27 Haziran 2014 Cuma

Şükür kavuşturana

Üç ayların gelişiyle heyecanlandığımız, günlerdir yolunu gözlediğimiz Ramazan ayına kavuşuyoruz. Bu akşam ilk teravihle başlayacak Ramazan güzellikleri, kıymetini bilen için çok şeyler vaat ediyor. İlahiyatçılar, bu ayın hakkını vermenin önemini vurguluyor. Vesveselere takınılmaması, bilakis bu kutlu zaman diliminden nasıl istifade ederim çabası içinde olunması gerektiğini söylüyorlar. Örneğin günlerin uzun ve sıcak olmasının, Ramazan orucu sayesinde geçmiş günahların silineceği müjdesi yanında hiçbir anlamı kalmıyor. İşte, her dakikası değerli bu kutsal ayı, kendisine yakışır şekilde değerlendirmek isteyenlerin aklında tutması gerekenler…İlk sahurumuza bu akşam kalkacağız. İftar ve sahur koşuşturmacaları, mukabele cemiyetleri, Kur’an sohbetleriyle bir rahmet iklimine daha girmiş olacağız. Ve her Ramazan ayında olduğu gibi aklımıza takılan birçok soru var. Tüm bunları derleyerek cevap bulmaya çalıştık.Günler uzun, iftardan sonra hal kalmıyor. Oruç dışı ibadetleri nasıl halledeceğiz?Oruç, başlı başına bir ibadet. Nitekim oruç tutan gündüzünü ihya etmiş oluyor. Sıcağa, soğuğa, susuzluğa, hararete, uzun günlere karşı sabrediyor. Buhari ve Müslim’de geçen hadis-i şerifte, “Kim Ramazan ayını oruçlu geçirirse geçmiş günahları bağışlanır.” buyruluyor. Ayrıca oruç ağızla yapılan duaların geri çevrilmeyeceği ve makbul olduğu hadislerde bildiriliyor. İftar ve sahur arasının kısa olması insanları gün içinde ibadet etmeye yönlendirse de oruçlu olmanın verdiği halsizlikle ibadetler aksatılabiliyor. Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekan Yardımcısı Doç. Dr. Kadir Paksoy, “Hayatımızı uyku ve beslenme, vakti değerlendirmede dengeli hale getirebilirsek Ramazan’da hedeflerimizi de ibadetlerimizi de güzelce yerine getirmiş oluruz.” diyor. Ramazan ayının Kur’an ayı olduğunu da hatırlatan Paksoy, oruçlu ağızla Kur’an tilavetinde bulunmayı tavsiye ediyor. Özellikle bu manevî iklimde hatim ve mukabele cemiyetlerine katılmayı, TV ve radyolarda Kur’an programlarını dinlemeyi öneriyor. Dille ve kalple zikretmenin de bu zaman diliminde amelleri artıracağını söylüyor. Ayrıca tefsir ve meal okumalarıyla bu aydaki ibadetler zenginleşebilir. İmam Nevevi’nin derlediği El Ezkar’da Efendimiz Hz. Muhammed’in (sas) her gününü Allah’a yönelerek O’nu andığı görülüyor. İbadetleri yapmada iradeye dikkat çeken Paksoy, “Hem oruçla hem ibadetle irademizi sağlam ve düzgün istikamete yönlendirebilirsek iftar öncesi ve sonrası zaman dilimimizi ekstra ibadetlerle de taçlandırabiliriz.” diyor.Ramazan ayında şeytanlar bağlanıyor, deniliyor. kötülükler, suç işlemeler neden devam ediyor?“Ramazan ayı girdiği zaman cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar da zincire vurulur.” hadis-i şerifi her Ramazan ayında akıllara ilk gelenlerden. Doç. Dr. Kadir Paksoy hadisin mana ve muhteva açısından insanların Ramazanlaşması, oruçla bütünleşmesi, ibadetin hakkını vermeye irtibatlı hale gelmesi şeklinde algılanması gerektiğini söylüyor. Hadiste ifade edilmese de muhtevasının insanların iradelerini kullanmaları noktasında ele alınması gerektiğine dikkat çekiyor. Oruçla birlikte başkalarına zarar vermemek için dilini tutma, kulağını dedikoduya vermeme gibi uzuvlara da oruç tutturmalı. Bu şiar edinirlerse şeytanın insanı baştan çıkarması, kötü yöne sürüklemesi söz konusu olmuyor. Ancak iradenin hakkını vermeyenler, öfke ve kızgınlık gibi şeyleri kendilerine set çekmeyenler, aşırılık ve taşkınlıklarını oruçta da sürdürenler için elbette şeytanın işi kolaylaşmış oluyor. Yani şeytana fırsat veriliyor. Ramazan ayının insanlar arasına huzur ve sevgi aşıladığını belirten Paksoy, emniyet müdürlüklerinin tespitlerine göre en düşük suç seviyesi Ramazan aylarında işleniyor. Bir başka hadiste ifade edildiği gibi oruç, insanların kötülük işlemelerine engel olan bir kalkan görevi üstlenmiş oluyor.İftar sofralarındaki israftan nasıl kaçınmalı?Eskiler bu durumu, “İsrafta hayır yok, hayırda da israf yok”, sözüyle açıklamış. Kur’an-ı Kerim’de de “Yiyiniz içiniz, israf etmeyiniz.” buyruluyor. Hadislerde de bu konuda pek çok ölçüler konuluyor. Doç. Dr. Kadir Paksoy, Ramazan’da gerek açık büfeler gerekse iftar sofralarındaki çok çeşitli yiyeceklerden dolayı insanların israfa girebildiklerini söylüyor. İbadet yapacağım derken israfa girmekten sakınılması gerektiğini vurguluyor. Zira sofralardaki çeşit fazlalılığı ve gösteriş, Ramazan ruhuyla çelişiyor. Fakir fukaranın hukuku düşünülerek israftan kaçınmalı. Hatta israftan artırıp daha muhtaç durumda olanlara hayır hasenat olarak götürülmeli. Paksoy, orucun muhtaç ve fakir kişilerin bu hallerini insanlara hatırlatarak bilinçlendirdiğini söyleyip, merhamet ve şefkat eğitimini de oruçla aldığımızı vurguluyor.Ramazan’da kazandığımız manevÎ derinliğin sürekliliğini diğer aylarda neden sağlayamıyoruz?‘Ramazan gitti, dini hayat bitti’ durumuna düşmeyi kimse istemez elbet. Velev ki bir insan Ramazan ayı boyunca beş vakit namazına nafileler ekleyip, teheccüt namazını kaçırmadan kılsın. Elinde tesbihiyle akşama kadar zikir çekerek orucunu tutmuş olsun. Fakat Ramazan bitince de gömlek çıkarır gibi kutlu zaman diliminde kazandığı manevî derinliği bıraksın. Peki, Müslümanlığımızın, dini yaşantımızın ömrü bir ay mı? Neden ibadetlerimizin devamlılığını diğer aylarda sağlayamıyoruz? Fatih Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Psikolojisi Öğretim Görevlisi Yrd. Doç. Dr. İsa Özel, bu hali sınav psikolojisine benzeterek şunları söylüyor: “Sınav tarihine odaklanarak çalışırsınız. Fakat sınav bittikten sonra odaklanma yavaş yavaş ortadan kalkar. Ramazan da öyledir; bir müddet o atmosfer içerisinde olursunuz. Ancak zamanla o halden ayrılmaya başlanır.” Toplumsal ve sosya-kültürel değerlere değinen Özel, bu gibi manevî değerlerin devamlılığının sağlanması ve insanlar arasında yerleşmesi için belli aralıklarla hatırlatılması gerektiğini vurguluyor. Doç. Dr. Kadir Paksoy ise, Efendimiz’in “Allah için yapılan ibadetlerin en makbulü, (az da olsa) devamlı olanıdır.” hadisini hatırlatarak ibadetlerde az da olsa süreklilik arz etmesi gerektiğini söylüyor. Ramazan ayının sonraki günlerde ibadetlerde alışkanlık kazandırmak için bir fırsat sunduğunu belirtiyor.‘Misafirlerim gelecek daha iftar sofrası hazırlayacağım’, derken kadınlar vaktin çoğunu mutfakta geçiriyor. Halbuki Öncelik ibadet olmalı. bunun dengesini nasıl ayarlamak gerekiyor?Ramazan ayını kadınlar için meşakkatli bir zaman dilimi haline getirmemek gerekiyor. Prof. Dr. Mustafa Baktır, misafire ikram yapmanın, oruçlu kimseye iftar hazırlamanın faziletçe yüksek olduğunu söylüyor. Fakat bu konuda faziletli olanın aşırıya kaçmamak ve israfa girmemek olduğunu vurguluyor. Hazırlık yaparken yaşadığı telaş, sıcak hava kadını fazlasıyla sıkıntıya sokabilir. Açlık, yorgunluk sağlığını zorlayabilir. Baktır, kadınların zihin ve beden sağlıklarını zora sokmayacak kadar mutfakta vakit geçirmelerini öneriyor. İftar sofraları için çok teferruata dalınmaması gerektiğini söylüyor. Ramazan ayının Kur’an ayı olması hasebiyle önemine dikkat çeken Doç. Dr. Kadir Paksoy da kadınların gün içinde bireysel ibadetlerine daha çok vakit ayırmaları gerektiğini söylüyor.Ramazan’da karşımızda yiyip içenlere karşı nasıl bir tutum içinde olmalı. Oruç-tahammül-sabır noktasında nasıl davranmak lazım?Bu gibi durumlarda insanlar arasında iki taraflı anlayış olmalı. Doç. Dr. Kadir Paksoy, mazeretli-mazeretsiz oruç tutmayan insanların dikkat etmesi gerektiği kadar oruçluların da davranışlarında özenli olması gerektiğini söylüyor. Nitekim insanlar seferi olabilir, sağlıkları oruç tutmaya elvermediği için oruç tutamayabilir. Kimi insanlar da keyfi olarak oruç tutmaz ve topluma açık yerlerde birşeyler yiyip içebilir. Paksoy, bu durumlarla karşılaşıldığında oruçlu insanın sabırla hareket etmesi gerektiğini söylüyor. Orucun mükafatına da bu şekilde ulaşılacağını hatırlatıyor: “Oruçlu insan sadece midesine değil, kalp, niyet, düşünce ve iradesine de oruç tutturursa bu gibi durumlar aşılabilir. Karşımızdakinin yiyip içmesine yönelik tahammülsüzlükler ortadan kalkabilir. Ayrıca karşımızdaki insana hüsnü niyetle yaklaşmalı, su-i zandan uzak durmalı. Bir insan başkası için, Ramazan ayında oruç tutmuyor diye gıybet ederse, velev ki karşısındakinin de özrü mazereti var ve o yüzden oruç tutmuyor, mazeretini bilmeden dolayı yaptığı bu yargı bir vebal olur. Orucunun bereketini de kaçırabilir. Nitekim orucu hem bedene, zihne, kalbe, ve dile tutturulmasıyla sabır artar.”Günler uzun, mevsim sıcak, bu Ramazan ayı nasıl geçecek, gibi sorular itikadi açıdan ne kadar doğru?Günlerin uzun olduğu bir dönemdeyiz. Uzun saatler oruç tutacağız haliyle. Hem sıcakların hem tutacağımız orucun zamanını düşünmek insanları bazı sorulara yöneltiyor. Bu soruların başında da ‘Günler uzun, bu Ramazan’da nasıl oruç tutacağız!’ yer alıyor. Kayseri Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Baktır, başlangıçta sıkıntılar çekilse de Allah’ın güç ve imkân vereceğini söylüyor. ‘Günler çok uzun, nasıl oruç tutacağız?’ gibi cümleleri de söylememek gerektiğini belirtiyor. Bu şikâyetleri dile getirince havalar soğumuyor, günler de kısalmıyor. Allah sabrını verir demeli. Bu insanlar aynı zamanda kendilerini psikolojik açıdan hazırlamalı.

