31 Ekim 2015 Cumartesi

Seçmen, seçtiğinden dinen sorumlu

Mekke'nin fetih günü Kâbe'nin anahtarları henüz Müslüman olmayan Osman b. Talha'dan alınmak istenince ‘İşi ehline verin' ayeti kerimesi iniyor. Birçok politikacının İslâmi söylemleri kullandığı halde zenginlik hesabı yaparak makam mevki peşinde koştuğunu, liyakatsiz kişileri göreve getirdiğini hatırlatan Prof. Dr. İsmail Köksal, “Bu şekildeki kişilere din adına destek vermek caiz olmaz.” diyor.

Peygamber Efendimiz'in (sas) kurduğu devletin ismine ‘İslâm' ifadesini eklemeyişi dinin iktidar üstü olduğunun işareti sayıldı. İnananlar yönetimde dini referans aldığı halde Hakk'ın davasını devletten üstün görmeyi iyi-kötü başardı. Laikliğin bize has sert yorumunun sonuçları herkesçe malum. Cumhuriyetin ilk yıllarından beri sağ ve muhafazakâr politikacıların dinî; söylemleri, biraz da bu sebeple teveccühle karşılanmadı mı? Son dönemde ise dinin kusurları örtmek için kullanılması alışkanlık haline geldi. Öyle ki neredeyse İslâmi söylemi propaganda malzemesi yapmayan partilere oy vermek ‘günah' hatta ‘küfür' gibi gösterilmeye başlandı. Herkesten aynı isimleri desteklenmesi beklenedursun, Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. İsmail Köksal, “Milyonda bir bile olsa İslâm dairesinde kalana ‘kâfir' diyen kendini yakar.” diyor.

Kime sorsanız kendisi gibi düşünmeyenin iktidarında sıkıntı yaşayacağına inanıyor. Kimisi ibadetlerini yerine getirememekten, kimisi ideolojisi yüzünden bedel ödemekten çekiniyor. Sosyolog-yazar Ali Bulaç, İslâm'da yönetimin herkesin inancına ve fikrine uygun yaşamasından sorumlu olduğunu hatırlatıyor. Bulaç'a göre iktidarın kendi dini tasavvurunu topluma dayatması da söz konusu olamaz. Aksini düşünenlerin Peygamber'in ihtilafı rahmet olarak gördüğünü hatırlamasında fayda var. Bulaç, ‘dindar' kişiler siyasete talipse bu iddianın hakkını vermek zorunda olduğunu savunuyor: “Dindar siyasetçilerin olduğu ülkelerde acıtıcı mahiyette gelir adaletsizliği söz konusu. Ahlaken çürümüş toplumların liderleri de dini dilinden düşürmüyor. Dindar kadrolar yönetime geliyor ancak kendilerinden beklenenleri, vaat ettiklerini yerine getirmiyor.” Bulaç, “İslâm'ı öne sürerek başa geçenlerin toplum tarafından üç hassasiyetle sınanması gerekir.” diyor. İktidarı güzellikle sürdürmek, adaletli davranmak, her kesimi içine alan bir maruf yani ortak yarar inşa etmek, “Hem mütedeyyinim hem muktedirim.” diyenlerin yapması gerekenler.

“Yöneten, Allah'ın halifesi olamaz”

Müslümanların iktidarla imtihanı sürüyor. Maziyi hatırlayıp “Ya ibadetlerimiz yasaklanırsa” kaygısı ne yazık ki hâlâ hâkim. Bu korku bazı hataların görmezden gelinmesinin de dini daha çok siyasi söylemlere hapsetmenin de sebebi. Bu karşın gazeteci-yazar Ali Bulaç, dini ayakta tutmanın muktedirlerin değil herkesin gayesi olması gerektiğini ifade ediyor. Yönetenlerin ‘Allah'ın halifesi', ‘Tanrı kral' olması itikatla bağdaşmıyor. Bu durumda ‘Müslümanların partisi' yaftası geçerliliğini de kaybediyor. Toplumun ‘Nasıl olsa idarecimiz Müslüman!' diyerek haksızlıklara ses çıkarmamasını ise şu sözlerle eleştiriyor Bulaç: “Geleneksel İslâm inancına göre Allah'ın iradesi devlette veya başındaki kişide değil ümmette, halkta tecelli eder. Yönetici yetkisini kişilerden almış, seçimle göreve getirilmiştir. Esas görevi hukuku uygulamak ve toplumun genel arzu ve rızasına göre davranmak olmalı.”

