26 Aralık 2015 Cumartesi

Ayşe Özkalay: Üç evladım var dördüncüsü Kimse Yok Mu

Kimse Yok Mu Derneği'nde geçtiğimiz günlerde nöbet değişimi yaşandı ve yeni başkan Ayşe Özkalay oldu. Kadın dünyasının inceliklerle dolu olduğunu söyleyen Özkalay, “Bu ince detayların yardım projelerinin oluşturulmasından yürütülmesine kadar pek çok süreçte farklılık meydana getireceğine inanıyorum.” diyor.

Kimse Yok Mu ile uyandığımız bir bayram sabahında tanışıyoruz Ayşe Özkalay ile. Üç çocuğunu eşine emanet etmiş, düşmüş Bilge Köyü yollarına. Zira bir gecede ailesini yitiren 60 yetimin gözü yollarda. Özkalay, Bilgeli çocuklara defter, kalem ve şeker dağıtıyor, bayrama o çocukların gülen yüzleri sayesinde eriyor adeta. Miniklerden biri, Kimse Yok Mu'dan (KYM) gelen ablasına yanaşıp, “Ben de büyüyünce çocuklara oyuncak getireceğim.” diyor, afacan bir velet mühendis olmak istediğini anlatıyor. En çok evladını kaybeden annelere kulak veriyor Özkalay. Kendisi de bebeklerini yitirmiş vaktinde. “26 yaşındayım ama çok yaşlı görünüyorum” deyip üzülen bir anneye, “Sen hepimizden güzelsin.” şeklinde iltifat edip sarılıyor. Ayrılmadan önce yaşlı teyzelerin ellerinden öpüp hayır dua almayı da ihmal etmiyor. İki yıldır KYM'nin başkan yardımcısı olan Özkalay, geçen hafta itibariyle başkan ve KYM'ye anne eli değdi diyenler haklı. Özkalay, “Üç tane evladım vardı, dördüncüsü Kimse Yok Mu oldu.” diyor.

Derneğin başında kadın olması nasıl bir fark oluşturur?

Kamuoyunda takdirle karşılandı. Öyle ki; tebrik mesajlarına ve telefonlarına yetişmekte güçlük çektim. Bu durumu hem derneğimiz hem de toplumumuz adına sevindirici buluyorum. Genel başkan yardımcısı olarak vazife yaparken de derneğimizi aktif bir şekilde temsil ediyordum. Yani kadının gücüne başından beri inanan ve kadını destekleyen politikalar geliştiriliyor. Kadın yöneticilerimiz, çalışanlarımız ve gönüllülerimiz her zaman bu bütünün en değerli parçaları oldu. Tüm projelerimizde mutlaka bir kadın dokunuşu var.

Özellikle muhafazakâr camiada ‘Kadından yönetici olur mu?' bakışı hâkim…

Bu bakış açısına hep mesafeli durdum. Bırakın çağımızı, kendi tarihimize baktığımızda da kadınların her dönemde yönetimde söz sahibi ve hayır işlerinde oldukça gayretli olduklarını görüyoruz. Yöneticisi olduğum kurum bir yardımlaşma derneği ve bence hayır yapmak en çok kadınlara yakışıyor. Hz. Hatice annemiz, ticaret hayatını Müslüman olduktan sonra da sürdürüyor. Efendimiz'e arka çıkıyor, vahyin ağırlığını O'nunla paylaşıyor. Hz. Aişe annemiz, minyon ve atik olması sebebiyle savaş stratejilerini belirleme noktasında ön cephe ve arka cephe arasında ulaklık yapıyor. Hz. Fâtıma annemiz de cerrahi yeteneğini kullanarak bizzat cephede askerleri tedavi ediyor. Görüyoruz ki fıtrat dini olan İslâm, kadını eve hapsetmemiş, kadına özgür iradesi ışığında dilediği kadar sorumluluk alacak şekilde yetenekleri doğrultusunda sosyal hayatın içine konumlandırmış. Ayrıca oksitosin prolaktin denilen şefkat hormonları kadınlarda yüksek. Kadın dünyası daha detaylı, inceliklerle dolu ve duygulu... Bu ince detayların yardım projelerinin oluşturulmasından yürütülmesine kadar pek çok süreçte farklılık oluşturacağına inanıyorum.

Zorlukları var mı peki?

Gerçek anlamda yok. Vermeniz gereken kararları olması gerektiği gibi verip işleyişe sokabiliyorsunuz ama kendi iç dünyanızda yaşadığınız çalkantılar belki bir erkekten daha derin oluyor. Mesela işten çıkarmamız gereken çalışanlar konusunda karar alıp uygulamaya soktuktan sonra evde ağladığım çok olmuştur veya mağdurlara yardım etmek için istediğimiz izin çıkmadığında o bölgedeki çocukları, annelerin boynunun nasıl büküleceğini yetimlerin eksik kalacağını ruhumun derinliklerinde duyup yemek yiyemediğim çok olmuştur. Velhasıl toplum açısından bir kadın yönetici her açıdan faydalı ama kendi iç dünyasında ciddi anlamda yıpranıyor. Tek dezavantajı bu ama o ızdırapların içinde de farklı bir lezzet var; hayata geliş amacımız, insan-ı kamilliğe ulaşmak. Allah'ın en kıymet verdiği kulları için çekeceğiniz her ızdırabın, hüznün ötelerde çok büyük kıymetler olacağını düşünüyorum.

‘Kimse Yok Mu diyenlere anne eli uzanacak.' yorumları yapılıyor, bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Anne olmak, pek çok meşakkati taşımaya gönülden razı olmak demektir. Anneler, yaşatmak için yaşar ve bu sebeple çok güçlülerdir. Ben de tüm vazifelerimden önce bir anneyim. Üç tane evladım var, dördüncüsü Kimse Yok Mu. O nedenle bu yorumlar beni mutlu ediyor, içimdeki güce güç katıyor. Zira ‘Kimse yok mu?' diyenlere bir anne şefkatiyle el uzatılması, bunu farklı ve anlamlı kılacaktır diye düşünüyorum. Karnını doyurduğumuzu bildiğim insanları düşünmek beni doyuruyor sanki. Hele faaliyetlerimizi yakından görmek için sahaya indiğimde her çocuğu kucaklamak, susuz beldelere su götürmek, görmeyenin gören gözü olmak, hastanın yarasını sarmak, yetimin annesi olmak hisleri beni sarıp sarmalıyor.

Eşiniz başkan olmanızı nasıl karşıladı?

Bir akşam Afrikalı önemli bir iş kadınıyla ailecek yemek yedik. Neler yaptığımızdan bahsederken misafirimiz çatalını, bıçağını bırakıp alkışlamaya başladı. Tam estağfurullah diyecekken, ‘Bu alkış eşinize. Sosyal hayatta aktif her evli kadının en büyük destekçisi eşidir.' dedi. Buradan eşimin tepkisini anlamanız mümkün.

Aileniz iştirak ediyor mu dernek faaliyetlerine?

Tabii, siz ne yaşıyor, neyle meşgul oluyorsanız akşam yemeği sohbetlerinizde de çocuklarla onu konuşuyorsunuz. Hele bir yerlere gidip geldiyseniz birebir yaşıyor çocuklarınız onu sizinle. Benim âdetimdir nereye gitsem sunum yapar, orada çektiğim fotoğrafları hikâyeleriyle çocuklarıma anlatırım. Harçlıklarını biriktirip yetim kardeş edindiler, su kuyusu açtırmak, katarakt yaptırmak en büyük hayalleri oldu. Aslında çocuk yetiştirmenin en kolay yolu hayır işleriyle hayatınızı süslemek.

‘EMANETE LAYIKIYLA SAHİP ÇIKACAĞIZ'

Kimse Yok Mu'nun terör kelimesiyle yan yana anılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Asla kabul etmiyorum. Sevginin, yardımlaşmanın, şefkat elinin, merhametin neresine terörü yerleştirebilirsiniz? Dünyanın 100'ü aşkın ülkesinde ve ülkemizde mağdurların, mazlumların, yetimlerin ve daha nicelerinin elinden tutan, milletimizin yüz akı olmuş, tüm dünyada takdirle karşılanan, böylesi şeffaf bir hayır kurumunun ‘silahlı terör örgütü' olarak itham edilmek istenmesini bir akıl tutulması, bir vicdan kararması olarak yorumluyorum. Hele de ırk, din, dil ayrımı yapmadan tüm dünyadaki icraatlarıyla gözler önünde olan bir dernek nasıl nefret, şiddet, acımasızlık ve düşmanlık üzerine bina edilen terör kelimesiyle anılabilir? Asla kabul etmiyorum. Bazen, sözlerinizin tükendiğini hissedersiniz… İnanın bu asılsız isnatlar karşısında benim de öyle oluyor, yüreğim sıkışıyor. Umarım bu korkunç yanlıştan bir an evvel dönülür.

Tazyiklere karşı nasıl bir duruş sergileyeceksiniz?

Bizim için nefes aldığımız her an, üzerimize güneşin doğduğu her gün insana hizmet götürmek için bir imkândır, fırsattır. Bu şansı Rabb'im bize verdiği müddetçe yaşamak da, yaşanılanlar da güzeldir. Biz doğrularımızdan ve değerlerimizden asla vazgeçmeyeceğiz. Bu işe gönül verdiğimizde, başladığımızda nasıl aşk şevk içindeysek aynen öyle devam edeceğiz. Yılmak, yorulmak ya da ümitsizliğe düşmek kavramlarına lügatimizde hiçbir zaman yer olmadı, olmayacak. Tüm hukukî; haklarımızı sonuna kadar koruyacak, haklarımızın her daim takipçisi olacağız. Bu dernek, milletimizin bize bir emanetidir. Emanetimize layıkıyla sahip çıkmaya devam edeceğiz.

Dualarınız ne yönde şu günlerde?

Her şeyin güllük gülistanlıkmış gibi gösterilmeye çalışıldığı ülkemin gerçekten bir gülistan olmasını temenni ediyorum. Tefrikaların olmadığı, insanların ötekileştirilmediği, ‘Kimse yok mu?' feryatlarının yükselmediği bir ülke, işte böyle bir dünya hayal ediyor ve bunu Rabb'imden dua dua niyaz ediyorum. “Rabb'im imanımızı, sağlığımızı, iffetimizi, namusumuzu, aklımızı, yaşama sevincimizi ve hürriyetimizi rızan doğrultusunda bize bağışla, sürekliliğini nasip et, önce millet sonra da tüm insanlık olarak bizleri bu hasletlerden uzak etme” diyorum her elimi açtığımda.

DERNEK ÇALIŞMALARINA ARALIKSIZ DEVAM EDİYOR

Başkan Ayşe Özkalay'a göre derneğin kapandığını düşündürmek için hayli çaba sarf edenler oldu ancak böyle bir şey söz konusu değil. KYM, dün olduğu gibi bugün de yardım çalışmalarına aralıksız olarak devam ediyor. Uluslararası mecrada da faaliyetleriyle dikkat çeken itibarlı bir konumda. Yasal mevzuat gereği kampanya düzenleyemediklerini belirten Özkalay, “Birbirinden faydalı projeler için yardımseverlerin bağışlarını kabul etmeye devam ediyoruz.” diyor.

19 Aralık 2015 Cumartesi

Semazenlerin giyinmesi de ayrı bir sanat

Bembeyaz kıyafetleri ve sıra dışı figürleriyle dünyanın ilgi odağı haline gelen semazenlerin ayin öncesi hazırlıkları ilginç detaylarla dolu. Mevleviliğe mahsuz adapla kuşanan her bir semazenin giyinmesi yaklaşık 20 dakika sürüyor ve ustalık gerektiriyor.

Hz. Mevlânâ'nın ‘Şeb-i Arus' yani düğün gecesi olarak adlandırılan vefat yıldönümü vesilesiyle, her yıl 7-17 Aralık tarihleri arasında Vuslat Yıldönümü Uluslararası Anma Törenleri düzenleniyor.

Konya'da törenlerin yapıldığı 11 gün boyunca gerçekleştirilen sema ayinlerini yurtiçi ve yurtdışından binlerce kişi izliyor. 742'nci Şeb-i Arus merasimini de geride bıraktık. Anma törenlerinde ziyaretçilerin en fazla etkilendikleri bölüm, şüphesiz sema ayini. Hz. Mevlânâ'dan günümüze kadar 700 yılı aşkın bir süredir devam eden ve dergahların kapanmasından sonra nispeten farklı bir tarza bürünen ayinlere ilgi her geçen gün artıyor. Semazenlerin, kollarını iki yana doğru açıp sağdan sola doğru dönerek gerçekleştirdikleri semayı izlemek ve Mevleviliği tanımak için dünyanın dört bir yanından insanlar Türkiye'ye geliyor.

ÖNCE ABDEST ALIYOR, SONRA KIYAFETLERİ ÖPEREK GİYİYORLAR

Mevlevilik kültüründe zikir amaçlı yapılan sema ayinlerine hazırlık aşaması da ilginç detaylar bulunduruyor. Sema ayini kadar semazenlerin giyinmeleri de eğitim ve ustalık gerektiriyor. Her semazen tennuresini bağlamaktan kuşağını sarmaya varıncaya kadar diğer semazenlerden yardım alarak giyinebiliyor. Semazenlerin ayin öncesi hazırlıkları yaklaşık bir saat önce abdest alarak başlıyor. Her bir kıyafetin Mevleviliğe has giyim adabı bulunuyor. Semazenler, başlarına giydikleri sikkeyi, ayaklarına giydikleri mesti, üzerine giydikleri hırka ve tennure gibi kıyafetleri önce öpüyor ve daha sonra besmele çekerek giyiyor.

KIYAFETLER, MEVLEVİ KÜLTÜRÜNE ÖZGÜ TEKNİKLERLE GİYİLİYOR

Sema ayini sırasında, semazen kıyafetlerinin amaçlanan figürü oluşturması için, kıyafetlerin özenli bir şekilde giyilmesi gerekiyor. Kıyafetlerin, vücuda en uygun şekilde kuşanması için büyük bir uğraş veriliyor. Bu sebeple, her semazen kostümünü giyerken diğer semazen arkadaşlarından yardım alıyor. Tennurenin kol ve etek uzunluğu, beli saran kuşağın gerginliği, kıyafetin simetriği hassas bir şekilde inceleniyor. Kıyafetlerin vücuda oturmasını sağlayan kuşaklara, Mevleviliğe has bir şekilde düğümler atılıyor. Semazenler, kıyafetlerinin en uygun şekle gelip gelmediğini anlamak için kendi odalarında prova yapıyor. Tüm hazırlıklar tamamlandıktan sonra, Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu'nun postnişini, semazenleri, ses ve saz sanatçıları beyaz bir koridordan ilerleyerek sema salonuna geliyor.

POSTNİŞİN ÖZÇAKIL: ‘SEMA, ALLAH'I ZİKRETMEKTİR'

Sema , dışarıdan görüldüğü gibi kareografik hareketlerden oluşan bir gösteri değil. Mevlevi dervişleri sema ayini sırasında dönerek Allah'ın adını zikrediyor. Fakat bu zikir sesizce yapıldığı için dışarıdan sadece dönme hareketi görülüyor. Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu Müdürü ve Postnişin Fahri Özçakıl, semanın, Hz. Mevlânâ'dan günümüze kadar gelmiş önemli bir tasavvuf kültürü unsuru olduğunu söylüyor. Mevlânâ'nın, Allah'a ulaşma düşüncesi ve gayretiyle ‘sema' dediğimiz bir dönüş hareketi yaptığını ifade eden Özçakıl, “Hz. Mevlânâ, semayı bir zikir olarak yapmıştır. Allah'a ulaşmanın bir coşkusu vesilesiyle Allah'a ulaşma vasıtası olarak sağdan sola doğru dönmüştür. Mevlânâ'nın zikri ve yaşam düşüncesi, zamanla Mevlevilik tarikatının kurulmasını ve kurumsallaşmasını sağlamıştır. Dolayısıyla Hz. Mevlânâ nasıl Allah'a ulaşma gayreti ve düşüncesiyle sema edip dönmüşse günümüzde yapılan sema ayinleri de aynı düşünceyle yapılan bir zikirdir.” diyor.

‘ÖNEMLİ OLAN DÖNMEK DEĞİL, MANEVÎ HUZURA ERİŞMEK'

Postnişin Özçakıl, sema yapmakta önemli olanın dönmek değil, Hz. Mevlânâ'nın yaşantısındaki huzuru yakalamak olduğunu dile getiriyor: “Sema yapmakta asıl önemli olan dönmek değildir ve çok önem arz etmez. Burada asıl olan, manevî; olarak Mevlevi adap ve erkânına göre, Hz. Mevlânâ'nın yaşantısına göre huzurlu ve rahat yaşamaktır. Ancak bu şekilde sema yapanları izleyenler ondan manevî; olarak feyiz alabilir.”

‘ÖNCE GÖNÜL VERMEK GEREKİR'

Semanın, gerçekte Allah için yapılan bir zikir olduğuna değinen Özçakıl, her yaşta sema yapmanın mümkün olduğunu dile getiriyor: “Sema, bir zikir olarak düşünüldüğünde herkes sema yaparak Allah'a ulaşmak isteyebilir. Bunun bir yaşı olmamakla birlikte, genç yaşlardan itibaren sema eğitimi alınabilir. Ancak birinin sema öğrenmesi için önce buna gönül vermesi, kendini manevî; olarak hazır hissetmesi gerekir. Çünkü sema, önce abdest alarak Allah'a yakın olmak için yapılmış bir harekettir.”

Abdest alıp mestler giyiliyor.

İkinci aşama tennurenin giyilmesi.

Tennurenin etekleri dönerken düzgün açılsın diye beli ip kuşakla büzülüyor.

Bele sarılan siyah kuşağın adı elifî; nemed.

Üste destegül denilen ceket giyiliyor.

Sırada elifî; nemedin kontrol edilmesi var.

Destegül açılmasın diye bağcıklarla tutturuluyor.

Tennure kuşanıldıktan sonra başa sikke, sırta siyah merasim hırkası giyilerek kıyafet tamamlanıyor.

12 Aralık 2015 Cumartesi

Çocukla ne zaman oynayacak, arkadaş olacak, istişare edeceğiz?

Her yaşın ayrı güzelliği olduğu gibi, ayrı hassasiyetleri de var. Hele çocukluk dönemi… O naif ruhların yara bere almadan gelişebilmesi için anne-babanın oyun oynamasına, arkadaşlığına ve istişaresine ihtiyaçları var. Ama Hazreti Ali'nin tavsiyesinde olduğu gibi doğru zamanda yapılması şartıyla…

Hz. Hasan ve Hüseyin, Kâinatın Efendisi'nin (sas) huzur ikliminde büyümüşlerdi. Dünyanın en bahtlı çocuklarıydılar şüphesiz. Nasıl olmasınlardı? Resulullah'ın gözünün nuru Fatıma ile Allah'ın aslanı Hz. Ali'nin oğullarıydı onlar. Doğdukları andan itibaren bu mukaddes ailenin eğitimiyle şekillenmişti hayatları. 'Evlat nasıl yetiştirilir?' sorusunun mücessem cevabıydı Ehl-i Beyt'in goncaları belki de. Hz. Ali'nin kulağımıza küpe şu sözü, nasıl bir aile eğitiminden geçtiklerini anlatır nitelikte: “7 yaşına kadar olan çocuğunuzla oynayınız, 15 yaşına kadar arkadaşlık ediniz, 15 yaşından sonra istişare ediniz.” Modern ilimlerde gelişim psikolojisinde de kendine yer bulmuş bu eğitim metodunu aile danışmanı Efkan Yeşildağ ile konuştuk.

Peygamber damadı, yukarıdaki sözünde bir çocuğun gelişim evrelerini üç bölüme ayırıyor. Yeşildağ ise bu evrelerde çocukların sırasıyla benliği, kimliği ve kişiliğinin geliştiğini söylüyor. Bu sebeple çocuğa içinde bulunduğu dönemin gerektirdiği gibi davranmak gerekiyor. Benlik gelişmeden kimlik, o gelişmeden de kişilik gelişmeyeceği için çocuğun yaşına göre tutum takınmak önemli. Mesela oyun çağında bir çocuğa yaşının üzerinde sorumluluk yüklemek veya artık yetişkinliğe adım atan bir gence hâlâ ‘ufaklık' muamelesi yapmak doğru değil. Öyleyse Hz. Ali'nin asırlar öncesinden gelen tavsiyesine kulak verelim ve ona uymanın çocuğun gelişiminde bize neler katacağını görelim.