25 Haziran 2014 Çarşamba

Sonsuz Gece / Evernight Akademisi - Claudia Gray

Kitap Adı: Evernight Akademisi / Sonsuz Gece

Yazar: Claudia Gray

Çeviri: Sevinç Seyla Tezcan

Yayınevi: Pegasus Yayınları

 Sayfa Sayısı: 317

Basım: Mayıs, 2014

Seri:  Evernight #1

Serinin Diğer Kitapları: 

#1 Evernight / Sonsuz Gece

 #2 Stargazer

#3 Hourglass

#4 Afterlife

#5 Balthazar

Benimsin. Ve hep benim kalmanı istiyorum...

Şaşırtıcı bir seriye başladım. 

Çok ama çok klasik başlıyor hikaye.

Ürkütücü bir akademi... 

Ve kızımız Bianca annesiyle babasının öğretmen olarak atandığı bu karanlık akademide öğrenci olmak istememektedir!

Bir gece kaçmaya karar verir ama gizemli bir çocukla karşılaşır: LUCAS!

Kısacık bir anda hızlı bir yakınlaşma olur aralarında... 

Akademiye geri döner ancak bu okulda karanlık bir şeyler vardır! Acaba?

Kitabın ilk yarısı normal ve gizemli bir okul kitabı gibi, biraz durağan ancak sıkıcı değil.

Ancak kitabın 2. yarısından sonra olaylar şaşırtıcı bir şekilde bir anda başlıyor. Şaşırtıcı.

Ancak bir yandan da rahatsız edici. Şaşırtıcılık adına bu kadar mantıka uymayan bir şekilde girilmesi bir yandan da hoşnutsuzluk doğurdu bende. Sonra tekrar okuma heyecanını yakaladım.

Hemen bir itiraf: Ne Bianca, Ne Lucas;  ille de Balthazar *_*

Kitaptaki favori karakterim oldu kendisi. Beşinci kitabın adını görünce boşverin ikiyi üçü direk beşi basın diyesim geldi. 

Yormadan okunan, pek çetrefilli olmayan bir seri, devamını okuyacağımdır :)

Taze kan geldi! (Her iki manada da :p )

24 Haziran 2014 Salı

OKK İnceleme: Sonsuz Gece / Evernight Akademisi - Claudia Gray (Tanıtım ve Çekiliş)

Merhabalar, 

Okuyan Kızlar Kulübü olarak bu kez Pegasus Yayınları'ndan çıkan Evernight Akademisi / Sonsuz Gece - Claudia Grey kitabını inceleyeceğiz. Kitap vampir temalı, fantastik Evernight serisinin ilk kitabı. Bu seferki kitabın çevirmeninin önerisiyle yapacağımız bir inceleme olacak. :)

Konuyu açarsak İzmir Kitap Fuarı'nda çevirmen Sevinç Seyla Tezcan'la uzun uzun ve de çok keyifli bir sohbet fırsatı bulduk. O sırada bize çevirdiği bir çok fantastik ve young adult seri içerisinde kendisi için çok farklı bir yere sahip bir kitaptan ve incelenmeyi hak ettiğinden bahsetti! Evernight Akademisi!

En iyisi biz susalım, kendisi anlatsın size! 

^_^

Size minik bir sır versem, aramızda kalır mı? Ben aslında vampir romanlarını pek sevmem. Evet! Hayatımın büyük kısmını vampir romanı çevirmeye adamış bir çevirmen olarak tarihi bir itiraf oldu ama oldu bir kere. Bu itirafı, bu sevgisizliğime rağmen, Evernight serisini çevirirken gerçekten keyif almış olmamın ne büyük bir şey olduğunun altını çizmek için –büyük bir risk alarak- yaptım. Şaka bir yana, Evernight gizemli havası, ‘mükemmel’ vampir ırkını temsil etsin diye zorlanmamış ‘gerçek’ kahramanları, şahsen bana çok çekici gelen esas oğlanı, şahsen çok sevdiğim esas kızı (Tanrı birbirlerine bağışlasın ), sürükleyici olay akışı, içimde vampirlere karşı sempati filizleri yeşerten farklı kurgusu ve heyecanıyla, benim “okuyun, çok keyif alacaksınız,” diyebileceğim bir seri. Hatta işi daha da ileri götürüp “ilk iki kitabı çevirdim, üçüncü gelince ‘çevirmenin mutlu günleri’ dönemlerimden birini yaşayacağım” diyebilirim. O kadar yani! Umarım sizler de keyifle okur, benim kadar güzel vakit geçirirsiniz. 

Sevgiler. 

Sevinç S. Tezcan

Böyle içten bir öneriden sonra biz de değer verdiğimiz çevirmenimizin önerisiyle bir incelemeye başlamış bulunuyoruz!

Yorumlarımız yarın sizlerle olacak.

Seri Sıralaması, Yazar Bilgisi, Alıntılar gibi bilgiler gün boyu Okuyan Kızlar Kulübü Facebook Sayfası'nda! Çekiliş için de bekleriz! 

Teşekkürler ^^

23 Haziran 2014 Pazartesi

BEYAZ DİZİ: Bir Melek Gibi - Debbie Macomber // Arzunun Kıyısında - Sarah Morgan

Kitap Adı: Bir Melek Gibi

Yazar: Debbie Macomber

Çeviri: Zehra Tapunç

Yayınevi: Harlequin 

 Sayfa Sayısı: 112

Basım: 2013

Bethany Stone patronu Joshua Norris e çılgıncasına aşıktı.Bir patronu Bethany den bir iyilik yapmasını istedi.Anneannesi ve dedesiyle yaşayan on yaşındaki kızı Angie bundan böyle kendisiyle yaşamak için New York tan gelecekti ve Joshua nın küçük kızını nasıl yetiştireceği konusunda en ufak bir fikir yoktu.Angie melek gibi bir çocuk olabilirdi ama gelir gelmez babasıyla Bethany arasında bazı duyguların ortaya çıkmasına aracı olacaktı.Bethany,Joshua nın kendisine yavş yavaş gelişen ilgisini,-Joshua hafta sonları için kızına dadı arıyor- olarak yorumlasa da,sonunda asıl gerçek su yüzüne çıkacaktı.

---

Uzun zamandır Beyaz Dizi okumamıştım. Kafamın yoğun olduğu şu dönemde okuyup, az biraz kafamı dağıtmaya karar verdim. 

İlk hikaye Debbie Macomber'ın Bir Melek gibi hikayesi. Temel konu olarak patronuna aşık sekreter ekseninde dönüyor. Joshua 3 yıldır yanında çalışan Bethany'nin farkında bile değildir, Bethany ise patronuna deli gibi aşıktır. En sonunda canına tak edip istifasını vereceği gün Joshua'nın 10 yaşındaki kızı gelir yurtdışından ve Joshua bu yaşta bir kızla ne yapacağını bilemediği için Angie konusunda Bethany'den yardım ister. Angie ve Bethany arasında hızla gelişen dostluk ve sevgi, Joshua'yı etkilemeden durabilecek midir?

Çok sade bir hikayeydi. Kötü değildi evet, bu çizgideki ve konudaki beyaz dizilerden yana hiçbir eksiği yoktu ama fazlası da yoktu. Joshua'nın kızı Angie'nin cıvıl cıvıl hallerini sevdim ancak esas karakterlerle bir türlü yakınlık kuramadım.

Joshua'nın enstrüman çalması, gittikleri yerel restourant gibi ayrıntılar hoştu. Onun dışında herhangi bir aksiyon yoktu. Yormayacak bir kitaba ihtiyaç duyulduğunda okunacak cinsten... 