Dini perde edenleri desteklemek caiz değil

Prof. Dr. İsmail Köksal'a göre, pek çok kişi siyaset merdivenlerini tırmanırken ve aday olurken birçok dinî; kuralı ihlal ediyor: “Politikacıların bazıları İslâmî; söylemleri kullandığı halde zenginlik hesabı yapıyor, mevki ve şöhreti düşünüyor, kendini destekleyen veya menfaatine uygun olan liyakatsiz kişilerin göreve gelmesini sağlıyor. Dinî; söylemleri kullanarak oy ve destek talep etmeyi sürdürüyor. Yani kendi menfaatlerini İslâm perdesiyle gizlemeye çalışıyor. Bu şekildeki kişilere din adına destek vermek caiz olmaz.” Buna rağmen menfaat söz konusu olduğu için tekfire bile başvurulması söz konusu olabiliyor. Köksal'ın bu konudaki değerlendirmesi ise şöyle: “Milyonda bir bile olsa İslâm dairesinde kalana ‘kâfir' demek bizzat isnadı yapanı yakar. Bu kişilikler İslâm'a basarak yükselmeye çalışır. Hâlbuki gerçek iman sahipleri, aynen peygamberler gibi beklentisiz olur, davalarını sırtlarında taşır ve o yük altında yorgun, bitkin ve fakir düşerler. Bu sebeple ilk insan ve ilk peygamberden bugüne İslâm'ı anlatan temel damar her zaman yönetimden uzak olmuştur.”

Zübeyir Gündüzalp: Şeyhülislam seçmiyoruz

Yönetime talip olanlarla ilgili dinî; ölçüyü değerlendirenlerden biri de Bediüzzaman Hazretleri'nin sadık talebelerinden Zübeyir Gündüzalp. Kendisi dinî; istismarı önlemek adına şu veciz ifadeleri kullanır: “Biz ahrar, yani hürriyetçiyiz. Şeyhülislam seçmiyoruz ki takvasına bakalım. Siyasetçi seçiyoruz. Fikrimize dost olsa yeter. İsim ve şahıslar değişebilir. Ama ölçüler değişmez. Biz ölçülerimize uyanları destekleriz. Sahneden düşenleri sahneye çıkarmak bizim işimiz değil. Ölçülerimize uyan, bu ölçülerle millet ekseriyetinin desteğini kazanan kim olursa olsun, biz onu reylerimizle destekleriz. Mesleğimizde milletin ekseriyetinin hüsnü teveccühünü kaybetmiş, mazi olanlarla istikbale yürünmez, onlarla kaybedecek zamanımız yoktur.”

DİNDAR DEĞİL EHİL OLMAK ÖNEMLİ

Dinimiz görevlendirme konusunda sadece liyakati esas alıyor. Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. İsmail Köksal, iktidarın her zaman işin ehline verilmesi gerektiğini söylüyor. Hatta Mekke'nin fethi günü Kâbe'nin anahtarları henüz Müslüman olmayan Osman b. Talha'dan alınmak istenince, “İşi ehline verin” ayet-i kerimesi iner. Bu olay o zatın gerçeği görmesini ve Müslüman olmasını sağlar. Köksal'a göre bu örnek, tüm yönetim alanları için de geçerli. Mü'minler kendisi gibi düşünmeyenleri de bileğinin hakkını vereceğine inanıyorsa yetkilendirebilir: “Bırakın kendi ideolojimizden olmayı, gayrimüslim de olsa sadece ehil kişiler öne çıkarılmalıdır. İşin diğer boyutu ise ehil kişiler göreve getirilmeyince, aldığı görevi tam yapamayanlar memur veya sorumlu oluyor. Bu durumda hem görev verenler hem de görev alanlar, bir yandan Allah (cc)'ın emrine muhalefet etme günahı işlerken, diğer yandan da kul haklarını ihlal etmiş olur. Çünkü bir işi daha iyi yapacaklar varken onların önünü kesmiş olurlar. Mesela daha ehil kişilerin polis, kaymakam, vali, bakan, milletvekili, belediye başkanı, muhtar, müdür, memur vs… olmaması, daha liyakatsiz kişilerin bu göreve gelmesini sağlar.” Köksal, bu durumda hem göreve gelenlerin hem de getirenlerin dinen sorumlu olduğunu da hatırlatıyor: “Örneğin 1 milyon kişilik bir şehrin belediye başkanı o beldeye daha az liyakatli olarak seçilmişse, o belde ahalisini daha iyi bir yönetimden mahrum ettiği için hepsiyle tek tek helalleşmedikçe ahirette yakasını kurtaramaz.”

s.sancar@zaman.com.tr

24 Ekim 2015 Cumartesi

Ortak hüznümüz: Kerbela

Alevî; ya da Sünnî; inanca sahip olan kişiler herkesi kendi konumunda kabul etmeli, muhataplarını birbirine benzetme çabası içinde olmamalıdır. Bu güvence ile gruplar dönüştürülme kaygısı taşımadan diyaloglarını geliştirebilirler. Esasen Alevî; ve Sünnî; gruplar tarih boyunca iç içe yaşamış, aynı ailenin fertleri, aynı coğrafyanın insanıdırlar.