7-15 yaş arası ona değer yükleyin, ama arkadaşça!

Arkadaşlar birbiriyle ne yapar? Güzel vakit geçirirler, birbirlerinin sırlarını paylaşır, oturup dertleşir, yine birlikte eğlenirler. Ebeveynin bu yaş döneminde çocuklarıyla yapması gereken de, tıpkı arkadaşları gibi onunla vakit geçirmek. Ama bunu “Ben kızımla/oğlumla arkadaş gibiyim.” diyerek anne-babalık rolünden muaf davranmak olarak algılamayalım. Mutlaka bir kural koyucu olmalı fakat bunu dikte ederek ya da baskı altına alarak değil de arkadaşça, çocuğun kendini rahat hissettiği bir ortam içinde yapmak gerekiyor. Bu kurallara bir değerler manzumesi de diyebiliriz. 7 yaşından sonra evladımızın doğruyla yanlışı, güzelle çirkini, haklıyla haksızı ayırt edebilmesi için ona değer yüklemesi yapmamız gerekiyor. Efkan Yeşildağ'ın deyimiyle aslında “Onun ruhuna bir kimlik kazandırıyoruz. ‘Ben kimim?' sorusunun cevabını verdirmeye çalışıyoruz.” Önceki dönemde çocuğun benliğini ata benzetmiştik. Bu kimlikle de atın süvarisini, yani onun ruhunu beslemiş oluyoruz. Çocuğa milli ya da manevi değerlerimizi ‘arkadaşça' yüklemek belki onunla bir Çanakkale gezisi yapmakla, belki bir yardım kuruluşuyla birlikte fakir bir ailenin yardımına koşmakla sağlanabilir.

‘Yetişkinler için iş neyse 7 yaşın altı için oyun odur'

7-8 yaşın altındaki çocuklar soyut kavramları algılayamıyorlar. Mesela yalan söyleseler de onlara bu yaşa kadar ‘yalancı' diyemeyiz. Çünkü yalanı kafalarında bir yere oturtamaz, henüz hayalle gerçeği ayırt edemezler. Bu sebeple kulaktan değil de gözden beslenirler. Yani onlara doğru davranışı kazandırmanın yolu görerek, yaparak, yaşayarak öğrenmeden geçer. Bu da yaşları itibarıyla ancak oyunla mümkün. “Yetişkinler için iş ne ise çocuklar için oyun odur.” diyen aile danışmanı Efkan Yeşildağ, bu dönemde çocukların benliklerinin geliştiğine dikkat çekiyor. Benlik dediğimiz şeyi ise ruhumuzun bir bineğine, bir ata benzetiyor. Atımız ne kadar bakımlı, kuvvetli olursa süvarisini o kadar ileriye götürebilir. İşte bu sebeple benliği gelişmekte olan çocuğun ‘at'ını güçlendirmek adına, oyun oynamakla ona bir şeyleri yaparak, yaşayarak öğretmiş oluyoruz. Ayrıca bu yaş döneminde fizikselliği ön planda olan çocuğu oyunla besleyerek aslında onu bizzat gözlemleyebilir ve diğer kabiliyetlerini de keşfedebiliriz. İleride belki zihinsel, belki duygusal, belki de şimdi olduğu gibi fiziksel aktivitelerde daha iyi olacak çocuğumuza Yaratıcı'nın hangi donanımları daha baskın yüklediğini, onunla oynadığımız oyunlarda yakalayabiliriz.

15 yaş üzeri çocuğun kişiliğine saygı, istişareyle mümkün

Benlik ve kimlik kazanmış çocuğumuz, 15 yaşından sonra artık kişilik kazanmaya başlıyor. Bir şahsiyet sahibi olan genç, Allah nezdinde de yetişkin sayılıyor. Zira Yaratıcı artık ondan bir yetişkinden beklediği namaz, oruç gibi mükellefiyetleri bekliyor. Gücünü ve kuvvetini vermediği bir kişiden onun sorumluluğunu bekleyemeyeceğine göre, Allah'ın yetişkin olarak gördüğüne, biz de çocuk muamelesi yapamayız. Onu çocuk saymak bir yana, anne-baba olarak ‘Her şeyin iyisini ben bilirim' kibrinden kurtularak çocukla istişare etmemiz gerek. Bunun neye yarayacağını ise şöyle açıklıyor aile danışmanı Efkan Yeşildağ: “Onunla istişare etmeliyiz ki, daha öncesinden kimlik kazandırırken yüklediğimiz değerler manzumesinin hayata geçirilmesini sağlayabilelim.” Yani istişareyle çocuğa o zamana kadar anlattıklarımızın teorisini pratiğe döküyoruz. Çocuğuyla istişare eden ebeveyn, ona hayatı öğretirken aynı zamanda değer de vermiş, böylelikle çocuğun gelişmekte olan kişiliğine saygı göstermiş oluyor.

5 Aralık 2015 Cumartesi

Onların evi sokaklar

Erkan Alaca, çuval içinde uyuyan bir ihtiyar görmüş sokakta. O an aklına Beled Sûresi gelmiş. Allah'ın ‘yiyeceği, barınağı olmayan perişan bir yoksulu doyurma' emri yankılanmış durmuş zihninde. Peygamber Efendimiz'in mensubu olduğu Hılfu'l-Fudul'den (Erdemliler İttifakı) ilham alarak Erdemliler Dayanışma Derneği'ni kurmuş.

Sokağı mesken tutanlar, parklarda-banklarda yatanlar ürkütür bizi. ‘Ayyaştır, tinercidir' der, geçer gideriz yanlarından. İçlerinden biri yanımıza yaklaşsa koşar adım uzaklaşır, bakışları yüzümüze biraz fazla takılsa endişeye kapılırız. ‘Ne yer, ne içer, ailesi var mı, neden sokaklarda?' soruları aklımıza uğramaz bile. Ancak içlerinde diş doktoru da var, albay da… Bir ay önce sokağı mesken tutan da var, 15 yıldır bu şekilde yaşayan da… Hepsi hazin bir hikâyeye sahip. Şimdilerde ise hikâyeleri boyut değiştiriyor. Kendilerine kayıtsız kalamayan Erkan Alaca, açtığı evsizler eviyle onları rehabilite etmek için uğraşıyor.

Alaca, evsizlerin yanından geçip gitmiyor yıllardır. Onlarla sohbet ediyor, hikâyelerini dinliyor ve elinden gelen yardımı yapıyor. Bir süre sonra arkadaşlarını da organize ediyor. Çorba dağıtmaya başlıyorlar. Şehir kışa teslim olunca da mont, bot, battaniye ulaştırıyorlar sokak sakinlerine.

Erkan Alaca'nın bu konuya eğilmesinin başlangıcı ilginç. Bir akşam eşiyle dolaşırken sokağın köşesine kıvrılmış, çuvalın içinde uyuyan bir amcaya rastlıyor. O an Beled Sûresi'nin ayetleri yankılanıyor zihninde. Malumunuz, sûrede bir köleyi hürriyetine kavuşturmanın, onu kıtlık zamanında doyurmanın, yetime, barınağı olmayan yoksula sahip çıkmanın öneminden bahsediliyor. Alaca tüm bunların imanla olan ilişkisini düşünüyor; ‘yiyeceği, barınağı olmayan perişan bir yoksulu doyurma' emrini bir kez daha idrak ediyor. Kolları sıvıyor, eşe dosta haber salıp evsizlere ev açacağını duyuruyor. Bir miktar para toplanınca emlakçıları dolaşıyor. Ancak söz konusu evsizler olunca ev sahipleri ev vermiyor. Alaca, yaklaşık 60 emlakçıyla görüşüyor, sonuç alamıyor. Hatta arkadaşlarına ‘ev yok, paranızı iade edeceğim' diyor. Çok bunaldığı ve pes ettiği o anda dua ediyor, dakikalar geçmeden karşısına bir emlakçı çıkıyor ve derneğin binası o gün tutuluyor. Alaca, Efendimiz'in mensubu olduğu Hılfu'l-Fudul'den (Erdemliler İttifakı) ilham alarak Erdemliler Dayanışma Derneği'ni kuruyor. Derneğin sloganı da Yunus Emre'den: “Kapımız açıktır gelene, lokmamız helaldir yiyene”. Nitekim evsizlere her sabah kahvaltı veriliyor, isteyenler gelip duş alıp temiz giysiler giyebiliyor.

Haraç kesmeye kalkan olmuş

Alaca'nın dernek fikrine sıcak bakanlar olduğu gibi “Deli misin? Ayyaşı var, tinercisi var?” deyip karşı çıkanlar da olmuş. Alaca, “Yarın o duruma düşmeyeceğinizin garantisi var mı?” cevabını vermiş. Olumsuz vakayla da karşılaşmış tabii. Alkol bağımlısı bir evsiz on günün sonunda haraç kesmeye kalkmış. Bu durumda ona yol vermişler.

Alaca, “Burası resmî; bir kurum değil, gördüğünüz gibi bir ev. Onların ev ortamında sohbet etmeye ihtiyaçları var.” diyor. Ev ahalisi de onu oğlu gibi görüyor. Mahallelinin de bu eve sahip çıktığını anlatan Alaca, “Kapıyı bir açıyoruz, baklava getirmişler. Korktuğumuz gibi olmadı. Sonuçta sokakta yaşayanlar da bizden. Onlarla ilgili önyargıları kırmak istiyoruz.” diye konuşuyor.

Kadınlar evsizlikle tehdit ediliyor

Dernekte dört kişi var ama görünürde. Alaca, bağışçıların ve gönüllülerin bilinmek istemediğini söylüyor. Haftanın belli günleri sokak sokak gezip evsizlerle tanışıyor, kışlık eşya ve yiyecek dağıtıyorlar. Onlarca hikâyeye de vâkıf oluyorlar. Alaca, diş doktoru bir evsizden bahsediyor: “Ailesini trafik kazasında kaybetmiş. Kardeşi de malvarlığını gasp etmiş. O da kendisini sokaklara vurmuş.” Aynı şekilde bir albayla ve öğretmenle de tanıştığını anlatan Alaca, “Bakıyorsunuz üstü başı perişan ama saatlerce sohbet edebilirsiniz, felsefe konuşabilirsiniz.” diyor.

Sokaklarda kadın evsizlere pek rastlanmadığını ifade eden Erkan Alaca, kadınların evsizlikle tehdit edildiğini belirtiyor. Geçen haftalarda şiddet mağduru bir kadını da dernekte ağırlayan Alaca, bağışlar iyi olduğu takdirde şiddet gören kadınları ve yetimleri de himaye etmek istediklerini anlatıyor. Yardım etmek isteyenleri derneğe, derneğe gelemeyenleri sosyal medya hesaplarından takibe davet ediyor.

‘Yeni bir hayat kurma şansımız yok'

62 yaşındaki Mustafa amca, beş yıldızlı otelde aşçıymış yıllar önce. Ailevi sebeplerden dolayı kendisini sokaklarda bulmuş. Mahremini paylaşmak istemiyor, 12 yıldır sokakta yaşadığını söylüyor: “Yine de hayata dair bir pişmanlığım yok.”

İki defa anjiyo olan Mustafa amca, aynı zamanda KOAH hastası. Kimsenin kendisine iş vermediğini anlatıyor: “Yeniden hayat kurma şansımız yok. Sokakta yaşıyorsun ya, sana kim neden güvensin? Küçümsüyorlar, öcü değiliz! Başımızda dikilip ‘Belediyeyi arayalım, ambulansı çağıralım' diyorlar. Belediyenin mekânına gittim ama yarım saat duramadım. Belediye başkanları oralarda yarım saat kalsın göreyim. Mikrop yuvası yerler! İnsanları hayvan yerine koyuyorlar. Bu gençler ise hükümetin yapamadığını yapıyor, sokak sokak gezip kuytu köşelerdeki evsizleri buluyor. Dost oluyor, anlıyor dinliyorlar.” Mustafa amca, şimdilerde kendisi gibi evsiz olan arkadaşlarına yemek yapıyor dernekte.

15 yıldır sokakta...

Osman amca da 15 yıldır sokakta. Beyazıt'ta çanta imalathanesi varmış. Anne-babasını erken yaşta kaybeden Osman amca, genç yaştaki kardeşini de kaybetmiş. Sevdiği kız da evlenip Almanya'ya gelin gitmiş. Osman amca alkole vermiş kendini. Hayata dair pişmanlıkları olduğunu söylüyor: “Hayallerim vardı, olmadı...”

Kalçasındaki protezden, ayağındaki platinden bahsediyor sonra. Kendisine araba çarpınca iki ay hastanede yatmış, bir yıl da Darülaceze'de kalmış. Sonra yeniden sokaklar… 10 yıldır Mustafa amcayla dostlukları devam ediyor. Mustafa amca, “Ben onun bastonuyum, koruyup kollarım. Ben nereye, o oraya.” diyor.

4 Aralık 2015 Cuma

Saklı bavuldan çıkan İstanbul fotoğrafları

Cumhuriyet dönemi sonrası İstanbul'da yapılan arkeolojik kazıların detaylı fotoğrafları, İngiliz Birmingham Üniversitesi arşivlerinde bulundu. Bir çantanın içinden çıkan fotoğraf ve çizimler, 1927-1957 seneleri arasında yapılan kazıları kayıt altına almış.

Yahya Kemal Beyatlı, “Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî; ve Edebî; Hatıralarım” adlı kitabında Türkiye toprakları dâhilinde bulunup çıkarılan kadim eserlere dair şu değerlendirmede bulunuyor: “Türk vatanında Bizans ve Latin kitabelerini asla yerlerinden kaldırmasınlar. Dünyada her milletin vatanı diğer bir milletin mî;râsıdır. Milletlerin tevârüs ettiği eserler kendi milliyetlerine mâl olmuş eserlerdir. Toprak üzerinden nişâneleri kaldırmak ilim karşısında mâzî;yi unutturmaz. Macarlar, Budin toprağını Türklük nişanelerinden ârî; bir hâle getirmekle fenâ ettiklerini şimdi anlıyorlar.”

Cumhuriyet kadroları ile artan tarih hassasiyetinin oluşmasında hiç şüphesiz, Osman Hamdi Bey gibi son devrin Osmanlı ricalinin tesiri büyüktü. 1891 senesinde açılan Müze-i Hümayûn, Osmanlı topraklarında yürütülen eski tabiriyle hafriyat ilminin bir sonucuydu. Arkeolojinin Batılı ülkelerle beraber seyretmesinin en büyük sebebi Türklerin üzerinde bulundukları kadim mirastan kaynaklanıyor. Cumhuriyet devrinde de açılan bu cevher yabancı ilim adamlarının katkılarıyla genişledi. Yeni yönetimle beraber, payitaht İstanbul unvanı başkent Ankara'ya geçerken, imparatorluğun eski başkenti, pagan Roma ve Hıristiyan Bizans araştırmalarına açıldı. Uzun yıllar devam eden savaş, işgal, göç ve siyasi hareketliliğin müsaade etmediği arazi adım adım ilim çevrelerine teslim edildi. Bundan sonra, yabancı mütehassıs arkeologların başta yer altındaki tarihi mirası keşfetme yolculuğu hız kazandı. İstanbul merkezinde Sultanahmet Meydanı ve Beyazıt Meydanı seçilen yerlerin başında geliyordu. Yangınlarda tahrip olmuş kilise camileri, şehrin surları, hamamlar, sarnıçlar ve Bizans Sarayı kalıntıları, yapılan çalışmalarda ortaya çıkarılıyordu. Bugün tarihi kıymetine baha biçilemez olan arkeolojik buluntulardan bir kısmı hâlâ yer altında, bir kısmı da İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde sergileniyor.

1927-1957 seneleri arasında İstanbul'da bulunarak bu kazılara katılan İngiliz sanat tarihçisi David Talbot-Rice'ın arşivi yakın bir zaman önce keşfedildi. Birmingham Üniversitesi Doğu Akdeniz Arşivi içinde bir çantada bulunan fotoğraflar ve çizimler, İstanbul'un yer altı tarihine ışık tutacak belge ve bilgiler içeriyor. 785 parça görsel, çizim ve notlar henüz akademik ellerde tasnif edilip kaynak haline gelmiş değil. Arşivlerde sergilenen malzemeden birkaç fotoğrafı ve ulaşabildiğimiz bilgileri derledik.

Arkeolojik kazılar, Sultanahmet Meydanı ortasında etrafı çevrilen yer içinde başlamış. Yapılan çalışmalarda, imparatorluğun simge yapılarından Zeoksipos Hamamı kalıntılarına ulaşılıyor.

Laleli'de bulunan Bodrum Mesih Paşa Camii veya eski adıyla Myrelaion Kilisesi

Sultanahmet Meydanı'nda bulunan yılanlı sütunun üç başından biri.

İngiliz sanat tarihçisi David Talbot-Rice'ın kazılar esnasında çekilmiş bir fotoğrafı.

Ayvansaray'da yer alan Toklu Dede Mescidi, eski bir Bizans kilisesinden devşirme. Bakımsızlıktan yok olup giden mescidin adı bugün imar planlarında bile geçmiyor, zira son değişikliklerden sonra burada özel bir şirketin rezidans projesi yükseliyor.

Zeuksipos Hamamı kalıntıları.

Aya İrini Kilisesi altında bulunan sarnıca girmiş iki kişi görülüyor.

İstanbul'un altında uzayıp giden dehlizler ve su yolları, hep efsane gibi gelmiştir. Ama İngiliz arkeoloğun objektifinden çekilen fotoğraflar Hipodrom'un altında saklı bir gerçeği ifşa ediyor.

Bodrum Camii altındaki sarnıçtan çekilmiş fotoğraflar. Bizans devrinde ibadethaneler genelde büyük bir sarnıcın yakınına veya üstüne yapılıyordu.

28 Kasım 2015 Cumartesi

Şeyh Simati'nin sofralarını arıyor

Şef Ömür Akkor, İslam'ın ilk dönemindeki sofra kültürünü kaleme aldı. Yemek tarifi kitabı yazmaktan çok, dönemin şartlarını ve kültürünü yansıtmaya çalışan Akkor'dan hem ‘İlk Dönem İslam Sofrası' kitabını hem de Şeyh Mansur Simati anılarını dinledik.

Çok az yiyen, çoğu zaman hurmayla karnını doyuran, yeri geldiğinde üç ay ocağı yanmayan, bir Peygamber'in (sas) düsturundan yola çıkan ünlü şef Ömür Akkor, ‘İlk Dönem İslam Sofrası' adlı kitaba imza attı. İlk dönemde tüketilen yemekler, mutfaklarda kullanılan kap kacaklar, Kur'an-ı Kerim'de ve hadislerde bahsi geçen gıdalar detaylı bir şekilde çalışmada yer alıyor.

Önceki kitabı ‘Selçuklu Mutfağı' ile ‘Dünyanın En İyi Yemek Tarihi Kitabı' ödülünü alan Akkor, “Konuyu çalışmaya başlayınca kaynakların sadece Kur'ân ve hadislerde geçen şifalı besinler olarak algılandığını, kimsenin bu konuya yemek olarak bakmadığını fark ettim. Bunu fark edince de konuyu daha dikkatli çalıştım. Amacım bir yemek tarifi kitabı yazmaktan çok, dönem koşullarını ve kültürünü de bu kitapta yansıtmaktı.” diyor.

Akkor'un ifadesiyle gerek İslam öncesi dönemde gerek İslam'ın başladığı yıllarda Arap toplumunda müstakil bir mutfak kültürüne rastlamak mümkün değil. Yani genel olarak mutfak yok ama yemek yapılan bir alan, evlerde de çadırda da var. Evlerde müstakil ocak bulunuyor ancak çadırda yaşayanlar, dışarıda yaktığı ateşte yemeğini pişiriyor. Birçok evin taş değirmeni bulunuyor ve burada ekmek için hububat dövülüyor. Değirmenin olmadığı evlerde ise sert ağaç gövdesinden yapılmış ahşap havanlar var. Ağaçtan ve topraktan yapılan tabak, bardak, tence­re, elek, süzgeç, kepçe, spatula, tepsi, tava ve benzeri malzemeler o dönemlerde de mevcut. Hatta kaşık ve cam bardak kullanıldığına dair kayıtlar da var.

