş. Bu meydan Yeniçeri isyanlarının başladığı, kırk gün kırk gece süren şehzadelerin sünnet düğünlerinin yapıldığı mekân aynı zamanda. Yine İstanbul’un işgali sonrası 1920 yılında Halide Edip Adıvar’ın konuşma yaptığı ve şehir ahalisinin kalabalık bir şekilde katıldığı meşhur mitingin ev sahibi. Civarda behemehâl görülmesi gereken diğer yerler ise Türk-İslam Eserleri Müzesi, Yerebatan Sarnıcı. Küçük bir not: İstanbul’un bu en büyük kapalı sarnıcında müzekart geçmiyor.

2-Ayasofya’daki padişah türbeleri

Cumaya az bir vakit kaldı. Öyleyse Ayasofya Camii’nden önce bahçesinde yatan padişah türbelerini ziyaret edelim. Kimler mi var içeride? Kanunî;’nin Hürrem Sultan’dan olma oğlu II. Selim, sabah namazını kaçırdığı için ‘Uyan ey gözlerim gafletten uyan’ ilahisini kaleme alan III. Murad, saraya dönerken bir meczubun kendisine ‘gafil olma padişahım’ hitabı sonrası yemeden içmeden kesilen III. Mehmed, Osmanlı saltanatında padişahlığın ilk defa babadan oğula geçmesi kaidesini bozarak; kardeşinin ardından tahta çıkan I. Mustafa ve Osmanlı tarihinin en sıra dışı hükümdarlarından Sultan Deli İbrahim uyuyorlar, son uykusunu. Sevgili kari, bu arada buraya giriş ücretsiz… Sultanahmet Camii’nin giriş kısmında ise Sultan Ahmet’in, Genç Osman’ın, IV. Murad’ın türbeleri bulunuyor.

3-Eyüp Sultan’ın sancaktarı

Topkapı Sarayı’na giden Kabasakal Caddesi üzerinde iki önemli yer var: Biri medreseden bozma İstanbul Sanatlar Çarşısı ki burası şehrin nadide bahçelerinden, diğeri de Eyüp Sultan Hazretleri’nin sancaktarlığını yaptığı serdedilen sahabiden Abdurrahman Şamî; Hazretleri’nin makam-türbesi. Bu arada aynı caddeyi takip edin solunuzda Ayasofya Camii’nin ibadete açılan kapısı çıkacak karşınıza.

4-Arasta Çarşısı daha ucuz

Caminin hemen alt tarafında bulunuyor bu tarihî; çarşı. El sanatları ürünlerinin yer aldığı çarşıda, geleneksel hediyelik halılar ve kilimler, İznik çinileri satışta. Meraklısına not: Çarşıdaki ürünler, Kapalı Çarşı’dan biraz daha ucuz. Bu arada bu tarihî; yapının hemen bitiminde Büyük Saray Mozaikleri Müzesi var.

5-Türkiye’nin altı minareli ilk camisi

Namaz vakti geldi çattı… Şimdi şehrin belki de en popüler camisine revan olalım. 1609-1616 yılları arasında I. Ahmet’in Sedefkâr Mehmet Ağa’ya (Mimar Sinan’a değil) yaptırdığı bu eser; mavi, yeşil, beyaz renkli çinilerle bezeli olduğundan ‘Mavi Cami’ olarak da nam salmış. Dile kolay caminin içinde İznik’te 50 farklı lale deseniyle üretilmiş 20 binden fazla çini var. Türkiye’nin altı minareli ilk camisi olan Sultanahmet Camii, ‘boyutta büyüklük, heybet ve ihtişam’ anlayışını yansıtıyor. O dönemde altı minare, yalnızca ortasında Kâbe’nin yer aldığı Mescid-i Haram’da bulunuyordu. Sultan Ahmet, Harem-i Şerif’e yedinci minareyi ekleterek yaptırdığı camide edep şartını da gözetmeye çalışır. Ezan-ı Muhammedî; göğe yükseliyor… Haydi ezana, haydi namaza…

6-Çay bahçeleri

Epey yer gezdik, artık yemek vakti… Sevgili kari, isteyen Hürrem Sultan Hamamı’nın bitişiğinde yer alan Mihri Restoran’da, isteyen civar yerlerdeki alkolsüz çay bahçelerinde, dileyen de Fatih Belediyesi’nin sosyal tesislerinde keyifli bir öğle yemeği yiyebilir. Çay içinse Kızlarağası Medresesi’nin önünü ya da Cağaloğlu’nun ara sokaklarında yer alan han çaycılarını tavsiye ederim. Afiyet olsun…

7-Gülhane Parkı

Sultanahmet’i gezmek bir günde yapılacak bir eylem değil, değil mi sevgili kari? Daha Topkapı Sarayı, Ayasofya Camii, yine tarihî; mahallin ara sokaklarında küçük ama latif Sultanahmet Cami’leri var. Yorgunluk çöktü evet; ama son bir gayretle Gülhane Parkı’na gidelim. Topkapı Sarayı’nın dış bahçesi olarak kullanılan bu park, 1839 Tanzimat Fermanı’nın okunduğu yer aynı zamanda. Nazım’ın kelimelerle resmettiği Gülhane Parkı’nda, İstanbul Arkeoloji, İslam Bilim ve Teknoloji, Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat müzeleri görülebilir. Artık Büyükşehir Belediyesi’nin sosyal tesisinde yahut Sarayburnu’ndaki çay bahçelerinde dinlenme vakti.