Alevilik, İslam dairesinde tasavvufi bir yoldur. Alevilikte Hak, Muhammed, Ali sevgisi inancın adeta parolasıdır. Allah inancı, Hz. Muhammed'e duyulan muhabbet ve Hz. Ali sevgisi Aleviliğin temelini oluşturur. Alevi inancını dilden dile gönülden gönüle aktaran ozanların dilindeki binlerce nefes bunun en açık delilidir. Bugün Alevî;lik içinde önemli bir konuma sahip olan inanç önderleri Alevî; dedeleri de bunu ısrarla dile getirmektedir. Bu bakış tarihi süreç içerisinde de hiç değişmemiş, Aleviler İslam üst kimliği içinde varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Alevi ve Sünni inanca mensup halkımız geçmişte şer güçlerce tezgahlanan birtakım oyunlarla zaman zaman karşı karşıya getirilmiştir. Gerilimi tetikleyen asıl unsur cehalettir. Sünniler de Aleviler de hem inançları hakkında hem de birbirleri hakkında yeterli bilgiye sahip değildir. Üstüne üstlük bir de ortalıkta dolaşan birtakım yalan yanlış ifadelerden oluşan ciddi bir bilgi kirliliği vardır.

Bilindiği gibi Aleviler, Hz. Hüseyin'in katledildiği Muharrem ayında oruç tutarak bir hüzün yaşarlar. Esasen Anadolu insanı Alevi'siyle Sünni'siyle gönlü Ehlibeyt muhabbetiyle dopdoludur. Kerbela, ortak bir hüzündür. Son yıllarda Kerbelâ'da Hz. Hüseyin'in şehadeti vesilesiyle Alevî;-Sünnî; halkın birlikte düzenlediği mevlid ve anma programları, Sünni vatandaşların Muharrem ayında cemevlerinde oruç açma programına katılmaları, birlikte sofraya oturup lokma paylaşmaları, Hz. Hüseyin'in şehadetine ve Ehlibeyt'e yapılan zulme birlikte gözyaşı dökmeleri her iki inanca sahip toplulukları birbirine yaklaştırması, kaynaştırması sebebiyle anlamı ve önemi büyük etkinliklerdir.

Her iki kesimin birbirini tanımaya ve anlamaya ihtiyacı vardır. Öncelikle ve özellikle bu empatiyi egemen çoğunluk olan Sünnilerin yapması lazımdır. Bunun için bir araya gelmelerin vesileleri artırılmalıdır.

Alevi ve Sünnî;lerin birlikte katıldıkları Muharrem ayı, oruç açma programlarında Kerbela'da Ehlibeyt'e yapılan zulmü dile getiren mersiyelere Alevi Sünni hep birlikte iç geçirdiler, hep birlikte gözyaşları döktüler. İnsanlar tanış oldular. Muhabbet çerağları uyandırıldı, önyargılar eridi. Yapılan konuşmalarda hep Ehlibeyt muhabbeti ve Ehlibeyt'e yapılan zulme tepki ve ehlibeyt için duyulan hüzün vardı. Aynı Allah'a aynı kitaba aynı peygambere inanan Alevi-Sünni vatandaşlarımız ehlibeyt muhabbetiyle bir halka oluşturdular, cem oldular.

Alevî; ya da Sünnî; inanca sahip olan kişiler herkesi kendi konumunda kabul etmeli, muhataplarını birbirine benzetme çabası içinde olmamalıdır. Bu güvence ile gruplar dönüştürülme kaygısı taşımadan diyaloglarını geliştirebilirler. Esasen Alevî; ve Sünnî; gruplar tarih boyunca iç içe yaşamış, aynı ailenin fertleri, aynı coğrafyanın insanıdırlar.

Gelinen şu noktada toplumumuzu ayrıştırmaya yönelik yeni Kerbelaların yaşanmasını istemiyoruz. Geçmişte çok acılar yaşadık. Tarih boyunca birlik ve beraberliğimizi bozmak isteyen Yezid zihniyetli şer güçler hep var oldular. Bugün bizler geçmişte yaşananlardan dersler çıkarmalıyız. Milletimiz aynı tuzağa tekrar düşmemelidir. Geçmişte yaşanan acıları dağlamak, değişik vesilelerle aynı dinin mensubu Ehlibeyt sevdalılarının arasını açmak fitne çıkarıp kini bilemek Kerbela ateşine benzin dökmektir.

Bizler Türkiye'yi bir kilime benzetiyoruz. Bu güzel yurdun her deseninde her tür etnik yapı ve inanç sahibi insanımızın bir ilmik olarak bu desene renk kattığı düşüncesindeyiz. Aynı kader birlikteliği içinde önemli birçok ortak değerlerin yanında insan olmanın gereği farklı bakış açılarının bulunması tabii bir durumdur. İnançların değişik algılama ve uygulamalar şeklinde toplumdan topluma bazı farklılıklar şeklinde görülmesi olağandır. Fakat bu farklılık hiçbir zaman ayrışmaya dönüşecek nitelikte değildir. Hacı Bektaş Veli'nin ifade ettiği gibi zaman “Bir olma, iri olma, diri olma” vaktidir.