Akkor, o dönem mutfak kültüründe ikramın ön planda olduğunu söylüyor: “Araplar yedirme-içirme ve misafir etme konusunda çok cömert. Özellikle bereket getirdiğine inandıkları saba rüzgârının estiği zamanlarda davet vermeye çok dikkat ediyorlar. Bir kişinin zenginliği, verdiği davetlerle ve davetlerdeki ikramın miktarıyla değerlendiriliyor. Araplar davetlerde sadece kendi yemeklerini değil kom­şu coğrafyalardan yemekleri de yapıyor. Özellikle yanı başlarındaki İran mutfağı, Arap mutfağını etkileyen önemli mutfak­lardan biri.” Akkor, hac için gelenlere ikram edilen rifadeden de bahsediyor. Genelde hurma, kuru hububat ve diğer gıdalardan oluşan rifade, dört halife devrinin sonuna kadar devam ediyor.

Kaymakamlığın sınırından dönmüş

Kilisli Akkor, Kilislilerin uğrak yeri olan Şeyh Mansur Simati'nin türbesinden bahsediyor: “Beş yaşlarındaydım. Gündüz sıcağından sonra babam bizi soğuk su içmeye türbeye götürmüştü. Türbe, dergâh, Simati ne demek bilmiyordum; benim çocuk gözüyle gördü­ğüm, hasırlar üzerinde koşturan çocuklar ve sürekli yedirilen bir şeylerdi. İlk gittiğim andan beri hep tekrar gitmek istedim. Şehrin üç kilometre güneyinde bulunan türbe, fıstıklıklar ve zeytinlikler ara­sındaydı; Kilisliler için çölde bir vaha gibiydi. İlkokul biri okuyup Kilis'ten ayrılana kadar da hep gittik. Sonra yaz tatilleri uğrar olduk türbeye, günler hatta yıllar böyle geçti.”

Hemen not düşüyor: “Şeyh Mansur Simati, Hz. Ebubekir'in halifeliği zamanında şehit olmuş, Pey­gamber Efendimiz'in sofrasını kurduğu için kendisine ‘Simati' (simat; sofra, yemek masası, sofraya gelen yemekler, ziyafet) denilmiş. Zaman zaman türbenin gölge duvarına sırtımı dayar, sofraya ne getirmişti diye düşünmeye başlardım…”

Akkor, üniversiteyi bitirip kaymakam olmanın sınırından dönüyor, aşçı oluyor. Kilis'te doğmasının, adının Muhammed Ömür olmasının ve Şeyh Simati ile tanışmasının tevafuk olduğunu anlatıyor ve ekliyor: “Dergâhla çıktığım yolda Şeyh Simati'nin sofralarını aradım durdum.”

Dönemin gıda maddeleri

Ekmek: O dönemlerde genelde arpa ve buğdaydan yapılan ekmek, daha sonraki zamanlarda pirinç ve mısırdan da yapılmaya başlandı. Pirinçle yapılan ekmek daha ziyade la­vaş şeklindeydi. Ekmek bazen katıksız tek başı­na bir öğündü, bazen de sadece su, yağ, sirke ya da hurmayla beraber bir öğün olurdu.

Çorba: Genelde bulamaç olarak yapılır, buğday, arpa, et, pirinç, bayat ekmekli çeşitleri bulunurdu. Ayrıca sadece et suyu olarak da karşımıza çıkar­dı. Et yemeği yaparken suyunun bol koyulması ve daha sonra değerlendiril­mesi de önemli bir âdetti.

Ekit: Dönemin en önemli süt ürünüydü. Bir nevi kuru peynir olan ekit, yemeklerde katkı maddesi olarak da kullanılırdı.

Sevik: Buğday, arpa, çavdar, darı gibi hububatların kavrulup dövülmesiyle elde edilir ve bazen yemeklerde bazen de ekmek yapımında kullanılırdı.

Baharat: Karabiber, kimyon, zencefil, tere, hardal, çörekotu; rayiha vermesi amacıyla, taze nane, reyhan, misk, tarçın, gül suyu; renk vermesi amacıyla safran, ıspanak; ekşilik vermesi için turunç, koruk, sumak, sirke ve limon; tatlılık vermesi için hurma, bal, üzüm, incir gibi gıda maddeleri kullanılırdı.

Sebze: Pırasa, soğan, sarımsak, kereviz, kabak, acur, salatalık; yağ olarak, iç yağı, sadeyağ, tereyağı, kuyruk yağı, zeytinyağı ve susamyağı en çok kullanılan gıda maddeleriydi.

Et: Yemeklerde koyun, sığır, deve, tavuk ve balık kullanılırdı. Zaman zaman av ve kuş etleri ile tavşan da dönemde tüketilen hayvansal ürünler arasındaydı.

Raşta

-Yarım kilo yağlı kuzu kuşbaşı, 1 kâse haşlanmış nohut, 1/2 kâse mercimek, 1 kâse erişte, 1 adet çubuk tarçın, kaya tuzu

-Eti bir çömleğin içinde yağda kavurmaya başlayın. 15 dakika sonra tuzu ve tarçını ekleyip üzerini örtecek kadar su ilave edin. 1 saat kadar pişmeye bırakın. 1 saat sonra mercimeği ve nohudu ekleyin ve gerek olursa bir-iki bardak sıcak su ilave edin. Orta hararette kaynatarak 30 dakika daha pişirin. Sonra erişteyi ekleyip 10 dakika daha pişirin. Çömleği ateşten alıp 10 dakika demlendirerek servis edin.

Etyabin

-1 litre süt, yarım kilo hurma, 1 su bardağı su

-Hurmaları suyla beraber kısık ateşte pişmeye bırakın. İyice yumuşayınca bir süzgece alın ve ezerek süzdürün. Çıkan hurma şerbetini süte katın ve beraberce soğutup servis edin.

Gafiha

-1 kâse haşlanmış buğday, 1 kâse hurma, 2 yemek kaşığı tereyağı

-Çekirdeklerini çıkarıp hurmaları bir havanda dövün ya da bıçakla küçük parçalara bölün. İyice haşlanmış olan buğdayı bir sahanın altına yayın. Tereyağını tavada eritip içinde hurmayı kavurmaya başlayın. Hurma güzelce kavrulduğunda buğdayın üzerine dökerek servis edin.

Buğdaylı hurma ekmeği

-1 kilo buğday unu, 1 kâse çekirdeksiz hurma, 600 gr su, 15 gram kaya tuzu

-1 su bardağı un ve yarım su bardağı suyla bir hamur tutun ve bunu 1 gün oda sıcaklığında bekletin. 1 gün sonra kalan un, su ve tuzla hamuru tutup içine önceki gün hazırladığınız mayayı ekleyin. Hurmayı küçük küçük parçalara bölüp hamura katın. Hazır olan ekmek hamurunu tepsiye serip üzerini sac bir kapakla kapatın. Tepsinin altına ve üstüne köz yerleştirin ve pişene kadar bekletin.

Habisu'l kar

-Yarım kilo asma ya da bal kabağı, 5 yemek kaşığı susam yağı, 5 yemek kaşığı un, yeterince şeker şurubu

-Kabağı doğrayıp iyice haşlayın. Havanda ezin ve bir kenarda bekletin. Un ve yağı tavada kavurmaya başlayın. Unun kokusu çıktığında kabağı ekleyin ve beraberce kavurun. Şerbeti ağır ağır ilave edip helva kıvamına gelince ocaktan alıp dilerseniz bademle servis edin.

Kölük aşı

-1 su bardağı mercimek, 1/3 su bardağı bulgur, 7 su bardağı su, 2 adet kuru soğan, yarım su bardağı zeytinyağı, kaya tuzu

-Mercimeği güzelce yıkayın ve bir tencereye alın. Üzerine suyu, bulguru ve kaya tuzunu ekleyip pişmeye bırakın. 45 dakika lapa olana kadar kısık ateşte pişirin. Soğanı yemeklik ince ince kıyın ve zeytinyağında kızartmaya başlayın. Soğanlar karamelize olana kadar kızartın ve kölük aşının üzerine dökün. Birkaç dakika demlendirip altını kapatıp servis edin.

Zencefil çayı

-1 parça zencefil, taze nane yaprakları, sıcak su

-Zencefili ince ince kıyın. Hazır olan zencefili bakır bir demlik içine koyup üzerine çıkacak kadar sıcak su ekleyin. 10 dakika demlendirip nane yaprakları koyduğunuz bardaklarda servis edin.

Pazılı arpa çorbası

-1 bardak arpa, 1 demet pazı, 3 su bardağı su, 3 su bardağı et suyu, kaya tuzu

-Arpayı bir gece önceden ıslayın. Suda bekleyen arpayı, bol suda bir taşım kaynatıp suyunu süzün. Daha sonra et suyu ve suyla beraber tekrar ocağa koyup tuzunu ekleyin. 1 saat kadar pişirip ince doğradığınız pazıyı ilave edin. Bir taşım beraberce kaynatıp servis edin.

24 Kasım 2015 Salı

Çocuklara namazı sevdirmenin yolları

Allah Rasûlü, “Çocuklarınız yedi yaşına geldiğinde onlara namazı emredin.” buyuruyor. Yazın minikleri namaza alıştırmak bir nebze kolay ancak okullar açılınca vaktin çoğu okulda geçiyor. Dolayısıyla namaz eğitiminde boşluk doğuyor. İlahiyatçı Hümeyra Hub ile çocukları namaza alıştırma sürecini konuştuk.

Hikâye edilir; küçük çocuk babasına “Babacığım bir horoz alsan da bizi sabah namazına kaldırsa.” der. Babası “Oğlum, senin kalbindeki horoz ötmedikten sonra dışarıdaki horoz seni namaza kaldıramaz.” diyerek gülümser. Peki, minik yüreklerde onları namaza kaldıracak horozlar nasıl yer eder? İlahiyatçı Hümeyra Hub, çocukları namaza alıştırma sürecinden, ebeveynin nasıl bir üsluba sahip olması gerektiğinden, Efendimiz'in bu konudaki yaklaşımından bahsediyor.

Anne-babalar, çocuklarının namaz eğitimine kaç yaşında başlamalı?

İslam'da imandan sonra en temel eğitim namaz. Çocuklara Allah, Peygamber, Kur'an sevgisini aşıladıktan sonra namaz eğitimine başlamak gerekiyor. Efendimiz, ‘Yedi yaşında namazı öğretin.' buyuruyor. Günümüz eğitimcileri de zorunlu öğrenme devresinin yedi yaş civarı olduğunu kabul eder. Çocuk yedi yaşına girince, o devreye kadar, kendi gözlemleriyle yapılan şeyleri zaten kavramıştır. O yaşa kadar yaşayarak göstermek daha faydalı olur. Bazen namaza birlikte durursunuz, sizinle eğilir, kalkar. Bu birlikteliği oyuna dönüştürür. Belli bir dönemden sonra da çocuğun algı seviyesine göre, mantığına hitap edecek şekilde her konuyu açıklamak gerekir. Üç sene, çocuğu namaza bilgi ve uygulama olarak alıştırma evresidir. 10 yaşından sonra ise namazı her şeyiyle uygulaması için gayret edilir. Bu yaşa geldiği halde kılmıyorsa ciddiyetimizi ifade edecek şekilde uyarmalıyız. 10 yaşından sonra belli bir disipline oturmalı.

Bu disiplin nasıl sağlanmalı?

7-10 yaş arası alıştırma, bir-iki vakitle başlar, sonra giderek tamamlanır, en son sabah namazına alışır çocuk. Her çocukta ayrı bir yöntem işe yarayabilir. İlk akşam namazıyla başlanabilir. Sonra yatsı namazı eklenir. İlk önce namazın farzı ve vitr namazına alıştırılır. Sünnetleriyle kılmalarını istememiz ağır gelebilir. Akşam ve sabah namazlarını sünnetiyle beraber alıştırmak lazım. Zaten rekât sayısı az.

Örnek verebilir misiniz?

Bir arkadaşın namaza alıştırma uygulaması hoşuma gitmişti. Birinci sınıfta bir vakit, ikinci sınıfta iki vakit derken beşinci sınıfta beş vakte alışmıştı çocuk. Bir başka arkadaşım da kızına boncuklar almış. Çocuk, kıldığı her vakitte ipe bir boncuk diziyormuş. Böyle böyle kendisine kolye, bileklik yapmış. Böyle motive oluyormuş. Tabii alıştırma döneminde ve sonrasında çocuğun yanında namaz kılan arkadaşlarının olması, namazını takip eden bir büyüğün olması (anne-babasının dışında) işi kolaylaştırır. Nitekim Resulullah (sas), ‘Kişi dostunun dini üzeredir. Öyleyse her biriniz kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin.' buyurur.

O halde bu konuda çocuğun arkadaş çevresi çok önemli...

Bir çocuk için aileden sonra her gün görüştüğü, birçok şeyi paylaştığı arkadaşların etkisi çok. Olumlu ya da olumsuz alışkanlıklar kazanmasında aileden daha etkili olabilir. Bu sebeple kimlerle arkadaşlık ettiğini iyi takip etmek lazım. O çocukların aileleriyle tanışırsak çocuklarımız hakkında ortak karar alıp onları yönlendirmemiz daha kolay olur.

O küçücük zihinlere namazın önemini nasıl anlatabiliriz?

Öncelikle Allah sevgisini kalplerine yerleştirmeliyiz. Fıtratında bulunan şükür ve minnet duygularını işlemeliyiz ve Allah'ın verdiği nimetleri nazara vermeliyiz. Aklımız, kalbimiz, elimiz, gözümüz, annemiz babamız, sevimli hayvanlar, mis gibi kokan çiçekler… Çocukların hoşuna gidecek örnekler verip Allah'ın tüm bu güzellikleri bizi sevdiği için verdiğini anlatabiliriz.

Üslubumuz nasıl olmalı peki?

‘Allah beni çok seviyor, ben de Allah'a O'nu sevdiğimi göstermek istiyorum. Bunun için yapabileceğim en güzel şey namaz kılmak.' şeklinde konuşmalar yapılabilir. Kimi çocuklara denizaltı, kimilerine hayvanlar âlemi, kimilerine de gök cisimleri cazip gelir. Herkes kendi çocuğunun ilgi alanına göre örnekler verebilir. Küçüklüklerinden itibaren çocuklara her şeyin Allah'tan olduğunu anlatabilirsek ibadetlere alıştırmamız da zor olmayacaktır.

Bazı aileler zorla ve korkutarak alıştırmaya çalışıyor. Bunun geri dönüşü nasıl olur?

Bu şekilde namaza alışırsa sizin yanınızda yapar. Yanınızdan ayrıldığı ilk anda namazı terk eder. Çocuk Allah'ı, peygamberi, Kur'an'ı, Kâbe'yi, ezanı, sahabeyi sevmeli. İncitmeden, kırmadan, severek ve sevdirerek öğretmek lazım ki kalıcı olsun. ‘Allah yakar' demek yerine Allah'ın onu ne kadar sevdiğini anlatmak gerek. Minik yürekler bunu bilecek ki, büyüdükçe Rabbi'ni üzmekten ve karşı gelmekten korkup O'nun cezasından da sakınsın.

Efendiler Efendisi'nin çocuklara bu konudaki yaklaşımı nasıldı?

Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatında çocuklara merhamet ve müsamaha ön planda. Sırtında çocuk varken mescide girip imamlık ettiği rivayet ediliyor. Torunu sırtına bindiğinde secdeyi uzatır, namaz bitince cemaatten birisi, ‘Ya Rasulallah, namaz sırasında secdeyi öyle uzun tuttunuz ki, bir hâdise meydana geldiğini veya vahiy indiğini zannettik.' der. Efendimiz, ‘Hayır! Bunların hiçbirisi olmadı; torunum sırtıma bindi. Acele etmeyi ve hevesi geçmeden de sırtımdan indirmeyi uygun bulmadım.' diye karşılık verir. Namaza durduğumuzda sırtımıza çıkan çocuğa kızarsak, canını yakarsak o çocuk namazı sevmez. Annesiyle arasına girmiş bir engel olarak görür.

Çocukları camiye götürmemiz ruhlarına nasıl tesir eder?

Bir yaşındaki çocukların ruhları bile ilim ve mana meclislerinden istifade eder. Böyle meclisler kişinin bir ömür nefis ve şeytanla vereceği imtihanda pozitif katkı sağlar. Dolayısıyla küçük yaştan itibaren camiye alıştırmak gerekiyor. Annelerin katıldığı sohbet meclisleri, toplu namazların kılındığı ortamlarda da çocuklar manen doyuma ulaşabilir.

Şefkat, ibadet hayatlarında tembelliğe sevk etmemeli

Birçok anne-baba çocuğuna kıyamadığı için sabah namazına onu kaldırmıyor. İlahiyatçı Hümeyra Hub, “Şefkatimiz onları ibadet hayatlarında tembelliğe sevk etmesin.” diyor ve ekliyor: “Çocuk sabah namazı vaktinde çok zorlanıyorsa normal saatinde uyandığında namazı kıldırmak lazım. İdeal olan, çocuğun 10 yaşından sonra beş vakti kılması. Sevdirerek, ikna ederek alıştırmak şart. Bu esnada çocukların karakterlerini de göz ardı etmemek gerekiyor. Zira herkesi ikna etme yolu başka. Mühim olan, küçüğü nefret sınırına getirmemek.”

Küçük kız başı açık namaz kılmak istiyorsa…

Küçük kız çocuğu namaz kılmak istiyor ama başını örtmek istemiyor. Çünkü öyle komik olduğunu düşünüyor. Bu konuda “7-8 yaşlarındaki kız çocuğuna birkaç defa müsaade edilebilir.” diyen Hümeyra Hub, tam örtmese de üzerine bir şal atıp kıldırılabileceğini düşünüyor. “Alıştırma sırasında bazı ihmaller görmezlikten gelinebilir. Ama ihmalini bildiğimizi hissettirelim ki çocuk, bizi kandırdığını düşünmesin.” diyor.

Okulda geçen üç vakit namaz...

Evladınızı namaza alıştırmak için evde elinizden geleni yapıyorsunuz. Fakat çocuk üç vakit namazını okulda geçiriyor. Dolayısıyla namaz eğitimi sekteye uğruyor. Hümeyra Hub'a göre 10 yaşından sonraki çocuklar için mümkünse okuldaki şartlar elverişli hale getirilmeli, öğretmenleriyle konuşulmalı, destek istemeli. Çocuk da bu gayreti görmeli. Eğer okulda kılması imkânsızsa evdeki eğitime devam etmeli ve kaza namazlarına teşvik edilmeli. Hub, “Bunlar zor görünüyor. Ancak anne-baba sevecen ve kararlı olursa, çocuk da ikna edilirse o kadar zor değil.” diyor. İnternetle haşir neşir olan çocuklar için Sözler Köşkü, Çay House, Hayal Hanem, Çınar Altı'nın videolarını öneriyor. Eğlendiren ve düşündüren bu videoların kendi çocuklarında etkili olduğunu söylüyor.

15 Kasım 2015 Pazar

'Toplum adım adım narsistleşiyor'

Din psikoloğu İsa Özel, yüksek din eğitimi alan öğrenciler üzerine bir çalışma yaptı. ‘Din, narsisizmi engeller' hipotezinden yola çıkan Özel, dindarlarda narsisizmi araştırdı. Başlangıç tezinin tam tersi bir sonuçla karşılaşan Özel ile dindarların narsisizmle imtihanını konuştuk.

Dindar ve narsisizm birbirlerine yabancı iki kavram. Fakat makalenizde dindarlarda narsisizm eğiliminin daha fazla olduğu görülüyor.

İnsanın fıtratında riya yani gösteriş, makam sevgisi, kişinin kendini beğenmesi gibi duygular var. Başarı kazanırsınız, bir konuma gelirsiniz, önemli buluşlara imza atarsınız ve neticesinde dünyevî; olarak bir takdir veya taltif beklersiniz. Bu beklenti karşılanmazsa otomatik olarak aşk ve şevkiniz kırılır. Dolayısıyla bunu tatmin etmek lazım. Ancak narsisizmin de sınırı var. O sınır geçildiği zaman kendini büyük görme, her şeyi ben yaptım durumları görülmeye başlanıyor ki esas sıkıntılı nokta orası. Dinin bize aslında yasakladığı da bu. Din, insanın fıtratında var olan bu duyguyu dengelemeye çalışıyor.

Türk toplumu narsist özellikler taşıyor mu?

Türk toplumu narsisttir diyemeyiz ama narsistliğe adım adım gidiyor.

Sebebi ne?