PUANIM: ♥♥♥

Kitap Adı: Arzunun Kıyısında

Yazar: Sarah Morgan

Çeviri: 

Yayınevi: 

 Sayfa Sayısı: 

Basım: 2013

Sicilya Ateşi… Acımasız Santino Ferrara, güzeller güzeli Fia Baracchi kollarının arasındayken neler hissettiğini hiçbir zaman unutmayacaktı. Fia ise kocaman bir yalanı yaşamaktaydı. Biricik oğlunun, Santino'nun veliahdı olduğu öğrenilirse velayeti kendisinden alınacaktı. İki aile arasındaki anlaşmazlık dillere destandı! Acaba korkusunun gerçek sebebi yalnızca bu muydu? Yoksa rakibiyle geçirdiği tek gecenin aklından bir an olsun çıkmayan hatıraları ve daha fazlasını istiyor oluşu muydu?

---

Santo ve Fia aralarındaki çekime karşı koyamaz ve birlikte olurlar. Ancak Ferrara'lar ve Baracchi'ler iki düşman ailedir. Bu nedenle ikili bir daha görüşemezler. Fia'nın restourantı Santo'nun otelini gölgede bırakınca genç adam anlaşma yapmak için Fia'nın restorantına gider ve bir sürprizle karşılaşır: Luca... Fia oğlunu Santo'dan saklamak için her şey yapmışken, bu karşılaşma her şey bozmuştur. Ve Santo artık oğluyla aile olmak istemektedir ve bu aileye Fia da dahil olmak zorundadır.

Sicilya'da geçen bir hikaye. Bu hikayeyi daha çok sevdim. Fia geçmişten gelen naifliğine rağmen güçlü kalmaya çalışan bir karakter, Santo feci sert ve otoriter bir erkek.

Çocukları için bir araya gelmelerine rağmen, unutamadıkları geceye atıflar okunur kılıyor hikayeyi.

Beni bunaltan kısımlar ise sürekli Ferraralar, Baracchiler diye her cümleyi aileye bağlamalarıydı. Biz Ferraralar şöyle yaparız, siz Baracchiler şöylesiniz, Ferrara olmak bunu gerektirir derken bir yandan sonra bunaltıyor. 

Luca'yı çok sevdim ^_^

Fia'nın aile özlemi, ailesinden her dayak yediğinde kayıkhaneye sığınıp Ferraralara özenmesi, onlardan biri olmak istemesi en içe dokunan kısımlardı. 

Genel olarak sevdim :)

PUANIM: ♥♥♥♥

TÜM HARLEQUIN / BEYAZ DİZİ YORUMLARIM İÇİN:

  Charlotte Lamb - Unutulmayan Aşk (Gelişim 1)Deirdre Mardon - Viyana'da Randevu (Gelişim 337)

Elizabeth Rolls - Hanımeli Kokusu (Harlequin Historical)

Julia James - Sahte İhanet (Harlequin High Life)

Maya Banks - Geçmişin Ayak İzleri (Pregnancy & Passion #2)

Robyn Donald - Korsana Altın Yakışır (Gelişim 452)

İstanbul’un Orta Asyalı misafirleri

Orta Asya’dan kalkıp İslâmiyet’i Anadolu’ya ilmek ilmek işleyen dervişler, İstanbul’un kapılarının açılmasıyla yeni fütühatlar için tekkelerini burada kurup, insanları irşâd etmeye devam etmişler.İstanbul, muhtelif memleketlerin halklarının ve kültürlerinin pek çok vesileyle meczolduğu bir şehirdi. Bu vasfını hâlâ muhafaza ettiğini söylemek pek mümkün görünmüyor. En azından geçmişteki kadar temayüz etmiyor bu renk cümbüşü. Geçmişteki durumu anlamak içinse 1925’te tatil edilen tekkelerin tarihine şöyle bir uzanmak yeterli. İstanbul’un fethinden bu yana İslamiyet ile aynı ölçüde şehre nüfuz etmiş, bu şehrin Müslüman olmasına vesile olmuş ibadethanelerden bahsediyoruz.Horasan’dan Anadolu’ya göçen Horasan erleri ki, fütuhatı hiçbir surette kesintiye uğratmamış, membaından batıya doğru maneviyat taşıyıp durmuşlar. ‘Onüçüncü Asr-ı Hicride Osmanlı Devlet Ricali’ kitabının müellifi Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey tafsilatıyla anlatıyor. Fetihten sonra İstanbul’a ilk olarak Nakşibendî ve Zeyniyye tarikatlarının geldiğini ve İshak Buhârî-i Hindî’nin bizzat Hazreti Fatih’e müracaatıyla Murat Paşa’da (Aksaray) kain Hindîler Tekkesi’nin inşa edildiğini beyan ediyor. Bu vesileyle açılan kapı, ileride saltanatın merkezi olması dolayısıyla da İstanbul’u Taşkent, Buhara, Semerkand, Belh gibi Orta Asya şehirlerinden gelen gezgin dervişler için bir seyrangâh ve istirahat merkezine dönüştürmüş. Hac farizasını yerine getirmek isteyen adayların konaklama yeri olmuş yerlerde de birer tekke inşa edilmiş. Bu mekânlar zamanla İstanbul’un önemli merkezlerinden olunca, buradaki dervişler bir nevi fahri temsilcilik gibi vazifeler de yüklenmişler. Dersaadet’te bina edilen bu tarihî binaların birkaçı günümüze çıkabilmiş, diğerlerinin akıbeti hazin hikâyelerle maruf.Bekârların konakladığı Afganîler KalenderhanesiÜsküdar’da, Çavuşdere Caddesi üzerinde yer alır Afganîler Tekkesi. 1792 yılında inşa edilmiş ve XIX. asırda tadil ve tamir görmüş. Tasavvuf tarihi alanında önemli isimlerden sayılan Thierry Zarcone, tekke ve zaviyelerin açık bulunduğu 1925’e kadar buranın faaliyetine devam ettiğini, sonrasında bile bazı dervişânın barındığını kaydediyor. 1942’ye gelindiğinde müştemilatın büyük kısmı kör kazmaya kurban gitmiş. Afganîler Tekkesi’ne hac yolculuğuna çıkan Özbek ve Afgan kökenli hacı adaylarının yanı sıra Hindistan’daki Türk kökenli dervişlerin de uğradığı ifade ediliyor.Afganîler Tekkesi yanmadan evvel.İlk postnişini Horasanlı Nakşibendî şeyhi Ahmed Nâsır-ı Afganî imiş. Sonuncusu ise Resul Mustafa Efendi olmuş (öl. 1903). Tekkenin bir hususiyeti, burada daha çok bekar dervişlerin bulunması. Bugün Türk İnşaat ve Sanat Eserleri Müzesi’nde yer alan kitabesinde şöyle denilmiş: “Barekallâh bu kalenderhane/ Vakfolundu mücerred Efgane/ Şeyh-i kalenderi mücerred ola/ İde it’am bulunan ihvâne.”Her iki yakada bir Hindîler TekkesiAksaray’da Murad Paşa Camii’nin hemen karşı tarafında, bugün seyyar satıcıların ve kebapçılardan yükselen dumanların ardında bulunur. Nam-ı diğer Horhor Tekkesi, ne vakit biter bilinmez bir restorasyon sürecinin içinde şu sıralar. Tarîk-i Nakşibendî’nin İstanbul’da ilk mekân tuttuğu yer olması hasebiyle gayet mühim bir tarihi vasfa sahiptir. Tarihçi Joseph von Hammer, tekke müştemilatı içinde bulunan mescidin Nakşî dervişi İshak Buharî’nin Fatih Sultan Mehmed’e ricası üzerine inşa edildiğini rivayet eder. 1453 ‘te kaleme alınan Otman Baba Vilayetnamesi’nde tekkenin Muratpaşa Hamamı’nın (Vatan ve Millet Caddesi yapılırken yok edilmiş) ardında bulunduğu ve ismi Hindistan üzerinden İstanbul’a yerleşen İshak Buharî Hindî’den aldığını bildiriyor.Horhor Hindîler Tekkesi’nin bitişiğinde yer alan Kanuni Sultan Süleyman Çeşmesi.Haziresinde Fatih’in silahdarı Mehmed Ağa gibi bir zat-ı şerifin medfun olduğu da başka bir malumat. Tekke zaman içinde Kadirî ve Nakşi kolları arasında birkaç kez el değiştirmiş. Tekkenin bir diğer kolu ise Üsküdar Selamsız Mahallesi’nde bulunuyormuş. Burası da 1748 yılında Şeyh Feyzullah-ı Hindî tarafından kurulmuş, ancak günümüze çıkmayı başaramamış. Civarda yaşayan Romanlar, Hindîler Tekkesi’nin kurucusunu kendi velileri olarak kabul etmiş.Sultanahmet’teki Özbekler Tekkesi’nin en dikkat çekici özelliği, ortadan yükselen minaresi.Üsküdar’ın tarih burcu Özbekler TekkesiSultantepe’de Hacı Hesna Hatun Mahallesi’nde Münir Ertegün Sokağı üzerinde bulunan tekkenin bilhassa yakın tarihimizi ilgilendiren önemli şahsiyet ve hadiselere ev sahipliği ettiği biliniyor. Bu maneviyat üssü de 1752-53 senesinde Özbek hacıların konağı olmuş. İlk postnişini Şeyh Seyyid Hacı Hâce Abdullah Efendi, Nakşibendî tarikatından olup, tekkeye bir mescid-tevhidhane koyarak buradaki imam ve hatiplik görevini ifa etmiş. Sultan I. Abdülmecid ve Abdülhamid-i Sânî devirlerinde tamirat görmüş Özbekler Tekkesi. 93 Harbi diye bilinen Osmanlı-Rus Savaşı’nda, cephede malul olanlar buraya getirilerek tedavi edilmiş, haziresindeki boşluklara yapılan ahşap evlere yerleştirilmiş. 1925’ten sonra da bir nevi kültür ocağı olarak hizmetini sürdürmüş. Bir devrin yâdigârı âlimleri, tasavvuf erbabını, sanatkârları buluşturmuş. Kandil geceleri mutfakta havuçlu, etli, portakal kabuklu Özbek pilavı pişirildiğini, yatsı namazı akabinde Uygur ve Çağatayca ilahiler okunduğunu sanat tarihçisi Baha Tanman rivayet ediyor. 1950’lere gelindiğinde barınaklar yıktırılmış. Tekke, bir vakit bakımsız kalınca, tekke meşayihinin soyundan gelen ve ABD’de yaşayan ünlü işadamı Ahmet Ertegün tarafından tamir ettirilmiş. Tekkenin belki en meşhur şeyhi, Edhem Efendi olmuş. On parmağında on marifet bulunan şeyh, Buhara’da öğrendiği ebru sanatını birçok kimseye meşk etmiş, kendi icadları ile Sergi-i Umûmî’de altın madalya kazanmış. İşgal yıllarında tekke Kuva-yi Milliye için sığınak ve hastane vazifesi görmüş. Milli Mücadele’ye gidecek cephane ve gönüllü askerlerin ilk durağı olmuş. Uğrayanların arasında İsmet İnönü, Adnan ve Halide Edip Adıvar, Ali Fuad Cebesoy gibi simalar bulunuyor.Fahri elçiler tekkesiBir diğer (Özbekler) Buhara Tekkesi ise Sultanahmet semtinde. Bina 1692 senesinde inşa edilmiş ve II. Abdülhamid devrinde tecdit edilerek müdavimlerine tekrar tevdi edilmiş. Tekke, uzun süre Osmanlı ile uzak Türk coğrafyası Hanlıklar arasındaki münasebeti sağlamış. Şeyhlerin ve dervişanın çoğunun Çağatayca bilmeleri bu görevi resmi elçi düzeyinde yürütmelerini dahî sağlamış. 19. asırda yaşamış Süleyman Efendi’nin Çağatayca-Osmanlıca lügatı ve Alman müsteşrik Martin Hartmann’ın çalışmalarını burada tamamlamasını da, tekkenin ilme katkıları zaviyesinde bir fikir verebilir. Son dönemlerinde Sultan Hamid’in panislamist politikalarını temsil eden alimlerin yetiştiği bir mekân olmuş. Afganistan, Hindistan gibi memleketlerdeki uluslararası toplantılara giderek, Osmanlı siyasetinin uzak diyarlardaki temsilcisi olmuşlar. Tekke, uzun yıllar harabe bir vaziyette tamir bekledikten sonra yakın dönemlerde tadil edilerek sanat çalışmalarının icra edildiği bir kültür evine dönüştürüldü.İstanbul maneviyat ile yoğrulmuştuBu şehrin ismi tarihte İslâm ile özdeş kılınmış, öyle ki bazı zevat-ı kiram İslâmbol demişler. Mahalle mescidleri, sanat eseri camileri ve büyük selatin camilerinin yanı sıra irili ufaklı tekkeleriyle İstanbul, tasavvufun zirvelerinde yürür olmuştu. İstanbul’da kökenleri itibarıyla Orta Asya’ya uzanan yukarıda zikrettiğimiz tekkelerden maada Fatih’te Emir Buhari Tekkesi, Eyüp’te Murad Buharî Tekkesi, yine Eyüp’te Afife Hatun Dergâh’ı, Eyüp’te Murteza Efendi (Kaşgârî) Tekkesi bulunuyor. Ayrıca ismini zikredemediğimiz bir dizi makânın daha bulunduğunu hatırlatalım.