Ruhlarımızın hassaslaştığı Muharrem ayında bu kutlu ayın ruhuna uygun olarak Alevi-Sünni yakınlaşmasına önemli bir maya çalınmıştır. Umuyoruz ki bu maya, bütün Anadolu'da tutacak, geçmişin acılarını unutturacak bir iksir olacaktır.

Cem Vakfı Genel Başkanı İzzettin Doğan: Muharrem ayı hem Alevî; hem de Sünnî; için ortak değer

İnsanlığın ortak hüznü Kerbela olayı ve içinde bulunduğumuz Muharrem ayı bütün inançlar için farklı bir iklim anlamına geliyor. Cem Vakfı Genel Başkanı Prof. Dr. İzzettin Doğan, Muharrem ayının Alevi ve Sünni İslâm'ın ortak değeri olduğunu kaydediyor. Ünlü Pakistanlı düşünür Muhammed İkbal'in, ‘Hz. Hüseyin yalnızca İslâm'ın şehidi değil. Tüm insanlığın şehididir.' dizelerini hatırlatan Doğan, "Hz. Hüseyin, nerde zalim varsa ona boyun eğmemek adına semboldür. Onun için bugün demokrasi gelişebiliyor, insanlar arasındaki yapay ayrılıkların giderilmesine bir vesile oluşturuyor. Onu gidermeye çalışanların hepsinin önünde Hz. Hüseyin yol gösteren bir fenerdir." dedi.

Kerbela olayının ardından geçen yıllara rağmen hâlâ acının dinmediğine, samimiyetle gözyaşı döküldüğüne değinen Doğan, "Kerbela olayının ardından 1400'den fazla yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ hatırlanıp gözyaşı dökülebiliyorsa Alevi, Sünni, Şafii ayrımı olmadan insanlar onun için gözyaşı dökebiliyor üzülüyorsa demek ki yaşayan asıl o, Yezid değil. Hz. Hüseyin, her dinin ortak değeri. İnsanlığın yol gösteren feneri Hz. Hüseyin'dir özellikle yöneticilere bir uyarıdır. Sürekli yanan bir uyarıdır." şeklinde konuştu.

‘ALEVİ-SÜNNİ AYRIMI YOK'

Türkiye'de Alevi ve Sünni anlaşmazlığının olmadığına dikkat çeken Doğan, toplumun barış içerisinde sevgiyle birbirini kucakladığını, Aleviler ile Sünniler arasında bir sorun olmadığını kaydetti. Doğan, "Bu işin aslını bilenler Aleviler olarak Sünnilere, Sünniler olarak Alevilere büyük bir sevgi ve saygı duyarlar. Bu ayrılık ve kopmanın kaynağı hiçbir zaman oluşmamıştır. Tam tersine birbirlerine daha saygılı olmanın temelini oluşturmuşlardır." değerlendirmesinde bulundu.

Ali Bulaç: Hazreti Hüseyin zalimlere boyun eğmemiştir

Bence Muharrem ayının bir başka fazileti hem Şiiler ile Sünniler hem de Aleviler ile Sünniler arasında bir yakınlaşma vasıtası olabilir. Muharrem ayı, hem Müslümanlar hem Aleviler ve Şiiler için kutlu bir aydır. Efendimiz Mekke'den Medine'ye hicret ettiğinde, Muharrem ayının onuncu yani aşure gününde oruç tutulduğunu öğrenince ashabına da oruç tutmalarını söylemiştir. Fakat Hazreti Hüseyin'in şehit edilmesinden sonra Muharrem çok daha büyük bir önem kazanmıştır. Muharrem bize hem aşure orucunu hatırlatıyor hem de Hazreti Hüseyin'in şehadetini. Dolayısıyla Şiiler kadar olmasa bile Sünniler de Muharrem ayına çok önem verirler.

Bence Muharrem ayının bir başka fazileti hem Şiiler ile Sünniler hem de Aleviler ile Sünniler arasında bir yakınlaşma vasıtası da olabilir. Hem Sünni dünya hem Şii-Alevi dünya Muharrem ayına önem verirken, oruç tutarken Hazreti Hüseyin'i, Hazreti Hüseyin'in mücadelesini, davasını niyaz ederken ortak bir noktada da buluşmuş oluyorlar. Son zamanlarda Muharrem ayına Sünnilerin de ilgi göstermesi Alevi vatandaşlarımızın veya Şiilerin anma toplantılarına gitmesi mezhepler arası yakınlaşma ve bir arada yaşama açısından son derece önemli.