Medya bunu sürekli pompalıyor. Başarıların sürekli taltif edildiği bir toplumda kendini küçük görme, tevazu, alçakgönüllülük aşağılanma olarak algılanıyor. Başarı kazanamadığınız zaman ise kimse size değer vermiyor. Bu yolda sürekli alkışlamalar, methedilmeler, ön plana sunulmalar var. Dolayısıyla biz de adım adım buna doğru gidiyoruz. Toplum bütün başarıların takdir edilmesini ön plana koyduğu için, bunu engelleyici bir üniteye sahip değiliz.

Alkışlama, narsisizmi tetikleyen bir unsur mu?

Elbette tetikliyor. Toplum nazarındasınız ve herkes sizden bahsediyor. Gazeteye çıkıyor, radyo programlarına davet ediliyorsunuz. İnternette resimleriniz, konuşmalarınız, şarkılarınız veya türküleriniz paylaşılıyor. Ya da gittiğiniz her yerde sempozyumlara, panellere davet ediliyorsunuz. Haber programlarında yer alıyorsunuz, dolayısıyla bu birbirini zaman içinde tetikleyen bir şeye dönüşüyor.

Makalede ‘Din narsisizmi engeller' hipoteziniz var. İmam hatip mezunlarında alçak gönüllülük, tevazu, istiğna gibi duyguları diğer liselerden mezunlara oranla daha fazla olmasını düşünürken, araştırmalar sonucunda beklentilerinizin tam aksi sonuçlar elde ettiğinizi ve şaşırdığınızı açıklıyorsunuz.

Elbette bu bizi şaşırttı. Dindar insan alçakgönüllü olur, dindar insan riyaya girmez, dindar insan mütevazı olur diye beklerken bunlardan tamamen farklı bir şey gördük.

Bu duruma sebep olan ne?

‘Biz imam hatipliyiz, insanlığın problemini kendi problemimiz sayıyoruz, dolayısıyla çözümü de yine biziz.', ‘Sen büyüksün, sen imam hatiplisin, sen ümmetin dertleriyle ilgileniyorsun. Dolayısıyla onların önderisin.', ‘İmam hatiplisin, rehbersin. Rol modelsin.' gibi durumlarla kişilere farkında olmadan model yüklenmeye çalışılıyor ve bu özellik kişiye yerleştiriliyor. Bu durumlar da narsisizmi, görünür olma duygusunu tetikliyor.

Kadın ve erkek arasında narsistlik derecesi fark ediyor mu?

Kadınlarda görünür olma özelliği erkeklere nazaran daha fazla. Ayrıca bizim toplumuzda kadınlar sürekli ikinci planda kalmış, özellikle dindar olanlar. Hatta başörtüsü probleminden dolayı üçüncü kademe de diyebiliriz. ‘Başarıma veya başarısızlığıma bakarken niçin kafalarımızın içine değil de görüntüye bakarak değerlendiriliyoruz' düşüncesi, hemcinslerinizle eşit seviyede mücadele etmek için sürekli başarılı olma gerekliliğini aşılar. Bu durum narsisizmi, görünür olma duygunuzu tetikler.

DİN, ALÇAK GÖNÜLLÜ OLMAYI EMREDİYOR

Sosyal medyada hassasiyetlere dikkat etmeden paylaşım yapmanın, sürekli görünür olmanın dindarlıkla nasıl bir ilişkisi olabilir?

Dindarlık ile kapalılığı farklı değerlendirmek lazım. Kapalı demek dindar demek değildir. İnsanlar giyimlerine kuşamlarına dikkat edebilir. Moda sektörü belli şeyleri yeniden formatlayıp insanlara sunar. Onların nazarında insanların inançlarına bakmaz. İşte bu yüzden kapalılara da bu yönüyle bakmamız gerekiyor. Günümüzde de örtünmeye baktığımız zaman farklı değerlendirmemiz lazım. Birincisi gerçekten inancı sebebiyle örtünenler, ikincisi örfi olarak örtünenler, üçüncüsü de hastalık probleminden dolayı örtünenler. Her örtüneni dindar olarak görmemek lazım.

Asıl dindarlık nedir peki?

Dindarlık, dinin içselleştirilmesidir. Dindar görünümlü insanlar da kibirli olabiliyor. Bunlara dindar değil dindar görünümlü insanlar deniyor. Din mütevazı, alçakgönüllü olmayı emrediyor. Gösterişi yasaklıyor. Allah herkesi birbirine muhtaç olarak yaratmış. Adem'i yaratmış, sonra eşi Havva'yı yaratmış. İnsanları birbirine muhtaç kılmış ki ayetler, “Biz sizi toplum içinde yarattık ki biriniz birinizin işini yaptırsın” diyor. Herkesin zengin olduğu noktada kimse kimseye iş yaptıramaz. Tersini düşünürseniz herkesin fakir olduğu noktada kimse çalışacak iş bulamaz. Kimisi zengin, kimisi fakir, kimisi orta halli... Allah bizi bir toplum içinde yaratmış ve herkesi birbirine muhtaç yapmış. Peygamberleri bile derecelere ayırmıştır. Bir insanın namaz kılması, oruç tutması, zekât vermesi dindar olduğunu göstermez. Bunu münafıklar da yapıyor.

Öyleyse dindarlığın içi boşaltıldı diyebilir miyiz?

Evet, dindarlığın içi boşaltıldı. Dinin bazı kolaylaştırıcı yanlarını kullanıyoruz. Mesela, ‘Allah affeder, yalan şurada caizmiş' diyoruz. ‘Rüşvet haramdır' diyoruz ama dinî; işler için bunu yapabilirsin fetvasını alınca bugün ondan, yarın öbüründen alıyor, bu alışkanlıkla bir günah iki günah derken kişide din namına bir şey kalsa bile dindarlık namına hiçbir şey kalmıyor. Hayır kurumlarına yardım edenler daha dindar görünüyor çünkü insanlar gösterişe bakıyor. Eskiden kibirlenenlerin yüzüne toprak saçın deniyordu. Şimdi mümkün mü? Zengin veya siyasî; biri geldiğinde herkes ona eğiliyor. O kişi de ellerini arkaya atarak üstünlük taslayabiliyor. ‘Biz size bunu yapıyoruz...' diyor. Zaten hizmet etme konumdalar.

Toplum olarak dindarlığı neden özümseyemiyoruz? İçki içmek ayıplanırken yalan söylemek, gıybet bu kadar kötülenmiyor. Oysa hepsi haram. Bu, toplumsal bir etkileşimden mi kaynaklanıyor?

Zihin dünyamız öyle formatlandığından dolayı. Bize içki içmek, namaz kılmamak, rüşvet almak çok kötü gösterildi. Fakat yalan söylemek, kibirli olmak kötü gösterilmedi. Mütevazı ol dendi ama neden öyle olmamız gerektiği belirtilmedi. Bu bir eğitim olarak verilmedi. Dolayısıyla zihin dünyamız bunlara hâkim olmadığı için nelerle formatlandığını çok iyi bilmiyoruz. Ya da bazı şeylerde yalan söyleyebiliriz diyoruz. Bir de toplumda dinî; eğitim alan insanlardan ne kadar doyurucu içerik alınıyor ona da bakmamız lazım. Bizim çalışmamızda da görülüyor. İmam hatipli bir insanda daha fazla narsisizm varsa demek ki dinî; eğitimi iyi veremiyoruz. Buralardan mezun insanlarda daha fazla kibir varsa nasıl örnek olacak bu insanlar. Bana ‘gösteriş yapma' diyecek ama gösteriş yapacak. Bana ‘hakkına razı ol' diyecek ama kendisi benim başarımı sahiplenecek. Biz burada dindarlıktan bahsedemeyiz.

Kolay bir şekilde bizden olmayan kişiyi tekfir edebiliyoruz. Hatta ‘Müslüman değilsin!' bile denebiliyor. Bu, bir çeşit topluluk narsistliği midir?

Burada da narsisizmin bir yansıması var. Kendini otorite görme eğilimi var. Din, başkalarını tekfir etme yetkisini kimseye vermez. Bizde örnek olma var, başkalarını tekfir etmek yok. Başkalarına küfretmek yok, başkalarına kâfir demek yok. Hatta ayette, “Siz onların putlarına küfretmeyin ki onlar da sizin inandıklarınıza küfretmesinler.” buyuruluyor.

ÇOCUKLARIMIZIN KÖLESİ HALİNE GELDİK

“Her aile çocuğuna değer verir. Çocuğun isteklerini yerine getirmek ister. Fakat bu bir müddet sonra çocukta tatminsizliğe evrilir. Ya da ‘benim prensesim' gibi cümleler, çocukta prenses gibi muamele edilmesini tetikleyebilir. Aile olarak çocuklarımızın kölesi olduk. Eskiden baba, anne merkezli bir aile vardı. Bu durum şimdi çocuk merkezli aileye dönüştü. Bir müddet sonra da doyumsuzluğa, tatminsizliğe doğru gidip daha da büyümüş olacak. Temeller o noktada atılıyor. Ağacın büyümesi gibi, büyüdükçe bu duygular da büyüyor.”

7 Kasım 2015 Cumartesi

Kur'an'ı hüzünle okuyun, kâinatın farkına varın

İsra Sûresi'nde buyrulduğu gibi Kur'an ‘müminler için rahmet ve şifa'dır. Buna mazhar olmak için de Yüce Kitap'ı hakkını vererek okumak ve anlamak gerekiyor. Opera sanatçısı ve şan eğitmeni Gönül Hurmalı, yeni kitabı Kur'an'ı Hüzünle Okumak'ta ses ve nefes teknikleriyle mucizevî; okuyuşun insan ruhuna ve bedenine etkisini araştırıyor.

Bediüzzaman Said Nursi 7. Söz'de “Kâinat Mescid-i Kebirinde Kur'an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, Hidâyetiyle amel edelim ve Onu vird-i zeban edelim.” der. Bu ifadelerden anlaşıldığına göre kâinat büyük bir mesciddir. Bu mescidi anlaşılır kılan ise Kur'ân'dır. Yüce Kur'an'ı hakkıyla okuyup anlayanlara farklı kapılar açılır. İsra Sûresi'nde buyrulduğu gibi Kur'an, müminler için rahmet ve şifadır. Bu rahmet ve şifaya mazhar olmanın ilk adımı onu okumak. Ancak Kur'an sıradan bir kitap gibi okunmamalı, Allah kelamı olduğunun bilincine varılmalı.

Bugüne kadar Kur'an okumanın ve dinlemenin insan ruhundaki faydalarıyla ilgili birçok çalışma yapıldı. Gönül Hurmalı ise yüce kitabımızın okunuşuna çok farklı açıdan bakan bir araştırmacı. İlk kitabı “Kur'an ve Şan Tekniği-Hû”da Kur'ân okunuşu ve şan arasındaki münasebeti tespit etmişti. İkinci kitabı “Kur'an'ı Hüzünle Okumak”ta ise ses ve nefes tekniğiyle Kur'an okuma konusunu Elmalılı tefsirinde geçen Davud aleyhisselam ile ilgili bir bahisten esinlenerek irdeliyor.

Hurmalı, aslında bir opera sanatçısı ve şan eğitmeni ve besteleri olan bir müzisyen. Onu böylesine farklı bir konuyu araştırmaya yönlendiren yazar Abdullah Aymaz olmuş. İlk kitabını hazırlarken, Kur'an'ı ‘tertil' ile, yani her harfinin, mânâsının hakkını vererek okumanın insanı farklı boyutlara ulaştırdığını keşfetmiş. Bu durumu, “Bu okunuşun Cenab-ı Hak'tan direkt irşad almak boyutunda bir okuyuş olduğunu ve perdeler ardından Cenab-ı Allah'ın sizinle konuştuğunu hissediyorsunuz.” diyerek açıklıyor.

Yaklaşık iki yıl tertil ile Kur'an okuyan Hurmalı, ruh dünyasında önemli değişiklikler olduğunu görünce araştırmalarını derinleştirmiş. Özellikle ses-nefes teknikleri üzerine yoğunlaşmış. Bugün dünyada ve ülkemizde hayli revaçta olan bu tekniklerin Kur'an ile ilişkisi noktasında kafa yormuş. Hurmalı, “Avrupa ve Amerika'da klinik ortamlarda ses terapileri yapılıyor. Öyle bir terapi ki bir anlamı olmayan -Aaaaa, ooooo... gibi vokallerle oluşan titreşimleri, vücudun farklı bölgelerine yoğunlaştırarak hastalıkları tedavi ediyorlar. Mesela Don Campbell, beynindeki kan pıhtısını ses dalgalarıyla dağıttı. Psikiyatride hedef, insanın bilinçaltını açığa çıkarmak. Bunları temizlemek adına ses ve nefes terapileri yapılıyor. Kur'an'ı sesli okuma sırasında böyle etkiler olabilir diye düşündüm ve araştırma yaptım.” diyor. Bazı terapistlerin sadece nefesle, psikolojik rahatsızlıklardan kansere kadar varan bir yelpazede tedavi yapabildiklerini iddia ettiklerini anlatan Hurmalı, şunları söylüyor: “Kur'ân nefesin önemi ve bunun için hangi vaktin uygun olduğunu ‘Nefes almaya başladığı dem sabaha...' (Tekvir 18) ayetiyle bize bildirmiş. Güneşin doğduğu dakikalarda bir yere oturup pencere önünde veya balkonda derin derin nefes alalım. On nefeste bir dinlenerek otuz-kırk nefes alanlar en başta sindirim sisteminin düzene girdiğini göreceklerdir.”

Farkındalık düzeyini artırıyor

Uzakdoğu teknikleriyle nefes egzersizleri yapan insanların farkındalık düzeylerinin diğerlerinden yüksek çıktığını anlatan yazar, Kur'an'ın hakkını vererek okunmasında bu sırrın en mükemmel haliyle mevcut olduğunu belirtiyor: “Bir Müslüman olarak bizler de düzenli Kur'an okumuyor muyuz? Bunu daha farkında olarak, ses ve nefes tekniklerine dikkat ederek okursak yani her harfin hakkını vererek okursak bizim farkındalığımız da artacak. Ben bunu kendi hayatımda bizzat yaşadım.” Hurmalı'ya bu hususun tecvid ve mahreç eğitiminden ne farkı olduğunu soruyoruz. “Fark, bu eğitimin yanında ses ve nefes tekniklerine dikkat ederek okumada.” diye cevap veriyor.

Hadis-i şeriflerde Kur'an'ın hüzünle okunması tavsiye edilmiş. Peki, Kur'an neden hüzünle okunmalı? İnsanın tabiatında mevcut olan hüznün mucizevi okuyuşla birleştirildiğinde gerçek hüznün kaynağıyla buluşacağını savunuyor Hurmalı. “Böylece, hüznünüzün boyutunu takdir edip karşılığını verebilecek tek merciye, edeple halinizi arz etmiş oluyorsunuz. Kur'an'ı hüzün katarak okuduğunuzda, anne karnı travmalarına kadar dayanan bilinçaltındaki olumsuz birikimleri temizlediği gibi günlük sorunlar da birikmeden zihninizden siliniyor ve ferahlama hissediyorsunuz.”

Nörologlarla birlikte araştırılmalı

Kur'an ve ses tekniği konusunda özellikle nörologlarla birlikte araştırmalar yapılması gerektiğini düşünüyor Gönül Hurmalı. Bazı makamların insan vücuduna etkisinin geçmişten beri bilindiğine dikkat çekiyor: “Kur'an'ın musikisi iyileştiriyor. Kur'an ‘gel hüznünün en itidalli şeklini bende bul' diyor. Her sanat ve ilimde en üst noktada olduğu gibi musikide de en üst noktada. Hz. Davud'dan Pisagor'a ve bugüne kadar müzikle ilgili arayışların hepsinin en üst noktası Kur'an'da mevcut.”

Yazar, özellikle seher vaktinde, tertille ve nefes farkındalığıyla Kur'an okumanın mucizevî; etkilerinin önemine işaret ediyor. Bu şekilde Kur'an okuyanların bir süre sonra kendilerinde birçok şeyin değişeceği iddiasında: “Kendi yaşamımda çok şey değişti. Ne kadar çok Kur'ân okursak dünya ve hadiseler o kadar küçülüyor. Kendi gelişiminize odaklanıyor, hadiselerin bizi eğiten vesilelerden ibaret olduğunu görebiliyorsunuz. Kur'ân önce eksiklerimizi teşhis ediyor, bunu hadiselerin aynasında görüp ikna olmamızı sağlıyor ve tedavi için uygun dua etmeyi öğretiyor. Okuma sırasında semadan gelen bir havayla hem ruhumuz hem bedenimiz soluk alıyor. Zihnim, sesli okudukça Kur'ân'ın musikisine öyle alıştı ki, müzik dinleme konusunda daha seçici oldum. Müziğin sinirlere hızla etki eden gücünü Kur'ân'ın en üst seviyede kullandığını hissediyorum. Şimdilerde musikisi ve tecvid sırasında meydana gelen ritmik anlatımı ve bu anlatımın nöronlardan başlayıp sinirlere, bağışıklık sistemine, ruhsal ve ahlâkî; boyuta varan etkilerini inceliyorum.”

Tecvide riayet bütün vücudu etkiliyor

Gönül Hurmalı, “Kur'an'daki harflerin ağız içinde dokunduğu noktaların sinir uçlarıyla ve organlarla bağlantısı olabilir mi?” sorusunu da araştırmış. Onu buna yönlendiren ise bu ilahi mesajın Allah katından çıktığı gibi telaffuz edilmesinin istenmesi. Bu yolculukta ilginç durumlar yaşadığını anlatan yazar, araştırmalar sırasında ‘vagus siniri' konusunun açıldığını anlatıyor. Vagus siniri, insan başında soğanilikten başlayarak karın boşluğunda son buluyor. Bu sırada hayati organların tamamına yakınına uğruyor. Hurmalı'nın yaptığı tespitlere göre tecvid kaideleri, harflerin çıkış noklarına yapılan vurgulamalar, med denilen uzatmalar, gunnelerdeki titreşimler bu sinir üzerinde dolayısıyla bütün vücutta etkili oluyor. Hurmalı bu durumu ‘mucizevi okuyuş' olarak adalandırıyor. “Her gün bu şekilde okuyunca neler oluyor diye kendimi izlemeye başladım. Mesela ‘Lam harfi neden sıkı basılarak söyleniyor? Dat harfini çıkarırken neden dilimizin bir yanını dişlere değdiriyoruz? Bu ne işe yarıyor?' diye kendime soruyordum. Vagus, ses tellerinden geçen tek sinir. Diğerlerinden farkı, gidiş ve dönüş tepkileri aynı yerden, yani aynı yerden sinyal alıp veriyor. Beynin arkasından çıkıyor ve bütün organlarımıza dağılıyor. Ayrıca organların içinde kök salıyor. Ses tellerinizden geçirdiğiniz ne varsa bütün vücudunuza dokunuyor. Bahsettiğimiz ses terapileri, vagus sinirinin bu özelliklerine dikkat edilerek yapılıyor. Bu şekilde vücuda içeriden dışarıya doğru bir tür masaj yapıldığını ifade ediyorlar. Harf ve mahreçlerin tertiline ve tecvidine dikkat ettiğiniz zaman ses titreşimlerinin vücuda ahenkle dağıldığını, Kur'an'ın bütün vücudunuza tesir ettiğini hissediyorsunuz.”

31 Ekim 2015 Cumartesi

Seçmen, seçtiğinden dinen sorumlu

Mekke'nin fetih günü Kâbe'nin anahtarları henüz Müslüman olmayan Osman b. Talha'dan alınmak istenince ‘İşi ehline verin' ayeti kerimesi iniyor. Birçok politikacının İslâmi söylemleri kullandığı halde zenginlik hesabı yaparak makam mevki peşinde koştuğunu, liyakatsiz kişileri göreve getirdiğini hatırlatan Prof. Dr. İsmail Köksal, “Bu şekildeki kişilere din adına destek vermek caiz olmaz.” diyor.

Peygamber Efendimiz'in (sas) kurduğu devletin ismine ‘İslâm' ifadesini eklemeyişi dinin iktidar üstü olduğunun işareti sayıldı. İnananlar yönetimde dini referans aldığı halde Hakk'ın davasını devletten üstün görmeyi iyi-kötü başardı. Laikliğin bize has sert yorumunun sonuçları herkesçe malum. Cumhuriyetin ilk yıllarından beri sağ ve muhafazakâr politikacıların dinî; söylemleri, biraz da bu sebeple teveccühle karşılanmadı mı? Son dönemde ise dinin kusurları örtmek için kullanılması alışkanlık haline geldi. Öyle ki neredeyse İslâmi söylemi propaganda malzemesi yapmayan partilere oy vermek ‘günah' hatta ‘küfür' gibi gösterilmeye başlandı. Herkesten aynı isimleri desteklenmesi beklenedursun, Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. İsmail Köksal, “Milyonda bir bile olsa İslâm dairesinde kalana ‘kâfir' diyen kendini yakar.” diyor.