13 Haziran 2014 Cuma

Tarihî evi olan dertli

Eski İstanbul Ziya Osman’ın, Necip Fazıl’ın şiirlerinde kaldı. Cumbalı evler, koca bir dünya kadar perili köşkler şehri hızla terk ederken geride kalanların binbir derdi var...İstanbul’un asıl iç manzarasını, şehnişinleri, cumba ve çıkmalarıyla, saçak ve sayvanlarıyla, bir kadife gibi yumuşak çizgileri ve süsleriyle çok renkli olan bu sivil mimari yapardı.” der Ahmet Hamdi Tanpınar, İstanbul’un ahşap konutları için. Yaklaşık 70 yıl önce Beş Şehir’de bu satırları yazan Tanpınar, ahşap evlerin bugünkü halini görseydi herhalde Fatiha okurdu, bize de beddua... Geçen yıllar İstanbul’un bu manzarasını götürse de eski İstanbul’un birkaç örneğine Kısıklı, Bağlarbaşı, Zeyrek, Balat, Kasımpaşa, Üsküdar, Eyüp, Beşiktaş ve Sarıyer gibi semtlerde rastlamak mümkün. Kimisi bir yanı eğilmiş, betonarme binalar arasında sıkışmış, yıkık dökük vaziyette ayakta zor duruyor. Kimisinin içinde ise hâlâ yaşayanlar var. Evler mi yoksa içindekiler mi daha dertli belli değil. Tarihî evi olanlar tescil ve restorasyon probleminden muzdarip. Evler de kundaklamalardan, bakımsızlıktan... Üstelik zamana yenik düşüp son demlerini yaşayan ahşap evler şehir sakinleri için de tehlike oluşturuyor. Aman dikkat Altunizade’de kaldırımda yürürken başınıza cumba düşebilir, Bağlarbaşı’nda otobüs beklerken üç katlı ahşap bina üstünüze yıkılabilir, Kasımpaşa sokaklarından geçerken tarihî bir ev, son nefesini önünüzde verebilir. Zira belediyelerin aldığı yüksek(!) önlemler sizi korumaya yetmeyebilir.Bir kibrit çöpü bekleyen evlerAhşap evler eski İstanbul’un vazgeçilmezlerinden. Her ne kadar yangınlarıyla ünlü İstanbul’da dezavantaj gibi görünseler de şehirde sık sık deprem yaşandığı için aynı zamanda da avantaj... Bahçe, avlu, kuyu ve fırınıyla insanlara yaşam alanı sunuyor. Sanat tarihçisi Süleyman Faruk Göncüoğlu’na göre de insan mizacına uygun ve dönemin günlük hayatına hitap ediyor. Göncüoğlu, “Sivil mimari, dıştan çok cazibeli olmayan ama içinde çok fonksiyonlu ve insan mizacına çok uygun yapılardır. Mesela tavanlar yüksektir. Evin kışlık, yazlık bölümleri vardır. Alt kat kışlıktır. Yapılar İstanbul’un topografyasına, atmosferik yapısına, güneşin doğumu ve batımına göre inşa edilmiştir. Sert kuzey rüzgârlarına doğru yapılmaz. Mimaride her unsur düşünülmüştür.” diyor. Göncüoğlu’nun tarif ettiği bu yapılar artık Reşat Nuri’nin, Şemsettin Sami’nin, Tanpınar’ın kitaplarında kalsa da biraz dikkatli gözler İstanbul’un bazı semtlerinde son kalıntılara rastlayabilir. Aralarında ‘yıkılmadım, ayaktayım’ diyenler olsa da çoğunun büyük bir kısmı göçmüş durumda. Birçok mirasçının olması, kimisinin sahiplerinin yurtdışında bulunması ve tarihî eserlerin restorasyon sorunu, bu eski yadigarları kendi kaderlerine terk etmiş. Bu duruma dayanamayan evlere de ya zamanın eli değiyor ya da bir kundakçının kibriti. Çünkü ev ayaktayken tarihî eser olarak tescil ettirilmesi gerekiyor, restore edilirken de oldukça para ve aslına uygun yapılması gerekiyor. Örneğin ev üç katlı ise yeni evin de üç katlı olması gerekiyor. Bu durum da ne sahiplerinin işine geliyor ne de emlakçıların.Bir çivi çakmanın cezası 30 binTarihî evler kadar tarihî evi olanlar da dertli. Çünkü tescil ettirmek oldukça zor. Kasımpaşa’da iki katlı evi olan Mehmet Köse de bu durumdan şikâyetçi. Köse’nin evi 1914’te yapılmış. Evin ilk sahibi semtin muhtarıymış. Evin inşaatını bitirmiş Çanakkale Savaşı’na gitmiş. Ev de kızlarına kalmış. Köse, “Biz de muhtarın kızlarından 1970’te aldık. Bir cumbası var. İkinci sınıf âsâr-ı atîka. İmar çıkacak diye bizi aldatıyorlar. Dökülüyor, tamir edemiyoruz. Tepemize akıyor. Dış kapısı çok eskiydi. Onu değiştirdik, sorun yaşadık. ‘Hiçbir şeyini oynatma, 30 bine kadar cezası var. Böyle kullanacaksın.’ diyor. İzin alamıyoruz. İzin de vermiyorlar. Defalarca başvurduk. Beş senedir uğraşıyoruz.” diye yaşadığı sorunları anlatıyor. Köse’nin iki katlı evi, iki apartmanın arasında kalmış. Önceden hep ahşap olan sokakta neredeyse hiç ahşap ev kalmamış. Çünkü zamanında evleri yıkıp betonarme binalar inşa etmişler. Köse, “Karşımızda yıkanlarda da tarihî mezar çıktı ama hep kamufle ettiler. Belediyeyle işi götürdüler. Evi on sene önce yıksaydık şimdi bizim de kaç katlı apartmanımız olurdu. Şimdi çivi çakamıyoruz.” diyor.Tescil problemi varMehmet Köse’nin yaşadığı gibi ahşap evlerde tescil problemi var. Tarihî eserlerin hepsi tescilli değil. Ayasofya Müzesi ve Sultanahmet tescil edileli 5-6 yıl oldu. Çeşmeler yeni tescillenmeye başlandı. Sıranın ahşap evlere gelmesine ise daha zaman var gibi. Tescil ettirmek istediğinizde çeşitli problemlerle karşılaşıp yıllarca uğraşabiliyorsunuz. Zaten tescil işlemi de kararı veren kişinin görgüsü ve birikimine dayanıyor. Eserin içinde bol tezyinat ve süsleme varsa birinci derece tarihî eser, yoksa ikinci derece. Birinci dereceyi aynen restore etmek gerekiyor. İkinci grup yıkılıp tekrar yapılabiliyor. Göncüoğlu, “Ahşap ev bir kültür meselesidir. Onu korumak için önce algılamak gerekir. Biz sadece konut olarak bakıyoruz. Büyük koltuklara, çekyatlara uygun değil. Çünkü minimalize bir yaşamı temsil eder. İstanbul’daki sivil mimariyi korumada ve yaşatmada algı sıkıntısı yaşandığı için bir restorasyon sorunu ve ‘Küçük ölçekli yapıları günümüz modern hayatında nasıl değerlendireceğiz?’ çıkmazı mevcut. Bu sebeple yapıların ya çökmesi bekleniyor ya da koruma altına almayıp bunu değiştirerek değerlendirmeye yöneliniyor.” diyerek bu soruna dikkat çekiyor. Restorasyon, günümüz şartlarına uyarlanarak yapılmaya çalışılıyor. Örneğin odalar kaldırılıyor, tek bir oda yapılıyor, dış cephedeki kuş evleri, tezyinat vesaire korunmuyor. Dışarıdan bakıldığında Osmanlı mimarisi gibi görünüyor ama içeride hiçbir alakası olmayan bir yapı ünitesi ortaya çıkıyor. Göncüoğlu bu makyaj için, “Yapının dışının eskiyi anlatır nitelikte olması bir anlam ifade etmez. Bu sadece kendimizi kandırmak olur.” diyor.Tescil konusunda diğer bir sorun ise vatandaşın yönlendirilmemesi. Göncüoğlu, “Eskiden hiçbir sorun olmazdı. Tescil yapacağım dediğinde hemen tescillerlerdi. Fakat Türkiye’de vatandaş tescilin ne olduğunu bilmiyor ve yeterince bilgilendirilmiyor. Muallakta bırakılıyor. Muallakta bıraktığı için de aracılar ortaya çıkıyor. Onlar kazanıyor. Böyle acı bir gerçek var. Şimdilerde ise isteseniz bile tescilleyemeyeceğiniz şeklinde bir algı söz konusu. Geçmiş dönemde de evinizin restorasyonu için rölövesini yaparsınız, bu olmamış derler, niçin olmadığını da kimse izah etmez. İki algı da tehlikeli. Koruma kurullarında neler korunmalı, vatandaş neler yapmalı, vatandaşın nasıl bir harita takip edeceğine dair bir şey yok.” diye ifade ediyor. Göncüoğlu bu durumun sebebinin Türkiye’nin ve üç medeniyete ev sahipliği yapmış İstanbul’un bir kültür politikası olmamasına bağlıyor. Mimariyi, şehirleşmeyi, park algısını ifade eden bir kültür politikasının gerekliliğine işaret ediyor.Ahşap evler tehlike oluşturuyorTarihî evler, şehir sakinleri için de tehlike oluşturuyor. Tamir edilmedikleri ve yıkılmak üzere oldukları için yangın ve çökme riski taşıyorlar. Bu durum yaşadığı sokakta tarihî ev olanlar için de ahşap bir evin bulunduğu sokaktan geçenler için de korku oluşturuyor. Belediyelerin aldığı önlemler yetmiyor. Altunizade’de göçmek üzere olan bir evin etrafına belediye demirden engel koymuş. Ancak kaldırımın tam üstünde olduğu için yoldan geçen birinin kafasına tarihî cumbalar yıkılabilir. Zeyrek’teki evlerin durumu ise hepten içler acısı. Ahşap evlerin çok olduğu Şair Beliğ Sokak’ı belediye bir varille kapatmış. Çünkü 12 numaralı ahşap evin yanındaki tarihî evin yarısı çökmüş. Yoldan araba geçtiğinde kalan yarısı da çöker, bir yaya yaralanır diye de bu şekilde önlem alınmış. Ama sokağın başına gelen arabalar bu yüksek(!) önlemi bir kenara çekip yoldan geçiyor.Zeyrek’te Şair Beliğ Sokağı ve belediyenin çökmek üzere olan bir ev için aldığı tedbir. Sokağın neredeyse tamamı ahşap evlerle dolu. Bir yangın çıksa tümüyle kül olabilir.Altunizade’de yaya kaldırımının üzerinde bulunan ev. Dikkat başınıza yıllar düşebilir!Bağlarbaşı’nda otobüs durağının arkasındaki ev, Ermeni Vakfı’na ait. Boş duran ev otobüs bekleyen ve caddeden yürüyenler için tehlike oluşturuyor. Çevredeki esnaf ise yangından korkuyor.Bakarsan ev, bakmazsan harabe olur.Kasımpaşa Neva Sokağı’nda ahşap evler sıra sıra dizilmiş. İçlerinde en bakımsız olanı satılık ama alıcısı yok.Küçük Çamlıca Bulgurlu Caddesi’nde yıllara meydan okuyan evin saçakları dökülüyor.Mehmet Köse ve babasının Kasımpaşa’daki evi. Semtteki birçok ahşap ev gibi üstü sıvayla kaplanmış.Ev dökülüyor ama tadilat yapılmasına izin verilmiyor. Tarihî evler restore edildiğinde ortaya böyle bir manzara çıkıyor. Evin sahibi Yunus Ertürk, binayı satın alıp yeniden yapmış. Fakat resmî makamlardan izin alırken pek zorlanmış.

12 Haziran 2014 Perşembe

Hangisi Daha Sherlock? Sherlock Yapımlarından Beklenmesi Gerekenler

Sherlock Holmes yüzyılı aşkın süredir küllenmeyen bir efsane. Yazarının kaleminden doğmuş ancak yazarından daha çok tanınan bir karakter. Sir Arthur Conan Doyle'un ilk yazmaya başladığı zamanlardan beri fan'lık müessesesi var olan ve gittikçe fanları artan, eskimeyen karakter. Hal böyle olunca pek çok yapıma da konu olmuş. Diziler, filmler, farklı yazarlar tarafından yazılan S.H. maceraları...

Sherlock Holmes yapımlarından ve neler beklemeniz gerektiğinden bahsedelim biraz da ^^

The Adventures Of Sherlock Holmes

1984-1985 yıllarında çekilen İngiliz yapımı bir dizi.

Dizi 1985 yapımı olduğu için Sherlock Holmes’ün yaşadığı dönemi daha iyi hissedebiliyorsunuz. Dönemin kokusu, bize göre tarihi yanı olan bu dizide daha iyi hissediliyor.

Sherlock Homes'ü Jeremy Brett, John Watson'ı ise David Burke canlandırdı.Karakterler  Sir Arthur Conan Doyle’un anlattığı Sherlock Holmes ve John Watson’a hem görünüş hem de karakter olarak oldukça uyuyor. Sherlock soğuk ve çıkarım yanı güçlü. Watson ise meraklı ve yardımcı. Watson’ın Sherlock’a olan hayranlığı çok rahat belli ediyor kendini. 

Dizide uzun uzun duraklamalar, düşünmeler, nefes alışlara hazır olun. Sherlock’un düşünme seansları da aktarılmış. Arka planda herhangibir müzik desteği vs. de yok. Çok sade, vakaları birebir ele almış bir yapım.

Aksiyonları maalesef ki hissettiremiyor. Biraz fazla durağan kalıyor.

Sherlock'un çıkarım sürecini daha fazla önplana çıkaran bu yapım beni çok fazla içine çekemedi ama kötü bir yapım da kesinlikle değil. Denemenizi tavsiye ederim.

 -----------

Film Serisi

#1 Sherlock Holmes - 2009 

#2 Sherlock Holmes: Gölge Oyunları – Sherlock Holmes: A Game of Shadows - 2011

#3 Loading...

Son dönemin popüler yapımlarından biriydi bu 2 film. 3. Sünün söylentileri arşı aştı ancak henüz somut bir şey yok elde. Yapım aşamasında ^_^

Sherlock Holmes’ü Robert Downey Jr., John H. Watson’ı ise Jude Law canladırıyor. Ben çıkar çıkmaz sinemaya koştum ve gerçekten çok beğendim.

Karakterlere bakarsak, dış görünüş olarak hiçbir paralelelik beklemeyin, zira ne Robert Sherlock’a, ne de Jude Law John’a benziyor. Jude Law belki biraz…

Karakterler benzesin kaygısı güdülmeden, rolün hakkını verebileceğini düşündükleri oyuncuları seçtiklerini düşünüyorum. Ki bana göre ikisi de rolünün hakkını gerçekten layıkıyla veriyor.

Robert, güldürücü yanı daha ön planda, herhangi bir profesyonel soğukluk emaresi göstermeyen; daha çok sinir bozucu, yer yer ilgisiz ve komik bir Sherlock. Jude Law ise daha anlayışlı ve John üstü yeteneklere sahip bir John. Sherlock’u tolore etmede gerçekten usta, kolay kolay sinirlenmiyor.

Ama bunların hiçbiri göze batmıyor.  Oyuncuların role yakışmasından kaynaklanıyor sanırım bu durum.