Muharrem, birlikte yaşamanın vesilesidir

Bu sene Ehlibeyt Vakfı'nın toplantısına, iftarına katıldım. Orada Abdullah Gül başta olmak üzere çok sayıda değişik siyasi görüşlerden, sivil toplum kuruluşlarından, medyadan temsilciler vardı. Oraya katılmamız Alevi kardeşlerimiz tarafından sevgiyle karşılandı. Hoşnut oldular. Bir arada yaşamamız için ciddi bir engelin olmadığını gördük. Balkanlar'dan Bektaşi tarikatından insanlar gelmişti. Onlarla tanıştık. Muharrem'i bir arada yaşamanın vesilesi olarak kullanmak gerekir diye düşünüyorum. Hem bir yandan Muharrem orucunu tutarken sevap kazanırız hem de diğer yandan ümmetin birliği yönünde de bir adım atmış oluruz. O açıdan Muharrem'e önem vermek gerekir.

Alevilerin Muharrem ayını matem olarak görürken Sünniler o ayda yaşananlar açısından daha farklı görüyor. Bu bir gelenektir yani. Şii ve Alevi tarihinde Muharrem matem ayı olarak kabul edilir. Hazreti Hüseyin için yas tutulur, ağlanır. Sünniler daha soğukkanlı bakarlar olaya. Şiiler ve Aleviler Hazreti Hüseyin'in yasını tutarken Sünniler de Hazreti Hüseyin'in mücadelesi, davası üzerinde düşünmelidirler. Yılmadı, direndi, bile bile şehadete gitti. Kerbela'da çölün ortasında 72 kişi, bunlar Efendimiz'in soyundan gelen Ehlibeyt'tendi. Zalim bir iktidar tarafından katledildiler. Sünniler de işin bu siyasi, sosyokültürel boyutu üzerinde düşünürlerse böylelikle Hazreti Hüseyin davası da tarih boyunca canlı tutulmuş olur. Bu açıdan birisi matem tutar öbürü tefekkür ederken ortak nokta Hazreti Hüseyin'in şehadeti, direnci, Ehlibeyt'in doğru bir istikamette ilerlemesi, zulme, haksızlığa hiçbir zaman pirim vermemesidir. Ortak payda o olabilir.

Cafer Solgun: Annem Ramazan'da oruç tutardı

Muharrem, Yezit ve ordusu tarafından Hz. Hüseyin'in şehit edilmesi olayıyla ilgili tuttuğumuz bir yas orucudur. Fakat bununla sınırlı değildir. Yani sadece Kerbela olayını üzüntüyle andığımız bir anlam yüklemiyoruz biz sonucuna. Kerbela, inanç ve düşüncemize göre zalim ile mazlumun karşı karşıya geldiği ve mazlum olanın zalim olana boyun eğmeme direnişini, direncini ve kararlılığını gösteren bir olaydır. O günden günümüze kadar yaşanan tarih içerisinde çok çeşitli biçimlerde zalim ve mazlum hep karşı karşıya gelmiş ve mücadele etmişlerdir. Bu anlamda Kerbela bize zalimlere karşı hak, hukuk, eşitlik, özgürlük ve adalet mücadelemizde çok güçlü bir ilham veren kaynaktır. Biz Kerbela'yı Muharrem ayında tuttuğumuz oruçla anarken aynı zamanda haksızlığa, adaletsizliğe, zulme karşı durabilmek gücünün moralini ve maneviyatını arıyor ve buluyoruz. Muharrem ayı ve orucunun bizim için ifade ettiği anlam budur.

Günümüze kadar gelen süreç içerisinde Kerbela olayını bize düşündüren, hatırlatan, hiç unutturmayan sayısız eziyetler, katliamlar, acılar yaşadık. Bunlardan bazıları İslam görünümü adı altında yaşadığımız ya da karşı karşıya kaldığımız acılardır. Maalesef günümüzde de bu böyle. Yezit de İslami bir görünüm altında kendini halife ilan etmiş ve İmam Hüseyin'e boyun eğdirmek istemişti. Günümüzde de çeşitli biçimlerde İslam'ı kullanarak, referans göstererek kendi zalimliklerini, zorbalıklarını, adaletsizliklerini insanlara dayatanlar hâlâ var. O nedenle Kerbela olayı ve İmam Hüseyin'in direnişi günümüzde de bize güç vermeye moral vermeye direniş gücü vermeye devam ediyor. Kerbela'yı böyle anıyoruz. Bizim açımızdan bir de manevi bir arınmayı, temizlenmeyi gerektiren bir anlam ifade ediyor. 12 İmam orucu boyunca hem nefsini terbiye etmek hem inancını güçlendirmek hem de yaşamaya devam ederken en büyük ifadesini İmam Hüseyin'in şahsında bulan o büyük direnişin gücünden ilham almak, bizim 12 İmam orucuna yüklediğimiz diğer anlamdır. Yaşadığımız dünya kirli bir dünya. Değerlerimiz itibarıyla kuşatıldığımız bir dünya. O yüzden Muharrem ayının ve Kerbela olayının ifade ettiği anlamı en azından bugünlerde yeniden her zamankinden daha derin bir şekilde düşünmek, anlamak, hissetmek lazım.