Kime sorsanız kendisi gibi düşünmeyenin iktidarında sıkıntı yaşayacağına inanıyor. Kimisi ibadetlerini yerine getirememekten, kimisi ideolojisi yüzünden bedel ödemekten çekiniyor. Sosyolog-yazar Ali Bulaç, İslâm'da yönetimin herkesin inancına ve fikrine uygun yaşamasından sorumlu olduğunu hatırlatıyor. Bulaç'a göre iktidarın kendi dini tasavvurunu topluma dayatması da söz konusu olamaz. Aksini düşünenlerin Peygamber'in ihtilafı rahmet olarak gördüğünü hatırlamasında fayda var. Bulaç, ‘dindar' kişiler siyasete talipse bu iddianın hakkını vermek zorunda olduğunu savunuyor: “Dindar siyasetçilerin olduğu ülkelerde acıtıcı mahiyette gelir adaletsizliği söz konusu. Ahlaken çürümüş toplumların liderleri de dini dilinden düşürmüyor. Dindar kadrolar yönetime geliyor ancak kendilerinden beklenenleri, vaat ettiklerini yerine getirmiyor.” Bulaç, “İslâm'ı öne sürerek başa geçenlerin toplum tarafından üç hassasiyetle sınanması gerekir.” diyor. İktidarı güzellikle sürdürmek, adaletli davranmak, her kesimi içine alan bir maruf yani ortak yarar inşa etmek, “Hem mütedeyyinim hem muktedirim.” diyenlerin yapması gerekenler.

“Yöneten, Allah'ın halifesi olamaz”

Müslümanların iktidarla imtihanı sürüyor. Maziyi hatırlayıp “Ya ibadetlerimiz yasaklanırsa” kaygısı ne yazık ki hâlâ hâkim. Bu korku bazı hataların görmezden gelinmesinin de dini daha çok siyasi söylemlere hapsetmenin de sebebi. Bu karşın gazeteci-yazar Ali Bulaç, dini ayakta tutmanın muktedirlerin değil herkesin gayesi olması gerektiğini ifade ediyor. Yönetenlerin ‘Allah'ın halifesi', ‘Tanrı kral' olması itikatla bağdaşmıyor. Bu durumda ‘Müslümanların partisi' yaftası geçerliliğini de kaybediyor. Toplumun ‘Nasıl olsa idarecimiz Müslüman!' diyerek haksızlıklara ses çıkarmamasını ise şu sözlerle eleştiriyor Bulaç: “Geleneksel İslâm inancına göre Allah'ın iradesi devlette veya başındaki kişide değil ümmette, halkta tecelli eder. Yönetici yetkisini kişilerden almış, seçimle göreve getirilmiştir. Esas görevi hukuku uygulamak ve toplumun genel arzu ve rızasına göre davranmak olmalı.”

Dini perde edenleri desteklemek caiz değil

Prof. Dr. İsmail Köksal'a göre, pek çok kişi siyaset merdivenlerini tırmanırken ve aday olurken birçok dinî; kuralı ihlal ediyor: “Politikacıların bazıları İslâmî; söylemleri kullandığı halde zenginlik hesabı yapıyor, mevki ve şöhreti düşünüyor, kendini destekleyen veya menfaatine uygun olan liyakatsiz kişilerin göreve gelmesini sağlıyor. Dinî; söylemleri kullanarak oy ve destek talep etmeyi sürdürüyor. Yani kendi menfaatlerini İslâm perdesiyle gizlemeye çalışıyor. Bu şekildeki kişilere din adına destek vermek caiz olmaz.” Buna rağmen menfaat söz konusu olduğu için tekfire bile başvurulması söz konusu olabiliyor. Köksal'ın bu konudaki değerlendirmesi ise şöyle: “Milyonda bir bile olsa İslâm dairesinde kalana ‘kâfir' demek bizzat isnadı yapanı yakar. Bu kişilikler İslâm'a basarak yükselmeye çalışır. Hâlbuki gerçek iman sahipleri, aynen peygamberler gibi beklentisiz olur, davalarını sırtlarında taşır ve o yük altında yorgun, bitkin ve fakir düşerler. Bu sebeple ilk insan ve ilk peygamberden bugüne İslâm'ı anlatan temel damar her zaman yönetimden uzak olmuştur.”

Zübeyir Gündüzalp: Şeyhülislam seçmiyoruz

Yönetime talip olanlarla ilgili dinî; ölçüyü değerlendirenlerden biri de Bediüzzaman Hazretleri'nin sadık talebelerinden Zübeyir Gündüzalp. Kendisi dinî; istismarı önlemek adına şu veciz ifadeleri kullanır: “Biz ahrar, yani hürriyetçiyiz. Şeyhülislam seçmiyoruz ki takvasına bakalım. Siyasetçi seçiyoruz. Fikrimize dost olsa yeter. İsim ve şahıslar değişebilir. Ama ölçüler değişmez. Biz ölçülerimize uyanları destekleriz. Sahneden düşenleri sahneye çıkarmak bizim işimiz değil. Ölçülerimize uyan, bu ölçülerle millet ekseriyetinin desteğini kazanan kim olursa olsun, biz onu reylerimizle destekleriz. Mesleğimizde milletin ekseriyetinin hüsnü teveccühünü kaybetmiş, mazi olanlarla istikbale yürünmez, onlarla kaybedecek zamanımız yoktur.”

DİNDAR DEĞİL EHİL OLMAK ÖNEMLİ

Dinimiz görevlendirme konusunda sadece liyakati esas alıyor. Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. İsmail Köksal, iktidarın her zaman işin ehline verilmesi gerektiğini söylüyor. Hatta Mekke'nin fethi günü Kâbe'nin anahtarları henüz Müslüman olmayan Osman b. Talha'dan alınmak istenince, “İşi ehline verin” ayet-i kerimesi iner. Bu olay o zatın gerçeği görmesini ve Müslüman olmasını sağlar. Köksal'a göre bu örnek, tüm yönetim alanları için de geçerli. Mü'minler kendisi gibi düşünmeyenleri de bileğinin hakkını vereceğine inanıyorsa yetkilendirebilir: “Bırakın kendi ideolojimizden olmayı, gayrimüslim de olsa sadece ehil kişiler öne çıkarılmalıdır. İşin diğer boyutu ise ehil kişiler göreve getirilmeyince, aldığı görevi tam yapamayanlar memur veya sorumlu oluyor. Bu durumda hem görev verenler hem de görev alanlar, bir yandan Allah (cc)'ın emrine muhalefet etme günahı işlerken, diğer yandan da kul haklarını ihlal etmiş olur. Çünkü bir işi daha iyi yapacaklar varken onların önünü kesmiş olurlar. Mesela daha ehil kişilerin polis, kaymakam, vali, bakan, milletvekili, belediye başkanı, muhtar, müdür, memur vs… olmaması, daha liyakatsiz kişilerin bu göreve gelmesini sağlar.” Köksal, bu durumda hem göreve gelenlerin hem de getirenlerin dinen sorumlu olduğunu da hatırlatıyor: “Örneğin 1 milyon kişilik bir şehrin belediye başkanı o beldeye daha az liyakatli olarak seçilmişse, o belde ahalisini daha iyi bir yönetimden mahrum ettiği için hepsiyle tek tek helalleşmedikçe ahirette yakasını kurtaramaz.”

s.sancar@zaman.com.tr

24 Ekim 2015 Cumartesi

Ortak hüznümüz: Kerbela

Alevî; ya da Sünnî; inanca sahip olan kişiler herkesi kendi konumunda kabul etmeli, muhataplarını birbirine benzetme çabası içinde olmamalıdır. Bu güvence ile gruplar dönüştürülme kaygısı taşımadan diyaloglarını geliştirebilirler. Esasen Alevî; ve Sünnî; gruplar tarih boyunca iç içe yaşamış, aynı ailenin fertleri, aynı coğrafyanın insanıdırlar.

Alevilik, İslam dairesinde tasavvufi bir yoldur. Alevilikte Hak, Muhammed, Ali sevgisi inancın adeta parolasıdır. Allah inancı, Hz. Muhammed'e duyulan muhabbet ve Hz. Ali sevgisi Aleviliğin temelini oluşturur. Alevi inancını dilden dile gönülden gönüle aktaran ozanların dilindeki binlerce nefes bunun en açık delilidir. Bugün Alevî;lik içinde önemli bir konuma sahip olan inanç önderleri Alevî; dedeleri de bunu ısrarla dile getirmektedir. Bu bakış tarihi süreç içerisinde de hiç değişmemiş, Aleviler İslam üst kimliği içinde varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Alevi ve Sünni inanca mensup halkımız geçmişte şer güçlerce tezgahlanan birtakım oyunlarla zaman zaman karşı karşıya getirilmiştir. Gerilimi tetikleyen asıl unsur cehalettir. Sünniler de Aleviler de hem inançları hakkında hem de birbirleri hakkında yeterli bilgiye sahip değildir. Üstüne üstlük bir de ortalıkta dolaşan birtakım yalan yanlış ifadelerden oluşan ciddi bir bilgi kirliliği vardır.

Bilindiği gibi Aleviler, Hz. Hüseyin'in katledildiği Muharrem ayında oruç tutarak bir hüzün yaşarlar. Esasen Anadolu insanı Alevi'siyle Sünni'siyle gönlü Ehlibeyt muhabbetiyle dopdoludur. Kerbela, ortak bir hüzündür. Son yıllarda Kerbelâ'da Hz. Hüseyin'in şehadeti vesilesiyle Alevî;-Sünnî; halkın birlikte düzenlediği mevlid ve anma programları, Sünni vatandaşların Muharrem ayında cemevlerinde oruç açma programına katılmaları, birlikte sofraya oturup lokma paylaşmaları, Hz. Hüseyin'in şehadetine ve Ehlibeyt'e yapılan zulme birlikte gözyaşı dökmeleri her iki inanca sahip toplulukları birbirine yaklaştırması, kaynaştırması sebebiyle anlamı ve önemi büyük etkinliklerdir.

Her iki kesimin birbirini tanımaya ve anlamaya ihtiyacı vardır. Öncelikle ve özellikle bu empatiyi egemen çoğunluk olan Sünnilerin yapması lazımdır. Bunun için bir araya gelmelerin vesileleri artırılmalıdır.

Alevi ve Sünnî;lerin birlikte katıldıkları Muharrem ayı, oruç açma programlarında Kerbela'da Ehlibeyt'e yapılan zulmü dile getiren mersiyelere Alevi Sünni hep birlikte iç geçirdiler, hep birlikte gözyaşları döktüler. İnsanlar tanış oldular. Muhabbet çerağları uyandırıldı, önyargılar eridi. Yapılan konuşmalarda hep Ehlibeyt muhabbeti ve Ehlibeyt'e yapılan zulme tepki ve ehlibeyt için duyulan hüzün vardı. Aynı Allah'a aynı kitaba aynı peygambere inanan Alevi-Sünni vatandaşlarımız ehlibeyt muhabbetiyle bir halka oluşturdular, cem oldular.

Alevî; ya da Sünnî; inanca sahip olan kişiler herkesi kendi konumunda kabul etmeli, muhataplarını birbirine benzetme çabası içinde olmamalıdır. Bu güvence ile gruplar dönüştürülme kaygısı taşımadan diyaloglarını geliştirebilirler. Esasen Alevî; ve Sünnî; gruplar tarih boyunca iç içe yaşamış, aynı ailenin fertleri, aynı coğrafyanın insanıdırlar.

Gelinen şu noktada toplumumuzu ayrıştırmaya yönelik yeni Kerbelaların yaşanmasını istemiyoruz. Geçmişte çok acılar yaşadık. Tarih boyunca birlik ve beraberliğimizi bozmak isteyen Yezid zihniyetli şer güçler hep var oldular. Bugün bizler geçmişte yaşananlardan dersler çıkarmalıyız. Milletimiz aynı tuzağa tekrar düşmemelidir. Geçmişte yaşanan acıları dağlamak, değişik vesilelerle aynı dinin mensubu Ehlibeyt sevdalılarının arasını açmak fitne çıkarıp kini bilemek Kerbela ateşine benzin dökmektir.

Bizler Türkiye'yi bir kilime benzetiyoruz. Bu güzel yurdun her deseninde her tür etnik yapı ve inanç sahibi insanımızın bir ilmik olarak bu desene renk kattığı düşüncesindeyiz. Aynı kader birlikteliği içinde önemli birçok ortak değerlerin yanında insan olmanın gereği farklı bakış açılarının bulunması tabii bir durumdur. İnançların değişik algılama ve uygulamalar şeklinde toplumdan topluma bazı farklılıklar şeklinde görülmesi olağandır. Fakat bu farklılık hiçbir zaman ayrışmaya dönüşecek nitelikte değildir. Hacı Bektaş Veli'nin ifade ettiği gibi zaman “Bir olma, iri olma, diri olma” vaktidir.

Ruhlarımızın hassaslaştığı Muharrem ayında bu kutlu ayın ruhuna uygun olarak Alevi-Sünni yakınlaşmasına önemli bir maya çalınmıştır. Umuyoruz ki bu maya, bütün Anadolu'da tutacak, geçmişin acılarını unutturacak bir iksir olacaktır.

Cem Vakfı Genel Başkanı İzzettin Doğan: Muharrem ayı hem Alevî; hem de Sünnî; için ortak değer

İnsanlığın ortak hüznü Kerbela olayı ve içinde bulunduğumuz Muharrem ayı bütün inançlar için farklı bir iklim anlamına geliyor. Cem Vakfı Genel Başkanı Prof. Dr. İzzettin Doğan, Muharrem ayının Alevi ve Sünni İslâm'ın ortak değeri olduğunu kaydediyor. Ünlü Pakistanlı düşünür Muhammed İkbal'in, ‘Hz. Hüseyin yalnızca İslâm'ın şehidi değil. Tüm insanlığın şehididir.' dizelerini hatırlatan Doğan, "Hz. Hüseyin, nerde zalim varsa ona boyun eğmemek adına semboldür. Onun için bugün demokrasi gelişebiliyor, insanlar arasındaki yapay ayrılıkların giderilmesine bir vesile oluşturuyor. Onu gidermeye çalışanların hepsinin önünde Hz. Hüseyin yol gösteren bir fenerdir." dedi.

Kerbela olayının ardından geçen yıllara rağmen hâlâ acının dinmediğine, samimiyetle gözyaşı döküldüğüne değinen Doğan, "Kerbela olayının ardından 1400'den fazla yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ hatırlanıp gözyaşı dökülebiliyorsa Alevi, Sünni, Şafii ayrımı olmadan insanlar onun için gözyaşı dökebiliyor üzülüyorsa demek ki yaşayan asıl o, Yezid değil. Hz. Hüseyin, her dinin ortak değeri. İnsanlığın yol gösteren feneri Hz. Hüseyin'dir özellikle yöneticilere bir uyarıdır. Sürekli yanan bir uyarıdır." şeklinde konuştu.

‘ALEVİ-SÜNNİ AYRIMI YOK'

Türkiye'de Alevi ve Sünni anlaşmazlığının olmadığına dikkat çeken Doğan, toplumun barış içerisinde sevgiyle birbirini kucakladığını, Aleviler ile Sünniler arasında bir sorun olmadığını kaydetti. Doğan, "Bu işin aslını bilenler Aleviler olarak Sünnilere, Sünniler olarak Alevilere büyük bir sevgi ve saygı duyarlar. Bu ayrılık ve kopmanın kaynağı hiçbir zaman oluşmamıştır. Tam tersine birbirlerine daha saygılı olmanın temelini oluşturmuşlardır." değerlendirmesinde bulundu.

Ali Bulaç: Hazreti Hüseyin zalimlere boyun eğmemiştir

Bence Muharrem ayının bir başka fazileti hem Şiiler ile Sünniler hem de Aleviler ile Sünniler arasında bir yakınlaşma vasıtası olabilir. Muharrem ayı, hem Müslümanlar hem Aleviler ve Şiiler için kutlu bir aydır. Efendimiz Mekke'den Medine'ye hicret ettiğinde, Muharrem ayının onuncu yani aşure gününde oruç tutulduğunu öğrenince ashabına da oruç tutmalarını söylemiştir. Fakat Hazreti Hüseyin'in şehit edilmesinden sonra Muharrem çok daha büyük bir önem kazanmıştır. Muharrem bize hem aşure orucunu hatırlatıyor hem de Hazreti Hüseyin'in şehadetini. Dolayısıyla Şiiler kadar olmasa bile Sünniler de Muharrem ayına çok önem verirler.

Bence Muharrem ayının bir başka fazileti hem Şiiler ile Sünniler hem de Aleviler ile Sünniler arasında bir yakınlaşma vasıtası da olabilir. Hem Sünni dünya hem Şii-Alevi dünya Muharrem ayına önem verirken, oruç tutarken Hazreti Hüseyin'i, Hazreti Hüseyin'in mücadelesini, davasını niyaz ederken ortak bir noktada da buluşmuş oluyorlar. Son zamanlarda Muharrem ayına Sünnilerin de ilgi göstermesi Alevi vatandaşlarımızın veya Şiilerin anma toplantılarına gitmesi mezhepler arası yakınlaşma ve bir arada yaşama açısından son derece önemli.

Muharrem, birlikte yaşamanın vesilesidir

Bu sene Ehlibeyt Vakfı'nın toplantısına, iftarına katıldım. Orada Abdullah Gül başta olmak üzere çok sayıda değişik siyasi görüşlerden, sivil toplum kuruluşlarından, medyadan temsilciler vardı. Oraya katılmamız Alevi kardeşlerimiz tarafından sevgiyle karşılandı. Hoşnut oldular. Bir arada yaşamamız için ciddi bir engelin olmadığını gördük. Balkanlar'dan Bektaşi tarikatından insanlar gelmişti. Onlarla tanıştık. Muharrem'i bir arada yaşamanın vesilesi olarak kullanmak gerekir diye düşünüyorum. Hem bir yandan Muharrem orucunu tutarken sevap kazanırız hem de diğer yandan ümmetin birliği yönünde de bir adım atmış oluruz. O açıdan Muharrem'e önem vermek gerekir.

Alevilerin Muharrem ayını matem olarak görürken Sünniler o ayda yaşananlar açısından daha farklı görüyor. Bu bir gelenektir yani. Şii ve Alevi tarihinde Muharrem matem ayı olarak kabul edilir. Hazreti Hüseyin için yas tutulur, ağlanır. Sünniler daha soğukkanlı bakarlar olaya. Şiiler ve Aleviler Hazreti Hüseyin'in yasını tutarken Sünniler de Hazreti Hüseyin'in mücadelesi, davası üzerinde düşünmelidirler. Yılmadı, direndi, bile bile şehadete gitti. Kerbela'da çölün ortasında 72 kişi, bunlar Efendimiz'in soyundan gelen Ehlibeyt'tendi. Zalim bir iktidar tarafından katledildiler. Sünniler de işin bu siyasi, sosyokültürel boyutu üzerinde düşünürlerse böylelikle Hazreti Hüseyin davası da tarih boyunca canlı tutulmuş olur. Bu açıdan birisi matem tutar öbürü tefekkür ederken ortak nokta Hazreti Hüseyin'in şehadeti, direnci, Ehlibeyt'in doğru bir istikamette ilerlemesi, zulme, haksızlığa hiçbir zaman pirim vermemesidir. Ortak payda o olabilir.

Cafer Solgun: Annem Ramazan'da oruç tutardı

Muharrem, Yezit ve ordusu tarafından Hz. Hüseyin'in şehit edilmesi olayıyla ilgili tuttuğumuz bir yas orucudur. Fakat bununla sınırlı değildir. Yani sadece Kerbela olayını üzüntüyle andığımız bir anlam yüklemiyoruz biz sonucuna. Kerbela, inanç ve düşüncemize göre zalim ile mazlumun karşı karşıya geldiği ve mazlum olanın zalim olana boyun eğmeme direnişini, direncini ve kararlılığını gösteren bir olaydır. O günden günümüze kadar yaşanan tarih içerisinde çok çeşitli biçimlerde zalim ve mazlum hep karşı karşıya gelmiş ve mücadele etmişlerdir. Bu anlamda Kerbela bize zalimlere karşı hak, hukuk, eşitlik, özgürlük ve adalet mücadelemizde çok güçlü bir ilham veren kaynaktır. Biz Kerbela'yı Muharrem ayında tuttuğumuz oruçla anarken aynı zamanda haksızlığa, adaletsizliğe, zulme karşı durabilmek gücünün moralini ve maneviyatını arıyor ve buluyoruz. Muharrem ayı ve orucunun bizim için ifade ettiği anlam budur.