Olay örgüsüne gelince, karakterler kendi temel özelliklerini birebir sergiliyor; Sherlock’un çok iyi kılık değiştirmesi, bilimsel merakları, dövüş ustası olmasıyla; John’un askeri ve doktor kimliklerinin getirileri gibi. Hatta Robert diğer Sherlocklara göre daha icat ustası bu filmde.

Film kendi döneminde geçiyor. 1800’ler İngilteresinde.

Olaylar ise kitapla bağlantılı da değil de. Şöyle diyelim evet, ana düşman Moriarty yine var, Reichenbach şelaleleri olayı yine var ama bu süreç ve bu sürece götüren olaylar bambaşka. Yani temel karakterler, düşmanlar, değişmez olaylar birebir, ancak olayların işleyişinin kitaplarla bir alakası yok.

Sağ kulağını sol elle göstermek gibi.

Zevkle izleyeceğinizi düşünüyorum.

Ey 3. film, gel artık :)

--------------

Elemantary

Yüz karası mı desem, sevenlere haksızlık etmemek için abartmadan “bence olmamış” ’a mı bağlasam bilemedim. Ama bu diziyi Sherlock karakterine büyük bir haksızlık olarak görüyorum.  Neden böyle düşündüğüme geleceğim tabi ki, dayanaksız karalama yapmak tarzım değil çünkü.

Normalde yazıyı yazarken tarih sıralamasına göre gitmeye çalıştım ancak Elementary’den Sherlock’tan önce bahsetmek istedim.  BBC, Sherlock dizisini yayınladığında, dizi büyük ilgi gördü ve Sherlock furyasına yepyeni, güzel bir soluk getirdi. İşin arkasında Moffat olunca tabi :D

Ee, İngilizlerin dizisi tutar da, bu işin her şeyini elinde tutmaya çalışan ABD durur mu? Pastadan pay gibi Elementary peydah oldu. Aynı anda devam eden iki dizinin adı Sherlock olamayacağı ve Elementary birebir Sherlock olmayacağı için yine kitaplardan, kıyıdan köşeden Sherlock’a tutunan bir isim aldı dizi: Elemantary. 

Birebir benzer dizi çekememe de söz konusu olunca dizi "New Holmes, New Watson, New York!" sloganıyla, yepyeni bir şeyler atfıyla çıktı ortaya... Anlıyorum ama kabullenemiyorum :'(

Aslında dizinin çıkacağını duyduğumda çok sevinmiştim. Sherlock gibi harika bir dizi 3 bölümcükken, sezonda 22-23 bölüm yayınlayacak bir Sherlock dizisi daha çıkıyor, nasıl sevinmez bir Sherlockian.

Ancak işler öyle çıkmadı. Çünkü Elemantary’nin isimler dışında Sherlock’la bir alakası yok.

Güya Sherlock İngiltere’den tası tarağı toplamış (olaylar olaylar), Amerika’ya yerleşmiş, Amerikan polisine danışmanlık yapıyor. Büyük bir evde kalıyor, uyuşturucu batağında. Arınmak için tedavi görmüş ve babası bu durumdan emin olmak için ona bir destek gönderiyor. Joan Watson! Yaa, John cinsiyet değiştirip kadın olmuş :’( Mary ne olacak Jawwnn :’(  Nasıl örselendiysem, böyle iğrenç esprilere vurur oldum kendimi.

Joan karakteri, Charlie’nin meleklerinden bildiğimiz bir oyuncu. Başarılı da bir oyuncu.

...  Sherlock Holmes karakterine dış görünüş olarak hiç benzemiyor.

Olaylar günümüz Amerikasında geçiyor. Sherlock uyuşturucu batağından yeni çıkmış, vücudu dövmelerle dolu, renkli tişörtler, yer yer kareli gömlekler giyen, evine girip çıkan fahişenin haddi hesabı olmayan bir Sherlock. Sonradan atkı ve paltoya bağladılar gerçi ama şu sarı tişört tüm nöronlarımı yakarak, beynime yerleşti.

Joan’ı neresinden ele alayım da John’la karşılaştırayım bilmiyorum. Bağımlılık danışmanı olarak evet doktor kimliği var, büyük bir travma yaşamadan önce doktormuş. Ancak bunun dışında John’la pek ilgisi yok. Zaman zaman destek olsa da daha çok Sherlock’la mücadele halinde. Hangisi daha Sherlock bilemedim.

Karakterler benzemiyor –ne görünüş ne mizaç olarak-, olaylar günümüzde geçiyor ve kitaba bağlı değil. Neresinden bakayım da Sherlock diyeyim ki? Uyuşma belki %5, o da isimlerden dolayı.

Amerikan faydacılığı resmen bir karakteri kötü yola düşürmüş. Bir süre sonra diziye devam edemedim, krizlere girdim. Ama belli bir yerden sonra açıldığını söylüyorlar, kendime işkence yapıp yeniden izlemeye çalışabilirim.

İsimler farklı olsa hiç Sherlock’la bir bağ kurmazdım. Sherlock ismi zikredilmeden farklı isimlerle bir polisiye dizisi olarak sunulsaydı, inanın daha rahat izlerdim çünkü kötü bir dizi değil. Yanlış anlaşılmak istemem.

Bir de Çalıkuşu’nda böyle olmuştum ben (Yuh nere atladım? O.o) Çok sevinmiştim güncel bir dizi çekilecek diye, çünkü Çalıkuşu’nu pek severim. Ne karakterler benzer, ne olaylar Çalıkuşu’na… İlk bölümün yarısına kadar zor sebat edip “Merhaba, 2. Elementary vakası. “ dedim ve vedalaştım. Daha doğrusu koşar adım uzaklaştım.

Kısaca kendi halinde bir polisiye olarak bakabilecekseniz izleyin, yok bakamayacaksanız, Sherlock arayacaksanız hiç izlemeyin.

------------------

Gelelim son ve en güzeline! SHERLOCK!

Bu diziyle ve karakterleriyle aşk yaşıyorum ^_^

İngiliz yapımı bir Sherlock Holmes dizisi. Sezonda 3 bölüm. Ama her bölüm bir sinema filmi kalitesinde!

Karakterlerle başlarsak Sherlock Holmes’ü Benedict Cumberbatch oynuyor. Boyuyla görünüşüyle tam bir Sherlock. Karakter olarak da Sherlock’un soğuk, duygularla mesafeli, bilimsel araştırmalarla yakından ilgili, zeki, hızlı çıkarım yapan ve cevap veren yanlarını birebir yansıtıyor.

John Watson’ı Martin Freeman oynuyor. Hobbit diyeyim siz anlayın ^_^ Harika bir John Watson. Yeri geldiğinde destekleyen, gerçek dost, yeri geldiğinde tolore eden, yeri geldiğinde karşılık veren, dış görünüşü ve mizacıyla tam bir J. Watson.

Olaylar günümüz İngilteresinde geçiyor. Sherlock Holmes teknoloji ve bilimin nispeten daha çok gelişmiş olduğu günümüzde doğsaydı olaylar nasıl yaşanırdı? Merak ediyorsanız buyurun :)

Onun dışında karakterler, mizaçlar ve hatta vakaların birebir (günümüze uyarlanması dışında) uyduğu gerçek bir Sherlock izlemek istiyorsanız, doğru yerdesiniz.

Moriarty’sinden Anderson’ına tüm kötü ve de gıcık karakterleri bile sevdiğim bir dizi. Moriarty'nin bu kadar tatlı bir oyunculuk sergilemesi, bu kadar tatlı bir kötü olması haksızlık!! :)

 Irene Adler’i ele alış şekillerinden ayrıca hoşlandım. Zaten dizide hoşlanmadığım hiçbir oyuncu yok.

Döneminde anlatıldığında bile tutturulamayan bir karakteri bu kadar iyi anlamış, ve günümüze bu kadar iyi uyarlamış olan emek sahiplerine teşekkürü borç bilirim (And Oscar comes to me -_- Oscar konuşması gibi oldu -_- )

Çıkarımlara ve zeka unsuruna, oyunculara ve karakterlere bayılacağınız dört dörtlük bir yapım!

Bunun dışında kahkahalara da boğulabilirsiniz. Eklemeden geçemeyeceğim: "Yeah, but am I a pretty lady?" :D

-------------

BONUS YAPIM: Aslında bu yapımı sonradan ekleme kararı aldım, aklımda yazmak hiç yoktu. Ancak geçenlerde yaptığım bir konuşmadan sonra yazmalıyım dedim.

House M.D.

 Ne karakterin adı Sherlock, ne de Gregory House bir danışman dedektif.

Ancak ilhamını Sherlock Holmes efsanesinden alan dizi, bu efsanenin bambaşka bir sektöre bir nevi uyarlanması. Sherlock Holmes, danışman dedektif değil de bir doktor olsaydı, işi de tanı koymak olsaydı nasıl olurdu? Bunu merak ediyorsanız işte cevap: House M.D.

Bir dönemin efsanesi, çok sevdiğim, 8 sezon sürmesine rağmen bittiğinde Vicodin şişemin (!) dibine vurduğum dizi. 

Zaten yapımcı David Shore da bu esinlenmeyi ve hayranlığı itiraf etmiş ve dizinin birçok yönünde Holmes'e göndermeler var. Sherlock Holmes'ümüz Dr.Gregory House, John Watson'ımız ise James Wilson. İsim benzerlidiği detected! Enstrüman çalmalarından, ilaç bağımlılığına, James'le olan ilişkisinin Sherlock'un John'la ilişkisiyle hemen hemen aynı olmasına kadar paralel. Ayrıca House 221 no, daire B'de oturur, Sherlock 221B Baker Street'te.