Aşure kaynatıp komşulara dağıtırız

Muharrem ayı kutlu bir ay. Mübarek bir ay. Adem'in günahının Allah tarafından affedildiği, Nuh Peygamber'in gemisinin kurtarıldığı, Musa Peygamber'in Kızıldeniz'i yardığı gibi çok çeşitli kutlu ve mübarek olaylar bu ay içerisinde gerçekleşmiş. Ama aynı zamanda coşkuyla karşılamak gereken bu ayda Kerbela olayı da yaşanmış. Aleviler açısından Muharrem ayının öne çıkan anlamı her şeyden önce budur. Sünni canlarımızın da Alevilere bakarken anlaması gereken en önemli olayın bu olduğunu düşünüyorum. Biz bu orucu yas anlamı yükleyerek tutuyoruz. Bir mübarek olayı kutlamak için değil. Hâlâ canımızı acıtan bir olayı hatırlamak ve hiç unutmamak için bu orucu tutuyoruz.

Oruçların ardından aşure kaynatıp komşulara dağıtıyoruz. Yaşadığımız toplumda ‘Alevi'nin ekmeği yenmez' diye düşünen insanlar olsa bile. Kurban kesiyoruz. Kurbanımızı konu komşu birbirimize dağıtıyoruz. Muharrem ayının ifade ettiği anlam elbette ki hepimizin bir parça düşünmesine, kendi ve birbiriyle ilgili önyargılarını aşmasına vesile olsun isteriz.

Aleviler hâlâ korkarak oruç tutuyor

Ailem inançlı, Alevi olmanın gereklerini yerine getiren insanlardı. Annem de babam da büyüklerim de. Elazığ'da ben bunu yaşadım. Herkesin kendi mahallesinde yaşadığı bir kent. Bugün hâlâ o durumda olmasını, geldik gidiyoruz bu dünyadan ama hâlâ aynı tedirginliklerin yaşandığını görmekten büyük üzüntü duyuyorum. İstanbul'da bile Alevilerin oruç tuttuğunun kaç kişi farkında? Farkındalık yaratmak için özel bir gayret içerisinde olmayız. Oruç tutma anlayışımıza da aykırı. Korkuyla, tedirginlikle oruç tuttuğumu aman anlamasınlar, Alevi olduğumu aman bilmesinler tedirginliğiyle bunu gizlemeye çalışmak ayrı bir şey. Bu tedirginlik çocukluk zamanlarımızdan kalmış bir şey değil maalesef hâlâ aynı şekilde devam ediyor.

Göstere göstere ibadet yapılmamalı

Ülkemizde Ramazan orucunun dejenere edildiğini düşünüyorum. Saraylarda şaşaalı iftar sofraları Ramazan orucunun anlamına ve özüne ne kadar uygundur? Göstere göstere yapılan yardımlar, ibadetin özüne çok uygun düşen davranışlar değil kanısındayım. Annem Ramazan'da oruç tutardı. Otuz gün boyunca olmasa bile sağlığı el verdiği kadarıyla oruç tutardı. İnançlı bir insandı. Bir ibadet olarak oruç tutardı.

Sabahat Akkiraz: Kerbela, mazlum ile zalimin mücadelesidir

Ne zaman Kerbela'yı düşünsem; iyi ile kötünün, haklı ile haksızın, mazlum ile zalimin mücadelesi en anlamlı hali ile ruhumu kaplar.

Muharrem ayı kuşkusuz İslam coğrafyası için en büyük acının tarihidir. Hz. Hüseyin ve 72 Ehl-i Beyt üyesi tarihte görülmemiş bir zalimlikle katledilmiştir. Hz. Hüseyin'in elinde oklanan Ali Asgar'dan Hz. Hasan'ın çocuklarına ve Ehl-i Beyt'in gençlerine akan kan Hz. Muhammed Efendimizin kanıdır. Hz. Muhammed Efendimiz'in hep boğazından öptüğü mazlum Hz. Hüseyin, başı gövdesinden ayrılarak katledilmiştir. Herhalde insanlığın ilk gününden bugününe bu kadar simgesel, bu kadar acımasız, bu kadar insanlık dışı bir katliam görülmemiştir. Ne zaman Kerbela'yı düşünsem; iyi ile kötünün, haklı ile haksızın, mazlum ile zalimin mücadelesi en anlamlı hali ile ruhumu kaplar. Yezid'in benliğinde kötülük ve zalimlik Hz. Hüseyin'in benliğinde iyilik ve mazlumluk vücut bulmuştur. Bu vücut bulma o kadar içselleştirilmiştir ki Anadolu'da Alevi ya da Sünni vatandaşlarımız için Yezit ismi lanetlenmiş ve ne mutludur ki hiç bir çocuğumuza isim olarak verilmemiştir. Bu bile Anadolu insanının Hz. Muhammed Efendimiz ve ailesine yapılan bu büyük zalimlik karşısında ne kadar doğru bir yerde durduğunun göstergesidir. Gerçek İslam'ı arıyorsak bu noktayı asla görmezlikten gelemeyiz.