Günümüze kadar gelen süreç içerisinde Kerbela olayını bize düşündüren, hatırlatan, hiç unutturmayan sayısız eziyetler, katliamlar, acılar yaşadık. Bunlardan bazıları İslam görünümü adı altında yaşadığımız ya da karşı karşıya kaldığımız acılardır. Maalesef günümüzde de bu böyle. Yezit de İslami bir görünüm altında kendini halife ilan etmiş ve İmam Hüseyin'e boyun eğdirmek istemişti. Günümüzde de çeşitli biçimlerde İslam'ı kullanarak, referans göstererek kendi zalimliklerini, zorbalıklarını, adaletsizliklerini insanlara dayatanlar hâlâ var. O nedenle Kerbela olayı ve İmam Hüseyin'in direnişi günümüzde de bize güç vermeye moral vermeye direniş gücü vermeye devam ediyor. Kerbela'yı böyle anıyoruz. Bizim açımızdan bir de manevi bir arınmayı, temizlenmeyi gerektiren bir anlam ifade ediyor. 12 İmam orucu boyunca hem nefsini terbiye etmek hem inancını güçlendirmek hem de yaşamaya devam ederken en büyük ifadesini İmam Hüseyin'in şahsında bulan o büyük direnişin gücünden ilham almak, bizim 12 İmam orucuna yüklediğimiz diğer anlamdır. Yaşadığımız dünya kirli bir dünya. Değerlerimiz itibarıyla kuşatıldığımız bir dünya. O yüzden Muharrem ayının ve Kerbela olayının ifade ettiği anlamı en azından bugünlerde yeniden her zamankinden daha derin bir şekilde düşünmek, anlamak, hissetmek lazım.

Aşure kaynatıp komşulara dağıtırız

Muharrem ayı kutlu bir ay. Mübarek bir ay. Adem'in günahının Allah tarafından affedildiği, Nuh Peygamber'in gemisinin kurtarıldığı, Musa Peygamber'in Kızıldeniz'i yardığı gibi çok çeşitli kutlu ve mübarek olaylar bu ay içerisinde gerçekleşmiş. Ama aynı zamanda coşkuyla karşılamak gereken bu ayda Kerbela olayı da yaşanmış. Aleviler açısından Muharrem ayının öne çıkan anlamı her şeyden önce budur. Sünni canlarımızın da Alevilere bakarken anlaması gereken en önemli olayın bu olduğunu düşünüyorum. Biz bu orucu yas anlamı yükleyerek tutuyoruz. Bir mübarek olayı kutlamak için değil. Hâlâ canımızı acıtan bir olayı hatırlamak ve hiç unutmamak için bu orucu tutuyoruz.

Oruçların ardından aşure kaynatıp komşulara dağıtıyoruz. Yaşadığımız toplumda ‘Alevi'nin ekmeği yenmez' diye düşünen insanlar olsa bile. Kurban kesiyoruz. Kurbanımızı konu komşu birbirimize dağıtıyoruz. Muharrem ayının ifade ettiği anlam elbette ki hepimizin bir parça düşünmesine, kendi ve birbiriyle ilgili önyargılarını aşmasına vesile olsun isteriz.

Aleviler hâlâ korkarak oruç tutuyor

Ailem inançlı, Alevi olmanın gereklerini yerine getiren insanlardı. Annem de babam da büyüklerim de. Elazığ'da ben bunu yaşadım. Herkesin kendi mahallesinde yaşadığı bir kent. Bugün hâlâ o durumda olmasını, geldik gidiyoruz bu dünyadan ama hâlâ aynı tedirginliklerin yaşandığını görmekten büyük üzüntü duyuyorum. İstanbul'da bile Alevilerin oruç tuttuğunun kaç kişi farkında? Farkındalık yaratmak için özel bir gayret içerisinde olmayız. Oruç tutma anlayışımıza da aykırı. Korkuyla, tedirginlikle oruç tuttuğumu aman anlamasınlar, Alevi olduğumu aman bilmesinler tedirginliğiyle bunu gizlemeye çalışmak ayrı bir şey. Bu tedirginlik çocukluk zamanlarımızdan kalmış bir şey değil maalesef hâlâ aynı şekilde devam ediyor.

Göstere göstere ibadet yapılmamalı

Ülkemizde Ramazan orucunun dejenere edildiğini düşünüyorum. Saraylarda şaşaalı iftar sofraları Ramazan orucunun anlamına ve özüne ne kadar uygundur? Göstere göstere yapılan yardımlar, ibadetin özüne çok uygun düşen davranışlar değil kanısındayım. Annem Ramazan'da oruç tutardı. Otuz gün boyunca olmasa bile sağlığı el verdiği kadarıyla oruç tutardı. İnançlı bir insandı. Bir ibadet olarak oruç tutardı.

Sabahat Akkiraz: Kerbela, mazlum ile zalimin mücadelesidir

Ne zaman Kerbela'yı düşünsem; iyi ile kötünün, haklı ile haksızın, mazlum ile zalimin mücadelesi en anlamlı hali ile ruhumu kaplar.

Muharrem ayı kuşkusuz İslam coğrafyası için en büyük acının tarihidir. Hz. Hüseyin ve 72 Ehl-i Beyt üyesi tarihte görülmemiş bir zalimlikle katledilmiştir. Hz. Hüseyin'in elinde oklanan Ali Asgar'dan Hz. Hasan'ın çocuklarına ve Ehl-i Beyt'in gençlerine akan kan Hz. Muhammed Efendimizin kanıdır. Hz. Muhammed Efendimiz'in hep boğazından öptüğü mazlum Hz. Hüseyin, başı gövdesinden ayrılarak katledilmiştir. Herhalde insanlığın ilk gününden bugününe bu kadar simgesel, bu kadar acımasız, bu kadar insanlık dışı bir katliam görülmemiştir. Ne zaman Kerbela'yı düşünsem; iyi ile kötünün, haklı ile haksızın, mazlum ile zalimin mücadelesi en anlamlı hali ile ruhumu kaplar. Yezid'in benliğinde kötülük ve zalimlik Hz. Hüseyin'in benliğinde iyilik ve mazlumluk vücut bulmuştur. Bu vücut bulma o kadar içselleştirilmiştir ki Anadolu'da Alevi ya da Sünni vatandaşlarımız için Yezit ismi lanetlenmiş ve ne mutludur ki hiç bir çocuğumuza isim olarak verilmemiştir. Bu bile Anadolu insanının Hz. Muhammed Efendimiz ve ailesine yapılan bu büyük zalimlik karşısında ne kadar doğru bir yerde durduğunun göstergesidir. Gerçek İslam'ı arıyorsak bu noktayı asla görmezlikten gelemeyiz.

Ehl-i Beyt gemisine binmeyen kimse Allah katında kurtuluş beklememelidir. Ehl-i Beyt tanımı Hz. Muhammed Efendimiz tarafından yapılan ve kutsallığını bu tanımdan alan mazlumluğun ismidir. Hz, Muhammed Efendimiz, “Ali'nin kanı kanımdandır, canı canımdandır, teni tenimdendir, ruhu ruhumdandır, Ali ile biz bir nurun ikiye bölünmüş parçalarıyız.” dedikten sonra “Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır.” diyerek Ehl-i Beyt'in masum ve kutsallığının altını çizmiştir.

Her yıl Muharrem ayı yaklaştığında 2 duyguyu yaşarım. Birisi Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt'in yaşadığı bu büyük zalimliğe öfkedir. Diğeri bu büyük zalimlik ve katliamdan kurtulan İmam Zeynel Abidin'in şahsında Hz. Muhammed Efendimiz'in kanının günümüze kadar ulaşmasına şükür. Oruç tutmak, yas çekmek, susuz dudakların çatlaması, yüreğimizin içine dolan zalimlik karşısındaki mazlumluğun evrensel aydınlığı ruhumu yıkar. Aslında aşurenin anlamını da burada aramalıdır. Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt'in acısına duyulan üzüntü ile İmam Zeynel Abidin'in yaşamasına duyulan mutluluk Aşure'de anlam bulur.

Dede Fethi Erdoğan: İlk orucumu saati dolmadan açmak zorunda kaldım

Fethi Erdoğan Dede ilk matem orucunu 14 yaşında tutar. Ancak oruçlu olduğu gün gittiği evde kahve ikram edilir. Israr edilince oruçlu olduğunu söyleyemez ve orucunu bozar. Çocukluğunda Diyarbakır'da akrabalarının yanında kalan Fethi Erdoğan Dede, 14 yaşındayken ilk matem orucu tutar. Çırak olarak tulumbacının yanında çalışmaya başlamıştır. Oruçlu olduğu bir gün tamir için gittikleri evde kahve ikram edilir. İkramı ilk önce geri çevirse de gelen ısrarlar nedeniyle oruçlu olduğunu söyleyemez. Şu an 81 yaşında olan Fethi Dede, o günü anlatırken hâlâ gözleri doluyor: “Ustam ilk önce çekindiğimi sandı. İstemem desem de ikna olmadı. Çocuğum, tabii çekindim. Karacadağ'a baktım, hâlâ tepede güneş var. Saati dolmadan açınca orucumu bir burukluk oldu. ‘Ya Hüseyin sana dayanırım' dedim içtim. O idrak sonra oturdu ama ilk orucumda yaşadığım bu hadise aklımdan çıkmaz.” diyor.

ALEVİ'Sİ SÜNNİ'SİYLE KOMŞULARIMIZIN CENAZESİNE, DÜĞÜNÜNE GİDERDİK

Erdoğan Dede, anne-babasının Harput'taki Fethi Ahmet Baba yatırını ziyaretinden bahsediyor. Kendisinden önce iki kız kardeşinin dünyaya gelmesiyle erkek çocuğu isteyen çiftin bu yatırı ziyaretinin ardından erkek çocukları dünyaya gelir ve ismini Fethi koyarlar. Erdoğan Dede, ‘Öyle bir itikatla davranılırdı' diye kaydediyor. Anne-babasının uzun yıllar komşularını toplayıp bu yatırda kurban kestiğini anlatan Erdoğan Dede, “Alevî;'siyle Sünni'siyle bu yatırlara giderek kurbanlar keserdik. Kapı komşusuyduk. Birbirimizin cenazesine, düğününe, sünnetine giderdik. Özlemini duyduğumuz o günleri 1970'ten sonra mezhepçi, milliyetçi akımlar düşmanlaştırdı. Toplum arasına nifakı siyasiler soktu.”

“ANADOLU ALEVİLERİNİN MUHARREM'DE ORUÇ TUTMASI MEZİYETTİR”

Kerbela'da yaşanan olayı her sene hatırlayıp 12 gün oruç tuttuklarını kaydeden Fethi Dede, hiç saf su içmediklerini ancak çay ve ayran gibi sıvılar aldıklarını kaydediyor. “Biz Kerbela'dakilerin seviyesinde değiliz.” diyen Erdoğan Dede şöyle anlatıyor: “Kerbela'da Allah'ın bir hikmeti var. 30 bin kişilik ordunun karşısında bir avuç hanım ve çocuklardan oluşan topluluk. İnsan, korkusundan ölür değil mi? Silahlar çekilmiş, oklar atılıyor, tehdit ve hakaret var. Öleceğin belli, öyle bir durumda nasıl yaşanır?” Tarihte en acı hadiselerden birisinin de Hz. Hüseyin'in kardeşi Celal Abbas'ın su taşırken şehit edilmesi olduğunu kaydeden Erdoğan Dede, “Kerbela'da etrafları çevrilen Hz. Hüseyin ve 72 yareni aç susuz bırakılıyor. Fırat'ın kenarında su bulamıyorlar. Bebekler, kadınlar perişan. Celal Abbas, su getirmek için Hz. Hüseyin'den müsaade istiyor. Tüm engellemelere rağmen neye mal olursa olsun, atını sürüp gidiyor. Fırat'ın kenarına gelince akan suyu avucuna dolduruyor, tam içecek, bebeklerin ağlaması geliyor kulağına, suyu elinden bırakıyor. Tulumları ata yüklüyor ve dönüş yoluna geçiyor. Ama pusu kurmuşlar, atlıyorlar üzerine, kolunu kesiyorlar, tulumları dişiyle tutuyor. Bir ok atıp tulumları da patlatıyorlar ve orada şehit düşüyor.”

Bu acı hadiselerin üzüntüsünü derinden hisseden Alevilerin matem günlerinde su içmeyi kendilerine yasaklamalarını şöyle değerlendiriyor: “Matemi bilen, Kerbela'ya üzülen Müslümanlar var ama Anadolu Alevilerinin bu konuya bakışı, her sene susuz oruç tutuşu ayrı bir meziyet.”

Kahramanmaraşlılar 3 yıldır kardeşlik iftarında buluşuyor

Kahramanmaraş'ta son 3 yıldır kardeşliği pekiştirmeyi hedefleyen sofralar kuruluyor. Alevi ve Sünni vatandaşlar ‘Ramazan da bizim, Muharrem de' diyerek aynı sofrada oruç açıyor. Yaklaşık 3 yıl önce kurulan Musahip İş Adamları Derneği'nin de önayak olmasıyla başlayan etkinliğin amacı, geçmişte derin acılara sahne olan şehirde birlikteliği güçlendirmek.

İftarları organize eden Musahip İş Adamları Derneği Başkanı Halil Karadaş, etkinlikler sonrasında çok olumlu dönüşler aldıklarını belirterek şöyle konuşuyor: “Maraş'ta Alevi ve Sünni işadamlarımız var. Bunlarla beraber kaynaşmak, bir arada olmak ve ülkemizin sorunlarını mümkün mertebe birbirimize anlatabilmek ve birbirimizi daha iyi tanımak maksadıyla bu derneğimizi kurduk. Biz diyoruz ki: ‘Ramazan da bizim, Muharrem de bizim. Hepimiz kardeşiz, birbirimizi seviyoruz. Aramızdaki fesatlar çıkarılırsa bizim kendi aramızda problemimiz yok.' Bu amaçla da Alevi ve Sünni vatandaşlarımızın katıldığı ortak iftar programları düzenliyoruz. Kuruluşumuzdan beri hem Muharrem'i hem Ramazan'ımızı kutluyoruz. Muharrem bizim için Peygamber Efendimiz'i ve torunlarını, Ehl-i Beyt'i anma ayı. Bu ülkede yaşayan herkes onları seviyor. Birlik ve beraberliğimizi daha üst seviyelere ulaştırmak, kardeşliğimizi pekiştirmek için Ramazan'da da, Muharrem'de de birlikte oluyoruz. Halk da aramızda bir ayrılık gayrılık olmadığını, siyasi çıkarların bizi bölmeye çalıştıklarını, oysa bizim birbirimizle paylaşamayacağımız hiçbir durum olmadığını biliyor. Biz yıllardır iç içeyiz.

Gerçek Muharrem ruhu ilk önce kalplerde canlanmalı

Hasan Hartabati (Alevi Dedesi): Kerbela'da yaşanan acının ortak olduğunu söyleyen İmam Bakır Ocağı'ndan Alevi Dedesi Hasan Harabati, Hz. Hüseyin'in şehit edilmesine üzülmeyen Müslümanın olmayacağını söylüyor. Bu ayın sulh, barış iklimine gebe olduğunu hatırlatan Harabati, asıl sorunun kutuplaştırılmak istenen Alevi ve Sünnilerin birbirlerini tanımamasından kaynaklandığını anlatıyor. Harabati, “Alevi ve Sünniler aynı Allah'a ve aynı kitaba inanıyorlar. Hepimiz din kardeşiyiz, fark yok. Yıllardır ayrıştırılmak istenildi ama toplumsal kardeşliğin ihtiyaç duyulduğu şu günlerde gerçek Muharremlere ihtiyaç var. Gerçek Muharrem ruhu ilk önce kalplerde canlanmalı.” diyor. Kerbela olayından dersler çıkartılması gerektiğini anlatan Harabati günümüzle benzerlikler yaşandığını kaydediyor. Mazlumların her çağda zulme uğradığından bahseden Harabati, saltanatını korumak için Hz. Hüseyin'i şehit eden Yezid zihniyetinin hâlâ yaşadığını aktarıyor: “Yezid ölse de Yezidilik düşüncesi hâlâ canlı, aramızda. Günümüzde ‘Kufe ruhu' da canlanmış durumda. Arkadan satma, güçlünün yanında olma maalesef yaşanıyor. Kerbela olayından alınacak dersler var.”

Hz. Hüseyin, tarih boyu istibdada direnişin sembolü oldu

Mehmet Nuri Yılmaz (Eski Diyanet İşleri Başkanı): Hz. Hüseyin bir semboldür ve mücadele etmiştir. Neyle mücadele etmiştir? İstibdad ile krallıkla mücadele etmiştir. Malumunuz Hz. Peygamberimizin vefatından sonra halifeler seçimle iş başına geldiler. Buna itiraz edenler tarihte olmuştur. Bugün de farklı görüşler vardır. Ama şu bir hakikattır ki krallık, istibdad idaresi kötü bir idare tarzıdır. Muaviye'nin yaptığı en kötü bidat, hayatta iken oğlunu veliaht ilan etmesi ve halktan biat almasıdır. Hz. Hüseyin, Abdullah İbn-i Abbas, Abdullah İbn-i Ömer gibi bir kaç kişinin dışında herkes Yezid'e biat ettiler. Korkuyorlardı. Konuşma özgürlüğü yoktu, fikir özgürlüğü yoktu. İstemeye istemeye biatta bulundular. Bu kötü bir adetti. Emevilerden sonra bu adet Abbasiler'e geçti, daha sonra Osmanlılara geçti. Devleti ya bir kişi yönetir veya bir hanedan yönetir oldu. Bakınız tarihimizde çocuğunu katleden padişahlar olmuştur. Kardeşlerini öldürenler olmuştur. Bir babanın öz evladını katletmesi kolay bir hadise değildir. Belki o ömür boyu vicdan azabı çekmiştir. Milletin bekası için mülkün selameti için olsa da ama bunun dinde hiç bir yeri yoktur. İslam bunu asla tasvip etmez. Eğer Cumhuri bir idare tarzı olsaydı herhalde bu cinayetler işlenmezdi. İşte bu istibdat idaresine krallık idaresine karşı Hz. Hüseyin radiyallahu anh mücadele etmiştir.

Bu ay, kendimizi sigaya çekme ayıdır

Reha Çamuroğlu (Tarihçi-Yazar): “Muharrem ayı herkesin. Her sene bir daha kendimizi sorgulamamıza vesile olan bir ay. Nasıl ki Kur'an'da ‘Biz emaneti göklere dağlara verdik, onlar korktular. Onu insan aldı.' derse Muharrem ayı da bu insan tabiatına, insan hırsına ilişkin büyük bir ipucu veriyor. Düşünün ki daha ilk kuşak denilebilecek Müslümanların, kendine Müslüman diyenlerin, birbirlerini öldürmeyi bırakın, Kâinatın İftihar Kaynağı diye kabul ettikleri Peygamber'in torununu ve çocuklarını yok ettikleri bir ay. Bunu en acımasızca yaptıkları bir ay. Dolayısıyla bize Müslüman olmanın lafla değil yapılanla, pratikle çok ilgili olduğunu ortaya koyuyor Muharrem. Her sene bunu tekrar düşünmemiz gerektiğini ortaya koyuyor. Biz şu soruyu sormalıyız: Neden ilk 4 siyasi liderinden 3'ünün eceliyle ölemediği bir dine mensubuz. Bu bize bir soru getiriyor: Müslümanlar nerede hata yapıyor? Bu, dinin hatası olamaz, Müslümanlar nerede hata yapıyor? Muharrem bize en çarpıcı şekilde Cennet gençlerinin müjdesi olan Hasan ve Hüseyin'in -Hasan ki daha önce zehirlenerek öldürülmüştür- susuz bırakılarak, çocukları gözlerinin önünde öldürülen Hüseyin'in örneğini bize acı bir ders olarak sunuyor. Yani bu ay aslında ibret ayı, kendimizi bir daha sigaya çekme ayıdır.”