Dizi içinde de birçok atıf bulunmakta. House'a da selam çakmadan geçmeyelim dedim :)

Unutmadan: Everybody Lies!..

 -----

Mevzumuza dönersek, birçok Sherlock yapımı daha mevcut. 1922'li yıllara ait yapımlar bile var. Aslında bunlar bize Sherlock Holmes efsanesinin 1800’lü yıllarda doğduğundan beri  canlılığını ve varlığını devam ettirdiğinin de bir göstergesi. Ama ben en ön planda olanları yazmak istedim. 

Senin favorin ne diye sorarsanız (hiç belli olmuyormuş gibi) kesinlikle açık ara Sherlock derim. 3 bölüm olmasına, bazen 2 yıl bekletmesine rağmen tüm cefasıyla kabülüm.

2. sırada ise R. Downey Jr & Jude Law çifti gelir benim için.

House'u kesinlikle es geçmeyin derim ^_^

--------

Benimle farklı düşünenler olduğunu tabi ki biliyorum, sonuçta zevk meselesi. Sizin görüşlerinizi duymaktan da zevk duyarım ^_^ -----------İlk Sherlock Holmes YazımSherlock Holmes Hakkında Mülahazatı ŞamildirDoctor Who & Sherlock ve Birçok Fandom Ürünlerini Bulabileceğiniz Bir MekanSherlock Holmes El Kitabı - Ransom RiggsSherlock Holmes - Kızıl Soruşturma - Sir Arthur Conan DoyleTüm Sherlock Holmes Etiketli Yazılarım

9 Haziran 2014 Pazartesi

Epik Fantastik Türü Nedir?

Fantastik edebiyatın birçok alt türü vardır. Epik Fantastik (Epik Fantezi) türü fantastik edebiyatın hayali bir ikinci dünyayı anlatan alt türüdür. 

Epik fantezide olaylar gerçek dünyadan ziyade, alternatif ve tamamen kurgusal bir ikincil dünyada geçer. İkincil dünyanın kuralları genelde gerçek dünya kurallarından farklıdır. Bu dünyada din,ırk, gelenekler, fizik kuralları bile bilinen kurallardan farklı olabilir. Coğrafi, dini, kültürel yapısı tamamen farklı ve bazende gerçek dışı olabildiği için genelde harita ve ek kitaplar ile desteklenen hikayelere sahiptirler. Bazı hikayelerde 2. dünya, bizim dünyamıza bazı yollarla bağlı olabilir. 

Temel konu iyiyle kötünün savaşı şeklindedir ve genelde büyük kötü bir düşman vardır. Amaç bu kötü gücün yenilmesidir. Bu nedenle hikaye boyunca karakterler, kötü gücü yenmek için eğitim alır, yolculuk yapar vs. Savaş ise kaçınılmazdır.

Ana karakterler bu kötülükle savaşmak için doğmuşturlar, bu amaç doğrultusunda yetiştirilirler. Kendilerini bu hedefe adarlar. Hikaye başında toy olan karakterler, hikaye devam ettikçe olgunlaşırlar. 

Ve ben bu türü gerçekten çok severim! Kitaplarını da oyunlarını da *_*

Bu türdeki öne çıkan seriler için ise blog ikizim Kitap Tutkusu'nun yazısını beklemeniz gerekmekte :)

7 Haziran 2014 Cumartesi

OKK 32. Blog Tur: Kralların Yolu - Brandon Sanderson // Tanıtım ve Çekiliş

Herkese merhaba!!

32. blog turumuzun konuğu epik fantastik türünde çok başarılı bir yazar olan Brandon Sanderson! Kralların Yolu kitabı ile Brandon’ın oluşturduğu yeni bir serinin kapıları aralanıyor ve bize de bu kapıdan içeri girmesi düşüyor!

Kitabımızı tanıyalım:

Son Issızlık'tan önceki günlerin özlemini çekiyorum.

Elçiler'in bizi terk etmesinden ve Parlayan Şövalyeler'in bize karşı dönmesinden önceki çağın. Dünyada hâlâ büyünün ve insanoğlunun kalbinde de onurun olduğu zamanın...

Dünyayı ele geçirdik ve sonra da onu kaybettik. Görünüşe göre insan ruhu için hiçbir şey zaferin kendisinden daha zorlu değil.

Yoksa o zafer, en başından beri bir aldatmacadan başka bir şey değil miydi? Onlar ne kadar zorlu savaşırsa, direnişimizin de o kadar güçlendiğini mi fark etti düşmanlarımız? Belki de ısı ve çekicin sadece daha kaliteli kılıçları mümkün kıldığını gördüler. Ama çeliği yeteri kadar uzun bir süre boyunca bırakırsan, eninde sonunda paslanıp gider.

İzlediğimiz dört kişi var. Birincisi hekim, tıbbı bir kenara bırakıp içinde bulunduğumuz dönemin en vahşi savaşında bir asker olmaya zorlanmış. İkincisi öldürürken ağlayan bir katil, bir suikastçı. Üçüncüsü yalancı; bir hırsızın kalbi üstüne bir âlimin cübbesini giymiş genç bir kadın. Sonuncusu ise bir yüceprens, yani savaş açlığı tükenirken gözleri geçmişe açılmış olan bir savaş beyi.

Dünya değişebilir. Dalgabağlama ve Kırıkkullanma geri dönebilir; antik çağların büyüleri tekrar bizim olabilir. Bu dört kişi bunun anahtarı. Bir tanesi bizi kurtarabilir. Ve bir tanesi de bizi yok edecek.

"Bir roman yazarının liderlik mekanizmasını ve sevginin insan kalbine nasıl kök saldığını böylesine etkili bir şekilde anlatması sık görülen bir durum değil. Sanderson şaşırtıcı derecede zeki bir adam."

-Orson Scott Card-

"Kitaba bayıldım. Başka bir şey söylemeye gerek var mı?"

-Patrick Rothfuss-

The New York Times Çok Satanlar Listesi'nden Rüzgârın Adı'nın yazarı.

Tur Takvimimiz

6 Haziran 2014

Duyuru – Tanıtım – Çekiliş

Çekiliş için tık tık!!!

7 Haziran 2014

Fighting!! – Önokuma

Kütüphanemden Kitap Manzaraları – Fırtınaışığı Arşivi Seri Bilgisi

8 Haziran 2014

Kütüphanemden Kitap Manzaraları – Epik Fantastik Türü Nedir?

Fighting!! - Ara Bilgiler ve Resimlerin Zenginleştirdiği Bir Okuma Keyfi

9 Haziran 2014

Kitap Tutkusu – Brandon Sanderson’ı Tanıyalım

Kitap Tutkusu – Epik Fantastik Türünde Yazılmış Kitaplar

Pudra Tozu – Yeni Başlayanlar İçin Epik Fantastik Bir Kitabı Okuma Teknikleri

Pudra Tozu – Alıntıların İzinde Kralların Yolu

10 Haziran 2014

Yorum

Pudra Tozu

Kitap Tutkusu

Kütüphanemden Kitap Manzaraları

Fighting!!

Akılçelen Kitaplar'a teşekkürler :) 

Abdest almak kadınlara da farz!