Ehl-i Beyt gemisine binmeyen kimse Allah katında kurtuluş beklememelidir. Ehl-i Beyt tanımı Hz. Muhammed Efendimiz tarafından yapılan ve kutsallığını bu tanımdan alan mazlumluğun ismidir. Hz, Muhammed Efendimiz, “Ali'nin kanı kanımdandır, canı canımdandır, teni tenimdendir, ruhu ruhumdandır, Ali ile biz bir nurun ikiye bölünmüş parçalarıyız.” dedikten sonra “Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır.” diyerek Ehl-i Beyt'in masum ve kutsallığının altını çizmiştir.

Her yıl Muharrem ayı yaklaştığında 2 duyguyu yaşarım. Birisi Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt'in yaşadığı bu büyük zalimliğe öfkedir. Diğeri bu büyük zalimlik ve katliamdan kurtulan İmam Zeynel Abidin'in şahsında Hz. Muhammed Efendimiz'in kanının günümüze kadar ulaşmasına şükür. Oruç tutmak, yas çekmek, susuz dudakların çatlaması, yüreğimizin içine dolan zalimlik karşısındaki mazlumluğun evrensel aydınlığı ruhumu yıkar. Aslında aşurenin anlamını da burada aramalıdır. Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt'in acısına duyulan üzüntü ile İmam Zeynel Abidin'in yaşamasına duyulan mutluluk Aşure'de anlam bulur.

Dede Fethi Erdoğan: İlk orucumu saati dolmadan açmak zorunda kaldım

Fethi Erdoğan Dede ilk matem orucunu 14 yaşında tutar. Ancak oruçlu olduğu gün gittiği evde kahve ikram edilir. Israr edilince oruçlu olduğunu söyleyemez ve orucunu bozar. Çocukluğunda Diyarbakır'da akrabalarının yanında kalan Fethi Erdoğan Dede, 14 yaşındayken ilk matem orucu tutar. Çırak olarak tulumbacının yanında çalışmaya başlamıştır. Oruçlu olduğu bir gün tamir için gittikleri evde kahve ikram edilir. İkramı ilk önce geri çevirse de gelen ısrarlar nedeniyle oruçlu olduğunu söyleyemez. Şu an 81 yaşında olan Fethi Dede, o günü anlatırken hâlâ gözleri doluyor: “Ustam ilk önce çekindiğimi sandı. İstemem desem de ikna olmadı. Çocuğum, tabii çekindim. Karacadağ'a baktım, hâlâ tepede güneş var. Saati dolmadan açınca orucumu bir burukluk oldu. ‘Ya Hüseyin sana dayanırım' dedim içtim. O idrak sonra oturdu ama ilk orucumda yaşadığım bu hadise aklımdan çıkmaz.” diyor.

ALEVİ'Sİ SÜNNİ'SİYLE KOMŞULARIMIZIN CENAZESİNE, DÜĞÜNÜNE GİDERDİK

Erdoğan Dede, anne-babasının Harput'taki Fethi Ahmet Baba yatırını ziyaretinden bahsediyor. Kendisinden önce iki kız kardeşinin dünyaya gelmesiyle erkek çocuğu isteyen çiftin bu yatırı ziyaretinin ardından erkek çocukları dünyaya gelir ve ismini Fethi koyarlar. Erdoğan Dede, ‘Öyle bir itikatla davranılırdı' diye kaydediyor. Anne-babasının uzun yıllar komşularını toplayıp bu yatırda kurban kestiğini anlatan Erdoğan Dede, “Alevî;'siyle Sünni'siyle bu yatırlara giderek kurbanlar keserdik. Kapı komşusuyduk. Birbirimizin cenazesine, düğününe, sünnetine giderdik. Özlemini duyduğumuz o günleri 1970'ten sonra mezhepçi, milliyetçi akımlar düşmanlaştırdı. Toplum arasına nifakı siyasiler soktu.”

“ANADOLU ALEVİLERİNİN MUHARREM'DE ORUÇ TUTMASI MEZİYETTİR”