Bu muharrem 102 insanımız katledildi

Baki Düzgün (Alevi-Bektaşi Federasyonu Başkanı): “Muharrem ayı, Kerbela'da Yezid ordusu tarafından katledilen İmam Hüseyin'i anma ayı. Muharrem ayının başka bir özelliği de 10 peygamberin kurtuluş günü olarak tutulan oruç günü olması. Muharrem ayının başında başkentte 102 can katledildi, bu ay içerisinde böyle bir olay yaşanması çok daha üzüntü verici. Bu ay içinde ülkenin bu tür şeylerin anılması anlamlı bizim için. Bütün kurumlarımızda insanları akşamları zamanı geldiğinde ciddi bir kalabalık oluşturuyor. Bu kalabalık gösteriyor ki bizim toplumumuz kendi inançlarına sahip çıkıyor. Muharrem ayı bizde çok anlamlı yaşanır.

İnsanlığı buluşturan bir ay

Ayşe Gürocak (Eski Cem Vakfı Ankara Başkanı): “Muharrem ayı, sadece Alevileri ortak paydada buluşturan değil insanlığı ortak paydada buluşturan bir olaydır. Çünkü acılardan yastan insanlığa doğru yöneliş var orada. Yas-ı matem dediğimiz ay. Çünkü oradaki vahşet, Hz. Muhammed'in Ehl-i Beyt'ine yapılan bir vahşet. Oradaki Hz. Hüseyin'in duruşu insanlığı birleştirir. Bazen acılar da insanları birleştirir. İnsanlığa başka bir kapı, bir yol açar. Alevilerin inançlarının en temelinde kendilerini Kur'an'ın özü olarak tanımlamaları vardır. Kur'an'ın özü olarak tanımlamış bir topluluğuz biz. Ama tabii ki bazen inancımızı yaşama biçimimizde farklılıklar olabilir. Onun için bugün Aleviler büyük kentlere göçtükçe köylerden uzaklaştıkça inancını öğrenme, çocuklarına öğretme noktasında çok zaman kaybetti. Ama şimdi bir araya gelerek cemevlerini oluşturdu. Dedelerini tekrar göreve çağırdı. Burada her Alevi vatandaşın vergi veren bir yurttaş olarak devletinden beklentisi cemevlerini yasal statüye kavuşturmasıdır. Çünkü cemevleri, bizim toplandığımız, inançlarımızı ibadetimizi yaptığımız yerdir. Özellikle çocuklarımızın ve gençlerimizin Hak-Muhammed-Ali yolunda yürüdükleri bir yerdir.”

Muharrem nefreti değil barışı güçlendirmeli

Ali Balkız (Alevi-Bektaşi Federasyonu eski Başkanı): “İslam coğrafyasında meydana gelen en hazin en acı en unutulmaz cinayetlerden biri. Ne yazık ki yüzyıllar sonra bile hâlâ benzerlerini çokça bütün İslam dünyasında ve ülkemizde de yaşıyoruz. Haksızlıklara karşı çıkmak her şeyden önce insan olmanın birinci derecede gereği ve ödevidir. Acılarımızı unutmayacağız. Ama Muharrem ayının kin, nefret değil, barışı geliştirmeye, empati yapmaya ve birbirimizi anlamaya vesile olmasını dilerim.”

Kerbela'da, ‘her şeyinizi kaybetseniz de hakikatten ayrılmayın' mesajı verilmiştir

Ali Ekber Yurt (Tunceli Cemevi Başkanı ve Dedesi): Muharrem ayı tüm İslam âlemi için olduğu gibi bizler için de kutsal bir ay. Yine oruç ayı olarak biliniyor, bununla birlikte Muharrem bir matem ayı. Kerbela'da Hz. Hüseyin'in şehadete ermesi nedeniyle daha çok bir hüzün ayı. Hz Hüseyin Kerbela'da haksızlığa karşı çıkmıştır, hakkı olan kutsal vasiyeti çiğneyenlere karşı bir duruş sergilemiştir. Kerbela, bir nevi hak ile haksızlığın mücadelesidir. Beşerde kaybetmiş görünebilir ama bugün hala, 1400 yıl sonra, onun o haklı davası için gözyaşı dökülüyor ve davası sahipleniliyorsa o gün kaybedilmiş görünen bir dava aslında tarihsel süreç içerisinde büyük bir kazançtır. İslam'ın hakikatinden başına gelen ne kadar kötü bir şey olsa bile, ne kadar büyük zulme de uğrasa, evladını dahi kaybetse Allah'ın hakikatinden ayrılmamanın duruşunu göstermiştir. Gelecek kuşaklara ne olursa olsun, neyinizi kaybederseniz kaybedin, Allah'ın hakikatinden ve doğruluğundan kopmayın, her şeyinizi yitirseniz bile inancınızı ve değerinizi zalimin karşısında ayaklar altına aldırmayın mesajını vermiştir.

Dargınlıkların bittiği ay

Durak Karabulut (Anadolu-Trakya Alevi-Bektaşi Birliği Başkanı): “Muharrem, doğrudan İmam Hüseyin'in aşkına, şehit edilişine matem orucu tutulan bir aydır. Bu ayda küsler barışır, dargınlıklar ortadan kaldırılır, alacak verecek davası olanlar, biriyle sorunu olanlar bunu bitirmek zorundadır bu inanca göre. Bir de biz Muharrem ayında Alevi-Sünni diye bir ayrım olduğunu düşünmüyoruz. Muharrem ayında, bütün Müslümanlar için, matem orucu tutulması, Hz. Muhammed'in en yakını olan Ehl-i Beyt'i, İmam Hüseyin aşkına yas orucu tutulması gerektiğini düşünürüz. Ama bunu genelde Aleviler daha çok icra eder.”

Kardeşlik için kucaklaşmak gerekiyor

Cemil Tokpınar (İlahiyatçı-Yazar): “Muharrem ayı, başta oruç olmak üzere ibadet ve dua açısından faziletli bir ay olmakla birlikte, Sünnî;-Alevî; kardeşliği bakımından da çok önemli bir fırsat ayı. Ülkemizde asırlardır birlikte yaşayan bu iki topluluğun ortak inancı olan Kur'an ve Peygamber Efendimiz (sas) kardeşliği emretmektedir. Birbirimizi yok saymak ya da birleştiğimiz temel noktaları görmeyip ayrışmak her iki topluluğu da bir şey kazandırmaz. Kardeşlik, diyalog, hoşgörü ve sevgi için öncelikle tanışmak ve kucaklaşmak gerekir. Bugün kardeşliğin teorik alt yapısını inşa etmekle birlikte asıl mühim olan vesileler oluşturmaktır. Karşılıklı ziyaretler, ikramlar, ortak programlar, projeler ve faaliyetler yakınlaşmayı, tanışmayı sağlayacaktır. Kur'an ve Peygamber Efendimiz (sas) ortak paydalarımızdan olduğuna göre, başta Ramazan ayı, Kutlu Doğum Haftası olmak üzere mübarek ve önemli gün ve gecelerde cemevlerinde yapılacak yemekli veya ikramlı Kur'an ziyafeti, konferans, konser ve sohbet programlarına her iki taraf da katılırsa çok güzel neticeler alınabilir. Eğer bu tür teşebbüslerle diyalog ve kardeşlik zeminini tesis etmezsek, kendi iktidarlarını sürdürmek isteyen ulusal veya küresel güçler, tıpkı Irak ve Suriye'de olduğu gibi küçük farklılıkları istismar ederek gerginlik ve çatışma ortamı meydana getirebilir.”

Bu muharrem'de acılarımız zirveye çıktı

Doğan Bermek (Alevi Düşünce Ocağı Başkanı): “Dünyada ıstırabın ve çilenin bu kadar çok olduğu bir ortamda her yer Kerbela her gün Muharrem'e dönüştü. Bu sene Muharrem ayı başlarken Ankara'da patlama oldu. Ta Bedir Savaşı'nda Peygamber'in amcasının ciğerini çıkarıp yiyenlerin torunları şimdi Suriye'de Irak'ta ciğer çıkarıp yiyorlar. İnsan ciğeri, insan kalbi yiyorlar. Korkunç bir dönem geçiriyor insanlık. Çok üzülüyorum ki bu, dünyada İslam'ın üzerine yapışan bir etiket halinde. Oysa bu yapılanların İslam'la herhangi bir alâkası yok. Muharrem bizim acılarımızın daha da hatırlandığı, daha zirveye çıktığı, kendi kendimizle biraz daha baş başa kalmak istediğimiz zamanlardır. Ama maalesef bugünkü ortamda bu baskıda, insanların çektiği bu çilede, canavarlık ortamında üzülemiyoruz dahi. Durmadan kaygılanıyoruz, bugün hayatını sürdürmekte olanların geleceği hakkında ağır kaygılar yaşıyoruz. Benim için bu Muharrem böyle bir Muharrem oldu doğrusu.”

Tahir Can: Muharrem, Cenab-ı Hakk'ın ayıdır

Muharrem ayı girdiğinde; aklımıza Muharrem orucu, önceki on peygambere verilen ilahi kurtuluş nimetleri, nihayet Kerbela faciası gelir. Önce Muharrem ayıyla ilgili Hz. Muhammed Mustafa'nın şu sözünü hatırlayalım: “Muharrem Cenab-ı Hakk'ın ayıdır.'' Elbette her ay, her zaman dilimi Allah'ındır; ama Allah Resulü'nün Muharrem'le ilgili bu beyanı onun özel konumuna işaret olarak anlaşılmalıdır.

Bilindiği gibi Muharrem ayı hicri takvimin ilk ayıdır. Muharrem senenin bir bakıma “fecr”i yani sabahı gibidir. Bundan dolayı İbn Abbas, “Fecr Suresi'nde Allah'ın yemin ettiği “fecr” yani tan yeri ağarması vaktinden aynı zamanda murat Muharrem'dir.” der.

Muharrem aynı zamanda Kur'an-ı Kerim'de hassasiyet gösterilmesi emredilen haram aylardandır. Allah Resulü (sas), içinde savunma hariç savaş yapılması yasaklanan ayları şöyle sayar: Zilkade, Zilhicce, Recep ve Muharrem. Bu aylarda savaş yapmak, kan dökmek ve kötülükte bulunmak yasaklanmıştır. Dolayısıyla yasağın ihlal edilmesi ve günah işlemenin cezası diğer aylara göre daha çoktur.

MUHARREM AYINDA NASIL İBADET EDİLMELİ?

Bu ayda yapılacak ibadetlerin ve niyazların Cenab-ı Hak katında fazlasıyla yerini bulacağı Peygamberimiz Hz. Muhammed (sas) tarafından, en güzel şekilde açıklanmıştır. Mesela, o bazı hadislerinde şöyle buyurmuştur:

-“Âşure Günü'nde tutulan orucun Cenab-ı Hak katında, o günden önce bir senenin günahlarına kefaret olacağını kuvvetle ümit ediyorum.”

-“Kim, Muharrem ayında bir gün oruç tutarsa, o ayda tuttuğu her gününe karşılık o kimse için otuz sevap vardır.''

Konuyla ilgili başka bir rivayet de şöyledir: Peygamberimiz Medine'ye geldiği zaman Yahudilerin Aşure Günü oruç tuttuklarını gördü ve bunun ne orucu olduğunu sordu. Onlar da: “Bugün Cenab-ı Hakk'ın İsrailoğulları'nı Firavun'un zulmünden kurtardığı bir gündür. Hz. Musa bu günde oruç tuttuğu için biz de tutarız.'' dediler. Hz. Muhammed Mustafa: ‘'Biz Hz. Musa'ya sizden daha yakınız ve hak sahibiyiz.'' dedi ve o gün oruç tuttu. Sahabelerine de tutmalarını tavsiye etti.

Şah-ı Merdan, Damad-ı Nebi Hz. Ali, Hz. Muhammed'in şöyle buyurduğunu nakleder:

“Her kim Âşûre gecesini ibadetle, zikirle, dualarla geçirerek değerlendirirse Hak Teâlâ da onu dilediğince lütuflandırır.”

EDİTÖRDEN

İslam dünyası çok acı olaylar yaşıyor. Ülkemizde ve yakın coğrafyamızda her gün kan akıyor. Aynı din, aynı duygu ve inançla birlikte yaşadığımız bu topraklarda kavgaya değil, kardeşliğe büyük ihtiyaç var. Daha önce olduğu gibi, bugün de ayrılıklara, farklılıklara değil; bizi biz yapan ve birleştiren değerlerimizde buluşmaya her zamankinden daha çok muhtacız. En önemli ortak noktalarımızdan biri de Muharrem ayı. Peygamber Efendimiz'in (sas) sevgili torunu Hazreti Hüseyin'in şehit edildiği bu aydaki hüzün ve matem; meşrep ve mezhep farkı gözetmeksizin Ehl-i Beyt sevgisi taşıyan herkesin ortak değeri. Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa'nın (sas) ciğerparesi Hazreti Hüseyin, İslam tarihi boyunca zulme, baskıya, istibdada ve haksızlığa direnişin sembolü olmuştur. Yaşadığımız bu zor ve sıkıntılı günlerde Hacı Bektaş-ı Veli'nin ‘Bir olalım, iri olalım, diri olalım' sözünden hareketle kardeşliğimizi tazelemek, ortaklıklarımızı hatırlatmak için Muharrem ayı özel ekimizi hazırladık. Sünnilerin de, Alevilerin de hassasiyetlerine aynı derecede önem vermeye gayret ettik. Bu ortak değerler, Pir Sultan Abdal'dan Yunus'a, Alvarlı Efe'den Şah Hatayi'ye, Hak ve Ehl-i Beyt âşıklarının dizelerinde de görülmektedir. Bu çalışmamızın herkesi kendi konumunda kabul ederek, İslam dünyasında ve ülkemizde barış içinde birlikte yaşama idealine mütevazı bir katkı sağlamasını diliyoruz. Yunus'un seslendiği gibi biz de barışa, birlikteliğe, sevgiye çağırıyoruz.

Gelin tanış olalım

İşi kolay kılalım

Sevelim sevilelim

Bu dünya kimseye kalmaz…

Süleyman Sargın: 10 Peygambere 10 ikram

“Şehrullahi'l-Muharrem” olarak meşhur olan, yani “Allah'ın ayı Muharrem” olarak bilinen Muharrem ayı, İlâhî; bereket ve feyzin, Rabbanî; ihsan ve keremin coştuğu ve bollaştığı bir aydır. Allah'ın ayı, günü ve yılı olmaz, ancak bu ay, Allah'ın rahmetine mazhariyet adına önemli bir fırsat olduğu için Allah Resûlü tarafından bu şekilde ifade edilmiştir.

Muharrem ayının onuncu günü olan “Aşûre günü” de, çok önemli ve bereketli bir gündür. Bugünde Cenâb-ı Hak on peygamberine on çeşit ikramda bulunmuş ve kudsiyetini artırmıştır. Aşûre Günü'nü başta oruç olmak üzere ibadet ü taatle zî;netlendirmek gerekir.

Bugüne “Aşûre” denmesinin sebebi, Muharrem ayının onuncu günü olmasındandır. Büyük fıkıh âlimi Ebu'l-leys Semerandî;, Aşûre isminin hikmeti olarak, o günde Cenâb-ı Hakk'ın on peygamberine on değişik ikram ve ihsanını zikreder. Buna göre:

1. Hz. Âdem'in (as) tevbesi Aşûre Günü kabul edilmiştir.

2. Hz. Nuh (as) gemisini Cûdi Dağı'nın üzerine Aşûre Günü demirlemiştir.

3. Hz. İbrahim ateşten o gün kurtulmuştur.

4. Hz. Yakub'un (as), oğlu Hz. Yusuf'un hasretinden dolayı kapanan gözleri o gün görmeye başlamıştır.

5. Hz. Yunus (as) balığın karnından Aşûre Günü kurtulmuştur.

6. Hz. Eyyûb (as) hastalığından o gün şifaya kavuşmuştur.

7. Hz. Yusuf, kardeşleri tarafından atıldığı kuyudan Aşûre Günü çıkarılmıştır.

8. Allah, Hz. Musa'ya (as) Aşûre Gününde bir mucize ihsan etmiş, denizi yararak Firavun ile ordusunu sulara gömmüştür.

9. Hz. Davud'un (as) tevbesi o gün kabul edilmiştir.

10. Hz. İsa (as) o gün dünyaya gelmiş ve o gün semâya yükseltilmiştir.

İşte böylesine mânalı ve kudsî; hâdiselerin yaşandığı bu mübarek gün ve gece, asr-ı saadetten bu yana oruç ve infak gibi ibadetlerle değerlendirilmiştir. Allah dostları, Nebiler Serveri'nin müjdeli hadislerine ittibaen bugünlerde ibadet için daha çok zaman ayırmışlar, başka günlere nisbetle daha fazla hayır hasenatta bulunmuşlardır.

Aşûre Günü'nde ilk akla gelen ibadet, oruç tutmaktır. Muharrem ayı ve Aşûre Günü, Ehl-i Kitap olan Hıristiyan ve Yahudiler tarafından da mukaddes sayılırdı. Nitekim İki Cihan Güneşi (sallallahu aleyhi vesellem) Medine'ye hicret buyurduktan sonra orada yaşayan Yahudilerin oruçlu olduklarını öğrendi.

“Bu ne orucudur?” diye sordu.

Yahudiler, “Bugün Allah'ın Musa'yı düşmanlarından kurtardığı Firavun'u boğdurduğu gündür. Hz. Musa (as) şükür olarak bugün oruç tutmuştur.” dediler.

Bunun üzerine Allah Resûlü, “Biz, Musa'nın sünnetini ihyaya sizden daha çok yakın ve hak sahibiyiz” buyurdu ve o gün oruç tuttu, tutulmasını da emretti.

Yine Tirmizi'de geçen bir hadis-i şerifte Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Aşûre Günü'nde tutulan orucun Allah katında, o günden önceki bir senenin günahlarına keffaret olacağını kuvvetle ümit ediyorum.” Bunun yanı sıra; “Ramazan ayından sonra en faziletli oruç, Allah'ın ayı olan Muharrem ayında tutulan oruçtur” hadis-i şerifi ise, bu günlerde tutulan orucun faziletini ifade etmektedir.

Ancak Efendimiz, sadece o gün oruç tutmak yerine önceki ve sonraki bir günde de oruçlu olmayı tavsiye buyurmuştur. Bu mânâdaki bir hadisi İbni Abbas rivayet etmektedir. Bu sebeple en doğrusu, Aşûre Günü'nü ortalayarak, bir gün önce ve bir gün sonra oruç tutmaktır.

ORUÇ TUTMAK EHL-İ BEYT SEVGİMİZİN GEREĞİ

Muharrem ayının onuncu gününde meydana gelen yürek yakan, müessif bir hadise vardır. Nebiler Sultanı'nın mübarek torunları Hz. Hüseyin Efendimiz ve temizlerden temiz, şerefli aile efradı Kerbela'da Emevi Sultanı zalim Yezid tarafından günlerce aç ve susuz bırakılmış ve ardından şehit edilmiştir. Bu günlerde oruç tutarken onların açlık ve susuzluklarını düşünmek ve şefaatlerine nail olmak ümidiyle onlara dua etmek Hz. Muhammed'e ümmet olmanın, Hz. Ali'ye ve ehl-i beyte bağlılığın gereğidir.

Hz. Nuh'un aşı aşûre

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi vesellem) Aşûre Gününde Müslümanların aile efradına ve komşularına her zamankinden daha çok ikramda bulunmasını tavsiye etmişlerdir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur: “Her kim Aşûre Günü'nde ailesine ve yakınlarına ikramda bulunursa, Cenab-ı Hak da senenin tamamında onun rızkına bereket ve genişlik ihsan eder.”

Ancak Aşûre Günü infaka teşvik eden bu hadislere rağmen o günde hububat karışımı aş (aşûre) pişirmeye dair sahih hadislere rastlanmamaktadır. Bununla birlikte, Müslüman Türklerin dî;nî; geleneğinde önemli bir yer tutan aşûre, aynı zamanda Muharremin onuncu günü başlamak üzere, daha sonraki günlerde de özel merasimle pişirilip dağıtılan tatlının adıdır. Başta komşuluk ilişkileri olmak üzere pek çok alanda sosyal kaynaşmaya vesile olan ve “ aşûre günü infakta bulunun” hadisine uygun bir tarz olan bu uygulamanın teşvik edilmesinde ve yaygınlaşmasında tarifsiz faydalar var.