Dışarıda işi olup da namaz vaktini kaçırmak istemeyen bir kadının önündeki en büyük engel abdest. ‘Abdest mekânları düzelecek’ vaatlerinde ne kadar sonuç alındı, camilerde ne değişti, bir göz attık. Sonuç düşündürücü.Günün ortası, bir işten bir diğer işe yetişmeye çalışıyorsunuz. Gündelik hayat bir yanda akar giderken, okunan ezanla aklınıza gerçek hayat düşünce, bir telaşla önünüzdeki camiye girip vakti vaktiyle eda etmeye girdiniz. Kilitli abdesthaneler, erkeklerin tuvaletine bitişik lavabolar, çantanızı bile koyamadığınız tuvaletler. İstanbul camilerinde kadınlar için abdest alıp namaz kılmak bir sınav.Taksim, Eminönü, Kadıköy, Üsküdar başta olmak üzere, merkez semtlerin çoğunda kadınların camilerde abdest alacağı ya düşünülmemiş, ya düşünülen yöntemler çözüm olmaktan uzak.‘Daha önce defalarca haberleştirilen bu konuda ilerleme var mıdır?’ sorusuyla yola çıktık. İlk durak Kazancı Yokuşu üzerinde bulunan Kazancı Ali Ağa Camii. Taksim merkeze çok yakın camide kadınlara özel bir abdest yeri bulunmuyor. Alternatif olarak sunulan bir tuvalet. Ayakkabınızı çıkarmanız, üzerinizdeki eşyaları asmanız mümkün değil, zaten gösterilen bölüm erkekler tuvaletinin hemen yanında olduğu için bütün bu mücadeleye girmeden baştan vazgeçip dışarı çıkıyorsunuz.İkinci durak yol üstü olması nedeniyle her gün bir sürü misafir ağırlayan Taksim Mescidi. Yılankavi merdivenleri çıkıp mescidin kadınlar için ayrılan abdest bölümüne ulaştığınızda tek kişinin ancak abdest alabileceği genişlikteki mekânda üzerinize su sıçratmadan abdest almak, zaten musluğa ulaşmak bir mesai olduğundan neredeyse imkansız. Yine kadınların eşyalarını bırakacağı, asacağı bir yer sıkıntısı burada da yaşanıyor. Eşyalarınızı mescidin içine bırakıp abdest almaya geçmek en uygunu. Burada da uyarıyla karşılaşıyorsunuz: ‘Dikkat et çalınmasın.’Yeni restore edilen Ağa Camii bir sonraki durak. Burada kadınlar beyaz paravanla ayrılan bir bölümde abdest alabilir. Hem temizlik hem alan genişliği insanın içini açmasa da Taksim’de işi olanların tek alternatifi diye teselli olup geçiyoruz İstanbul’a kuşbakışı bakan Cihangir Camii’ne. Burada kadınlar da erkekler de abdest almak için aynı mekânı kullanıyor. Abdest alan “Hadi Bismillah” deyip her şeyi göze alarak yola çıkmak zorunda. Başörtülü kadınları her an içeri bir erkek girer kaygısıyla alacakları bir abdest bekliyor.Sahil tarafında olup da Kılıç Ali Paşa Camii’ne inerseniz, burada sizi paravanlı bir bölüm karşılıyor. O da ben uğradığımda kapalı. Büyük camilerin abdest alınacak yer dışındaki en önemli sorunu güvenlik. Uğrayan insan azlığı çok zaman abdesthanelerin kapalı olmasına yol açıyor. Şaşkın bakışlar arasında şadırvana yönelmek işten değil.Halılarla beraber namaz...Tarihî yarımadaya geçelim. Rüstem Paşa Camii’ndeyim. Yine burada abdest almak için bir tuvalete yönlendiriliyorum. Islak yerlere basmamak için bin takla atıp burada abdest almayı başarır, namaza geçerseniz, bu sefer de kadınlar bölümünde katlanmış halılar, elektrik süpürgeleri sizi karşılıyor. Cami zaten boş, kadınlar bölümünün ışıkları bile yanmıyor.Turistlerin gözbebeği, İstanbul fotoğraflarının değişmez klasiği Yeni Cami’de bu durum değişeli bir ay oldu. İçerideki ve dışarıdaki şadırvanlarıyla erkeklerin abdest alabilecekleri yerlere sahip cami yakın zamana kadar kadınlara bir alternatif sunmuyordu. Şimdi hemen karşısında yeni açılan meydanda tuvaletler ve abdest alma yeri bulunuyor. Her gün binlerce insanın gelip geçtiği bir yer için, yetmez ama hiç yoktan iyi.Tarihî yarımada camilerinde turist uğramayan camiler neredeyse boş. Sultanahmet’e ulaşırsanız, burada abdest almak için daha insanî koşullarla karşılaşacaksınız.Beşiktaş’a yolunuz düştü. Gönül rahatlığıyla abdest alabileceğiniz bir cami var. Ertuğrul Tekke Camii. Kadınlar için ayrı bir bölüm düşünülmüş. Beşiktaş’tan sahile doğru açıldığınızda, işiniz giderek zorlaşıyor. Abdest alıp namaz kılmak için yer ararken kendinizi Emirgan Camii’nde bulabilirsiniz.‘Su içmediğim oluyor’Üsküdar’da da durum iç açıcı değil. Semti diğer yerlerden ayıran, abdesthane bulunan lokanta ve kafelerin çokluğu. Kadınlar genellikle abdestlerini buralarda alıp camiye gitmeyi tercih ediyor.Kadıköy taraflarındasınız. Alternatifleriniz Söğütlü Çeşme Camii, Cafer Ağa Camii, Osman Ağa Camii, Kethüdâ Çarşı Camii, Sultan III. Mustafa İskele Camii. Bunlar içinde Cafer Ağa Camii ve Kethüdâ Çarşı Camii nispeten iyi bir abdest imkânı sunuyor. Nispeten iyi, çünkü bunlar da tuvaletle bitişik.Abdesthane bulma çilesi, sohbetlere sık sık malzeme olan bir konu. Zorlu bir mücadelenin sonunda alınan abdest sonrası Fındıklı Camii’nde karşılaştığım kadınların sohbet konusu da bu. Üsküdar’da oturan Remziye hanım iş için dışarı çıktığında artık su içmekten kaçındığını söylüyor. “Hayat dinsel ihtiyaçlara göre düzenlenmiyor” diyen Zeynep Hanım’a göre ise en uygun çözüm mestle gezmek. O da yaz koşullarında zor. Daha radikal yöntemler deneyip, erkeklere ait kapalı abdest yerlerini kapısını kilitleyerek kullananlar da var. Bütün bu çözümlerin tamamı gerçek bir çare olmaktan uzak.Üç ayları sürer, Ramazan’a yaklaşırken, elinize bir harita alıp rahat abdest alıp, namazınızı eda edebildiğiniz camileri işaretlemeye başlamanızda fayda var. Bu Ramazan da dışarıda işi olan, teravihleri camilerde kılmak isteyen kadınlar için çetin geçecek. a.orer@zaman.com.tr

6 Haziran 2014 Cuma

Samed Behrengi - Toplu Masallar (Bizimkisi Bir Çocukluk Aşkı^^ )

Kitap Adı: Toplu Masallar 

Yazar: Samed Behrengi

Çeviri: İldeniz Kurtulan

Resimleyen: Oğuz Demir

Yayınevi: Büyülü Fener

 Sayfa Sayısı: 296

Basım: Nisan 2014

--- 

İçindeki Hikayeler 

Ulduz ve Kargalar

Ulduz ve Konuşan Bebek

Pancarcı Çocuk

                          -Duvarda İki Kedi

                                    -Kar Tanesinin Serüveni

                               -Nine Ve Sarı Civcivi

Kel Güvercinci

Sevgi Masalı

Küçük Kara Balık

Bir Şeftali Bin Şeftali

Püsküllü Deve

----------------------------------------------------------------------

Samed Behrengi'yle aşkımız benim ilkokula gittiğim dönemde başladı. Onlarca hikaye kitabı içinden Bir Şeftali Bin Şeftali'yi almışım. Hikayeden öyle etkilendim ki, tüm meyvelerin çekirdeklerini bahçeye ekmeye çalıştım, bahçedeki gencecik şeftali ağacına daha bir ısındım. Hüznüm ise içimde bir yerlerde kaldı hep. 

Bir yıl geçti geçmedi, bu kez Püsküllü Deve çıktı karşıma. Tahran'da babası seyyar satıcılık yapan bir çocuğun bir gününü anlatıyor. O bir güne öyle şeyler sığdırmış ki yazar, ne kadar usta olduğunu anlamaya yeter. Bu kitabım hala durur :) Defalarca okumuşumdur. 

Küçük Kara Balık'ı ise hemen hemen herkes bilir. Ya okumuştur, ya adını duymuştur. Çünkü bir dönemin özgürlük manifestosu gibiydi Küçük Kara Balık. Yasaklatıldı, toplatıldı... 

Evet, incecik çocuk hikayelerinden bile korkmuşlar zamanında... 

Benim Küçük Kara Balık'la tanışmam yine çocuksu bir dönemde oldu o yüzden manifesto kısmından uzaktım... 

Gelelim yazara ve nasıl yazar Behrengi?

Tebriz doğumlu yazar, ikinci hikayesinde de bahsedildiği gibi Azerice'ye çok hakimdir, ancak daha çok kişi okusun yazdıklarını diye Farsça yazmış hikayelerini.

Anlatmak istediklerini ustaca anlatır, değinmek istediklerine çok ince bir şekilde değinir.

Onun kitaplarında şımarık zengin çocukları esas karakter olmaz. O halktan, sokaktan, köyden yoksul çocukları yazar. 

Bunu fark etmek zor değildir birkaç hikayesini okuduktan sonra. Ancak kitapta çok güzel anlatmış bunu:

"Şımarık ve kendini beğenmiş çocuklar bu öykümüzü okumaya kalkmasınlar sakın. Hele o kaldırımlarda aç dolaşan, evsiz barksız yoksul çocukları adam yerine koymayan, işçi çocuklarını küçümseyen ve arabalarına kurulunca kasılan zengin ailelerin çocukları hiç okumasın öykümüzü. Çünkü Behrengi Öğretmen öykülerini o yoksul çocuklara yazar, bunu da her fırsatta söyler.

Ama yaramaz ve kendini beğenmiş çocuklar da düşüncelerini, davranışlarını, düzeltebilir. İşte o zaman Behrengi Öğretmen'in gönlü olur okutur öykülerini..."

Bir çocuğa verilmesi gereken çoğu şeyi çok güzel verdiğine inanıyorum öykülerinin. Yıllar geçmiş, ben okuduğum öyküleri unutmamışım temelde, okumadıklarımı da okuma fırsatı buldum, ilk zamanki zevki aldım. 

Behrengi suya sabuna dokunur da ona dokunmadan dururlar mı?

28 yaşında ölür Behrengi. Boğulur suda. Ölümü şüphelidir, öldürüldüğüne inanır. Şaşırtıcı değildir aslında. 

Ve Behrengi ölür, geride anlatılmamış bir sürü hikayeyle. 

BİTİRİRKEN:

Büyülü Ayraç'ın Okuduğum İlk Kitaplar :) yazısını okuduğumdan beri Çocukluk Kitaplarım hakkında bir yazı yazmak isterdim, bu kitap bana bu fırsatı sundu. Bir de yorum bırakmışım, aslında özetliyor her şeyi: 

"Benherneysemo31 Temmuz 2013 11:35

Ayşegül serisini hiç sevmezdim ben, Ayşegül'e de ayrı bir sinir olurdum nedense, belki de çok steril bir çocuktu diye bilemiyorum. İlk kitaplarımla ilgili yazı yazma isteği uyandırdın bende delice :) Benim de ilk kitaplarım Samed Behrengi kitaplarıydı. Bir Şeftali Bin Şeftali, Püsküllü Deve ve Küçük Kara Balık... Hiçbirinin etkisinden hala kurtulamadım. Püsküllü Deve kitabım hala durur, diğerleri kim bilir kimde... Şeker Portakalını ise 3 kere okudum ve 3ünde de her okumamda artan şiddetle olmak üzere ağladım... Güneşi Uyandıralım'ı da o zaman hiçbir yerde bulamamıştım. Nostalji oldu, kalemine sağlık :)

-------