Hz. Nuh'un, gemisinde kalan erzakların tamamını kazana katıp pişirmesinden ortaya çıktığı rivayet edilen aşûre aşı, Osmanlılar döneminde sarayda da pişirilmiş, “aşûre testisi” adı verilen özel kaplarla da saray dairelerine ve halka birkaç gün süreyle dağıtılmıştır. Efendimiz'in tasadduka ve izzet ü ikrama teşvik eden hadisleriyle birlikte ele alındığında aşûre geleneğinin ehemmiyeti şüphesiz daha iyi anlaşılacaktır.

Kerbala'yı anlamak

Kerbelâ'da “sevgi, saygı, vefâ, hakka, hukuka riayet, insana hürmet, insanın fikrine önem vermek, onu dinlemek-anlamak yok olmuş”tur! Bizler bu faciadan ibret alarak insanlar arası ilişkilerde bu değerleri öne çıkarmalıyız. 10 Muharrem 61 (10 Ekim 680)'de Kerbelâ'da neler oldu? Göz yaşartan, gönül sızlatan bu acıklı hâdiseyi doğru anlayabilmek için, “Kerbelâ olayı hangi sebeplerle doğdu? Hz. Hüseyin Kûfe'ye niçin gitti? Başına bu sıkıntılar neden geldi? Medine'de ya da Mekke'de kalamaz mıydı?” gibi soruları cevaplandırmak gerekir. Çünkü Kerbelâ, bir sonuçtur; Benî; Ümeyye yönetimince Kerbelâ öncesinde “Hz. Osman taraftarlığı ve Ebû Türâb (Hz. Ali) aleyhtarlığı” tarzında yürütülen toplumu kutuplaştırma siyâsetinin acı bir meyvesidir. Önce şunu bilmeliyiz ki Hz. Hüseyin, takva sahibi bir insandı; Kur'an'dan haz alan, Kur'ân-ı Kerî;m âyetlerinin derin anlamları üzerinde düşünen, Allah'ı zikri seven bir mü'mindi. Dedesinden (Peygamber Efendimiz'den) öğrendiği hadisleri, ayrıca O'nun söz ve davranışlarını insanlara aktarmada örnek bir şahsiyetti. Hz. Hüseyin, Ehl-i Beyt'in en gözdelerindendi. Resûl-i Ekrem Efendimiz'in “Dünyadaki reyhanlarımdan, çiçeklerimden, cennet gençlerinin seyyidi-beyefendisi” diye niteleyip müjdelediği seçkin bir şahsiyetti. Sevgili Peygamberimizin gözbebeğiydi; “öpüp kokladığı”, dizine oturtup “Ehl-i Beyt'imizden” dediği, ağabeyi Hz. Hasan, babası Hz. Ali, annesi Hz. Fâtıma ile birlikte Cenâb-ı Hakk'ın kendilerini “günahlardan arındırıp tertemiz kılmak istediği (bk. Ahzâb, 33/33) Ehl-i Kisâ ve Hamse-i Âl-i Abâ” dan bir candı. Acaba Hz. Hüseyin, böylesine seçkin bir çizgide, ulvî; bir gayede devam ve gayret üzere iken, Kûfe'ye doğru niçin yola çıktı? Buna dair tarihçilerce çokça araştırmalar yapılmıştır. Onun Hicaz'ı terk ederek Kûfe istikametinde yola çıkışının sebebi bilinmeden Kerbelâ'yı doğru bir şekilde anlamak mümkün olmaz. Ne var ki, dar hacimli-sınırlı bir yazıda bu alanda olup biteni ortaya koyan araştırmaları yansıtmak kolay olmaz. Bununla beraber yaşanan faciadan anlaşılıyor ki, hadisenin cereyan ettiği dönemde iktidarı elinde tutanlar (Emevî;ler), Hz. Hüseyin'in altını çizdiği temel düşünceyi; davasını, gayesini, yürüyüşünü anlama konusunda ciddi bir çaba göstermemişler, ona karşı güç kullanmaktan başka bir şey düşünmemişlerdir. Ne yazık ki, Emevî; yönetiminin basiretsizlikleri ve duyarsızlıkları neticesinde ortaya bir facia çıkmıştır.

Hz. Hüseyin ne yapmıştır?

Hz. Hüseyin, İslâmî; değerlere uymayan, önceki yöneticilerin uyguladığı İslâm siyaset geleneğine ters düşen, tahribatı tüm toplum kesimlerini ve Müslümanların gelecek yüz yıllarını kapsayacak olan yanlış uygulamalara ve özellikle mevcut halife tarafından oğlu Yezid'in halef bırakılarak halkın biate zorlanmasına hak ve adalet duygusuyla karşı çıkmış ve davası uğrunda şehit düşmüştür.

Mezhebimiz, meşrebimiz, mizacımız ne olursa olsun bütün Müslümanlara düşen, Sevgili Peygamberimizin dünyadaki reyhanlarından/çiçeklerinden bir çiçek ve cennet gençlerinin beyefendisi olan Ehl-i Beyt'in göz bebeği Hz. Hüseyin'in mazlûmiyetinin derinliğini, şehâdetinin anlamını, haksızlığa karşı çıkışındaki şuuru kavramak ve -kendisinin de dediği gibi- davası uğruna canını feda etmesinin “Müslümanlara bir hayır-bir iyilik olarak dönmesini” sağlamaktır.

İslâm tarihi boyunca Her Müslüman, Hz. Hüseyin'e karşı uyguladığı şiddetli yaptırımlar sebebiyle Yezid'e karşı olmuştur; onun yaptıklarını meşru gören ve anlamlı bulan hiç bir tarihçiye rastlanmadığı gibi hiç bir Müslüman da onu Hz. Hüseyin'e karşı yaptığı işlerde mazur görmez. Keza her Müslüman, Hz. Hüseyin'in davasındaki samimi mücadelesini muhabbetle desteklemiş ve Peygamber Efendimizin aziz torununa gönül bağlamıştır.

“Hüseyin Bendendir Ben de Hüseyin'denim”

Tüm İslâm dünyası ve özellikle Müslüman-Türk milleti, Ehl-i Beyt sevdalısı olup özellikle Hz. Hüseyin'i, maruz kaldığı sıkıntılar sebebiyle son derece samimi ve içli duygularla sevmiştir. Bu sevgi, günümüzde de artarak devam etmektedir. Kanaatımca: “Allah Resûlü'nün (s.a.s) aziz torununa beslenen bu samimi muhabbet, dünya coğrafyasındaki tüm Müslümanları birleştiren, ağlatan, düşündüren, ders ve ibretler almaya sevk eden ortak bir değer”dir.

Nitekim tarih boyunca İslâm dünyasında “Tüm Ehl-i Beyt'i ve özellikle Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i ve soyundan gelen seyyidleri-şerî;fleri sevip saymak, Hz. Peygamber'e (s.a.s) muhabbetin bir tezahürü (yansıması) olarak algılanmış, soyun karışmasının önüne geçilmek için soy kütükleri tutulmuş, sadaka almaları caiz olmadığından tarihin eski dönemlerinden itibaren devletten kendilerine tahsisat (maddî; gelir) bağlanmış, maddî; sıkıntı içinde kötü duruma düşmelerinin önüne geçilmiş”tir.

Ceddimiz Osmanlı döneminde Seyyid ve Şerî;f'lerin soy kütüklerinin tutulması, haklarının gözetilmesi, iş hayatında haksızlığa uğramalarının ve kötü duruma düşmelerinin önlenmesi, aile düzenlerinin sağlanması gibi hususlarla ilgilenmek üzere “Nakî;büleşraflık Müessesesi” kurulmuş, bu kurumun başına da Seyyid ve Şerî;f'lerden “Nakî;büleşraf” unvanıyla bir görevli getirilmiştir. Nakî;büleşraflar, Osmanlı yönetiminde protokolde önemli bir yere sahip olup, savaşlarda Sancağ-ı Şerî;f'i taşırlar, ordunun başarısı için dua ederler, namazlara da imamlık yaparlardı.

Sonuç olarak tarihe “Kerbelâ Faciası” diye geçen bu olayda “sevgi, saygı, vefâ, hakka, hukuka riayet, insana hürmet, insanın fikrine önem vermek, onu dinlemek-anlamak yok olmuş”tur! Dolayısıyla bizler bu faciadan ibret çıkartarak İslâm dünyasında insanlar arası ilişkilerde bu değerleri öne çıkarmalıyız. Bu vesile ile ifade etmek gerekir ki, “Her yıl Muharrem Ayı'nda Kerbelâ Faciası'nı, acıların tazelenmesi, yaraların yeniden açılması için değil; Hz. Hüseyin Efendimizin, uğrunda canını feda ettiği hak, adalet, rahmet, merhamet, müsamaha, şefkat duygu ve değerlerinin yeniden ihyâsı ve her meslekteki insan ilişkilerine yeniden yansıması için anmalı”yız!

Anadolu Alevi-Bektaşi Edebiyatın'da Muharrem

Alevî;-Bektâşî; edebiyatında Hz. Ali hicreti sırasında İslâm Peygamberi Hz. Muhammed'in yatağına yatan, gözü kara bir yiğit olarak resmedilmektedir. Hz. Hüseyin bir insanın yapabileceği en büyük fedakârlık olan başını vermeyi, ceddi Muhammed Mustafâ'dan miras kalan İslâm davası uğruna severek kabul etmiştir. Pir Sultan Abdal'ın Hz. Hüseyin'in bu hareketiyle, erenlere fermân olduğunu söylemesinin nedeni erenlerin yolu hakkında bilgi vermektir. Gelenekte ölmeden önce ölmeyi göze alamayan, hakî;kat uğrunda cânını, başını fedâ edemeyen bir tâlib-i Hakk'ın velî; veya mürşid olması mümkün sayılmamıştır. Hz. Hüseyin'e gönül veren dervişler onunla öylesine bütünleşmişlerdir ki Kerbelâ'da gövdesine açılan yaralar, sanki onların vücudunda açılmış gibidir. Çünkü o Hakk için serini kurbân eylemiştir. Deli Boran bu duygusunu şöyle ifade eder:

Bakıp çâr köşeyi seyrân eyleyen,

Yaraların bende İmâm Hüseyin,

Hakk için serini kurbân eyleyen,

Yaraların bende İmâm Hüseyin.

Velâyete tâlib dervişlerden olan ve Hz. Hüseyin'i derûn-ı dilden seven Derviş Mehemmed bu sevgi ve özdeşleşmenin insanı kendinden geçirmesi; deli/dî;vâne haline getirmesi sayesinde hangi manevî; hallerin ortaya çıkacağını işlemektedir. Hz. Hüseyin'in yaralarını bedeninde hissettiği kadar, onun aşkına gözyaşı döken âşık, Hakk'ı kendi özünde bulma gibi bir manevî; derece ile ödüllendirilmektedir. Özünü köz etmek isteyen, sözünü özünden söylemeyi murad eden âşıkların/sâdıkların gözbebeği Hz. Hüseyin'dir:

Seni seven âşık dî;vâne olur,

Arar Hakk'ı kendi özünde bulur,

Yaşını silmeğe kapuna gelür,

Ver benim murâdım İmâm Hüseyin.

Teslim Abdal gözündeki perdeyi aralayan, kalbini nazargâh-ı ilâhî; haline getiren ve Hakk'ın dî;dârını gören gerçeklerin (velî;lerin) Hasan Hüseyin aşkına başlarını nasıl kurban verebileceklerini işlemektedir. Nefsinin sesine kulak vermek, hırs, kin ve öfkenin esiri olmak Hz. Hüseyin'i şehid eden Yezî;d'in özelliklerindendir. Bu sebeple kalbin manevî; ikliminde seyr ü sülûk etmek yerine, nefsin emirlerine itaat etmek gibi bir bayağılığı sergileyen kişi murdâr sayılmıştır. Hüseyin'leşen cânlar onun aşkına fakire, fukarâya vermenin, yemeyip yedirmenin, giymeyip giydirmenin, nefsi aşmanın ve benlik ağacını gönül şehrinden söküp atmanın sembolü olmuşlardır:

Fehmettik dî;dârımızı yüzdürelim derimizi,

Kurban verdik serimizi Hasan Hüseyin aşkına.

Gerçekler kalbini güder nefsini dinleyen murdâr,

Verdiğin za'ya mı gider Hasan Hüseyin aşkına.

Zulmün karşılığı adâlet, merhamet ve cömertliktir. Muharremiyye'de yas ve matem günleri yetim ve fakî;rlerin gönüllerinin kazanılacağı zaman dilimi haline getirilmiştir. Şu tavsiyelerde bulunulmaktadır: “Bir kişi âşûrâ günlerinde bir fakî;rin karnın doyursa cemî;' ümmet-i Muhammed'in yoksulların doyurmuşça sevap bula ve her kim âşûrâ günlerinde bir yetimin başın sığasa şefkat eliyle, Hak Teâlâ Hazreti Kemâl-i Kerem'inden eli altında ne kadar kıl var ise, adedince ol kulun derecâtını arturur. Pes mü'min olan kişiye lâzımdır ki âşûrâ günlerinde ve gayrı günlerde fakî;rleri, yetî;mleri, ve garî;bleri hoş tutalar. Allah içün kâdir olduklarınca hürmet ve şefkat ve riâyet ideler, rencî;de ve remî;de (ürkütmek, korkutmak) etmiyeler. Zira gönül Hakk'ın evidir ve hem nazargâhıdır. Ev sâhibi evden hâlî; değildir.”Muharremiyye'deki şu ifadeler ise ihtiyaç sahiplerine yardım etme konusunda Hz. Ali'nin örnekliğini gözler önüne sermektedir: “Rivâyettir ki ol Esedullâhi'l-Gâlib Hazret-i Emî;rü'l-Mü'minî;n İmâm Ali ibn-i Ebî; Tâlib kerremallâhu vechehû yetî;mleri ve garî;bleri göricek merhamet ve şefkat idüp gâyetle hoş tutardı ve riâyet etmesine işâret iderdi…”

Öğrendiği dinî; bilgiyi, uğruna cân fedâ edilebilecek kadar hazmedemeyen, özü (rûhu) ve sırrıyla buluşturamayan, yani zâhiri bâtınla bütünleştiremeyen kişi rûh-ı revân-ı Muhammedî;'yi kavrayamamış demektir. İnancın konusu olan ğayb görünmeyen, bilinmeyen bir âlemdir. Hz. Hüseyin kimsenin görmediği ğayba sanki görmüşçesine kesin bir inançla inandığı ve inancının gereğini yerine getirdiği için cümle mü'minlerin şâhı olmuştur. Mü'minler Fuzûlî;'nin Hadî;katü's-Süedâ'da anlattığı üzere akrabası Müslim bin Akil'in ölüm haberini alınca; “Müminler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.” âyetini okuyan Hz. Hüseyin örneğinden yola çıkarak, î;mânın bedelinin yüksek bir tasdî;k olduğunu kavrayabilmektedirler. Alevî;-Bektâşî; algılamasında Hz. Hüseyin mü'minlerin î;mânını artıran bir fenomendir. Pir Sultan Abdal yukarıdaki deyişin bir başka dörtlüğünde bugerçeğe şöyle dikkat çekmektedir:

Bâtının sultânı mü'minler şâhı,

Ğayb âleminin şems ile mâhı,

Şah Hüseyin deyü ederler âhı,

Mâtem ile zârı İmâm Hüseyin.

Matem Aşura'da doruğa çıkar

İslam'ın geniş yelpazesi içindeki her renk Muharrem'in hüznünü kendi görüş açısı ve gelenekselliği içinde yaşamaktadır. Anadolu'da da bu ay değişik etkinliklerle değerlendirilmeye, azami istifade ile geçirilmeye çalışılır. Hususiyetle Iğdırlı ve Karslı vatandaşlarımızın mensubu olduğu Caferi Müslümanlar da bu ayı kendilerine has bir iklim ve ruh haliyle ifa ederler.

İmam Hüseyin ve yakınlarının 1335 sene evvel Kerbela'da hunharca katledilerek şehit edilmesinin acısını kalplerinden çıkarmak istemeyen Caferiler, Muharrem'e ayrı bir önem verirler. Bu ayı bir matem havasında yaşar ve her türlü eğlence ve neşeyi ertelerler. Muharrem'de düğün dernek yapılmaz, yeni ev, araba ve benzeri bir şey alınmaz, herhangi bir kutlama ve eğlence olmaz. Özetle Caferi toplumu, bu ayı bir yakınını kaybeden bir insan yasını nasıl tutarsa öyle yaşamaya çalışır. Çünkü şehit olan, her Müslüman'ın canından özge bildiği Hz. Muhammed'in gözünün nuru, ciğerpâresi, İmam Hüseyin'dir. Bu matem havası özellikle Muharrem'in onunda aşura gününde doruk noktasına çıkar. Caferi Müslümanların yaşadığı yerlerde değişik merasimler tertip edilir. Bu merasimlerde yaşanan elim hadisenin acısını sanki Kerbela faciasını yaşıyormuş gibi hissedilebilmesi için mersiyeler okunur. Peygamber evlatlarının acısını anlayabilmek için sine ve zincir vurulur. Ayrıca önde gelen Caferi âlimleri, bugünün manasının daha iyi anlaşılıp hissedilebilmesi için etkili ve duygulu hitaplarda bulunurlar. Bu hadisenin günümüze bakan yönüyle ne ifade ettiği ve ne dersler çıkarılması gerektiği üzerinde dururlar. Âlimlerin bugünlerdeki konuşmaları; genelde Müslümanların arasına benzer fitnelerin girerek tekrar kardeş kanının akmasına engel olmak amacını taşır. Ayrıca bu vesile ile Ehl-i Beyt'in Müslümanlar için ne ifade ettiğinin ve İslam ümmetinin birliğinde ne kadar önemli bir yeri olduğunun anlaşılabilmesi için konferans, seminer ve benzeri etkinlikler tertip edilir.

Alevi ya da Sünni her Müslüman, Muharrem'de İmam Hüseyin'in acısını kalbinde yaşar. Fakat herkes kendi anlayış ve kültürüne göre farklı bir şekilde hüznünü ortaya koyar. Anadolu'nun kültürel zenginliği içinde Muharrem ayının anlaşılıp yaşanması ayrı bir çeşitlilik arz eder. Ancak ortak amaç, benzeri olayların tekrar yaşanmaması için Müslümanların bilinçlenmesini sağlamaktır. Muharrem hüznünü yaşayan tüm Müslümanların ortak duası ise İslam kardeşliğinin ve insanlığın barış ve huzurunun bozulmamasıdır.

EHL-İ BEYT'E MERSİYE

Şehitlerin ser çeşmesi, evliyanın bağrı başı

Fatma ana gözü yaşı, Hasan ile Hüseyin'dir.

Hazreti Ali babaları, Muhammed'dir dedeleri

Arşın iki küpeleri, Hasan ile Hüseyin'dir.

Yunus Emre

Nebiler serveri çünkim Muhammed Mustafa geldi

Velayet Mülküne sultan Ali'yel Murtaza geldi

Emineyn ü saideyn ü şehideyn ü şahı evlad

Hasan Hulk-ı Rıza ile Hüseyn-i Kerbela geldi.

Yemini

Bâtının sultânı mü'minler şâhı

Gayb âleminin şems ile mâhı

Şah Hüseyin deyü ederler âhı

Mâtem ile zârı İmâm Hüseyin.

Pî;r Sultân Abdal

Bugün mah-ı Muharremdir, muhibb-i hanedan ağlar

Bugün eyyam-ı matemdir, bu gün ab-ı revan ağlar.

Hüseyn-i Kerbela'yı elvan eden gündür

Bugün Arş-ı muazzamda olan âli divan ağlar.

Avlarlı Efe

Bugün matem günü geldi

Ah Hüseyin'im vah Hüseyin'im

Senin derdim bağrım deldi

Ah Hüseyin'im vah Hüseyin'im.

Bizimle gelenler gelsin

Serini verenler versin

Hüseyin'le şehit olsun

Ah Hüseyin'im vah Hüseyin'im.

Kerbela'nın önü düzdür

Geceler bana gündüzdür

Şah Kerbela'da yalnızdır

Ah Hasan'ım, vah Hüseyin'im.

Şehit olmuş Şahı Merdan

Şah Hüseyin'im, vah Hüseyin'im

Şah Hatayi