Kerbela'da yaşanan olayı her sene hatırlayıp 12 gün oruç tuttuklarını kaydeden Fethi Dede, hiç saf su içmediklerini ancak çay ve ayran gibi sıvılar aldıklarını kaydediyor. “Biz Kerbela'dakilerin seviyesinde değiliz.” diyen Erdoğan Dede şöyle anlatıyor: “Kerbela'da Allah'ın bir hikmeti var. 30 bin kişilik ordunun karşısında bir avuç hanım ve çocuklardan oluşan topluluk. İnsan, korkusundan ölür değil mi? Silahlar çekilmiş, oklar atılıyor, tehdit ve hakaret var. Öleceğin belli, öyle bir durumda nasıl yaşanır?” Tarihte en acı hadiselerden birisinin de Hz. Hüseyin'in kardeşi Celal Abbas'ın su taşırken şehit edilmesi olduğunu kaydeden Erdoğan Dede, “Kerbela'da etrafları çevrilen Hz. Hüseyin ve 72 yareni aç susuz bırakılıyor. Fırat'ın kenarında su bulamıyorlar. Bebekler, kadınlar perişan. Celal Abbas, su getirmek için Hz. Hüseyin'den müsaade istiyor. Tüm engellemelere rağmen neye mal olursa olsun, atını sürüp gidiyor. Fırat'ın kenarına gelince akan suyu avucuna dolduruyor, tam içecek, bebeklerin ağlaması geliyor kulağına, suyu elinden bırakıyor. Tulumları ata yüklüyor ve dönüş yoluna geçiyor. Ama pusu kurmuşlar, atlıyorlar üzerine, kolunu kesiyorlar, tulumları dişiyle tutuyor. Bir ok atıp tulumları da patlatıyorlar ve orada şehit düşüyor.”

Bu acı hadiselerin üzüntüsünü derinden hisseden Alevilerin matem günlerinde su içmeyi kendilerine yasaklamalarını şöyle değerlendiriyor: “Matemi bilen, Kerbela'ya üzülen Müslümanlar var ama Anadolu Alevilerinin bu konuya bakışı, her sene susuz oruç tutuşu ayrı bir meziyet.”

Kahramanmaraşlılar 3 yıldır kardeşlik iftarında buluşuyor

Kahramanmaraş'ta son 3 yıldır kardeşliği pekiştirmeyi hedefleyen sofralar kuruluyor. Alevi ve Sünni vatandaşlar ‘Ramazan da bizim, Muharrem de' diyerek aynı sofrada oruç açıyor. Yaklaşık 3 yıl önce kurulan Musahip İş Adamları Derneği'nin de önayak olmasıyla başlayan etkinliğin amacı, geçmişte derin acılara sahne olan şehirde birlikteliği güçlendirmek.

İftarları organize eden Musahip İş Adamları Derneği Başkanı Halil Karadaş, etkinlikler sonrasında çok olumlu dönüşler aldıklarını belirterek şöyle konuşuyor: “Maraş'ta Alevi ve Sünni işadamlarımız var. Bunlarla beraber kaynaşmak, bir arada olmak ve ülkemizin sorunlarını mümkün mertebe birbirimize anlatabilmek ve birbirimizi daha iyi tanımak maksadıyla bu derneğimizi kurduk. Biz diyoruz ki: ‘Ramazan da bizim, Muharrem de bizim. Hepimiz kardeşiz, birbirimizi seviyoruz. Aramızdaki fesatlar çıkarılırsa bizim kendi aramızda problemimiz yok.' Bu amaçla da Alevi ve Sünni vatandaşlarımızın katıldığı ortak iftar programları düzenliyoruz. Kuruluşumuzdan beri hem Muharrem'i hem Ramazan'ımızı kutluyoruz. Muharrem bizim için Peygamber Efendimiz'i ve torunlarını, Ehl-i Beyt'i anma ayı. Bu ülkede yaşayan herkes onları seviyor. Birlik ve beraberliğimizi daha üst seviyelere ulaştırmak, kardeşliğimizi pekiştirmek için Ramazan'da da, Muharrem'de de birlikte oluyoruz. Halk da aramızda bir ayrılık gayrılık olmadığını, siyasi çıkarların bizi bölmeye çalıştıklarını, oysa bizim birbirimizle paylaşamayacağımız hiçbir durum olmadığını biliyor. Biz yıllardır iç içeyiz.

Gerçek Muharrem ruhu ilk önce kalplerde canlanmalı

Hasan Hartabati (Alevi Dedesi): Kerbela'da yaşanan acının ortak olduğunu söyleyen İmam Bakır Ocağı'ndan Alevi Dedesi Hasan Harabati, Hz. Hüseyin'in şehit edilmesine üzülmeyen Müslümanın olmayacağını söylüyor. Bu ayın sulh, barış iklimine gebe olduğunu hatırlatan Harabati, asıl sorunun kutuplaştırılmak istenen Alevi ve Sünnilerin birbirlerini tanımamasından kaynaklandığını anlatıyor. Harabati, “Alevi ve Sünniler aynı Allah'a ve aynı kitaba inanıyorlar. Hepimiz din kardeşiyiz, fark yok. Yıllardır ayrıştırılmak istenildi ama toplumsal kardeşliğin ihtiyaç duyulduğu şu günlerde gerçek Muharremlere ihtiyaç var. Gerçek Muharrem ruhu ilk önce kalplerde canlanmalı.” diyor. Kerbela olayından dersler çıkartılması gerektiğini anlatan Harabati günümüzle benzerlikler yaşandığını kaydediyor. Mazlumların her çağda zulme uğradığından bahseden Harabati, saltanatını korumak için Hz. Hüseyin'i şehit eden Yezid zihniyetinin hâlâ yaşadığını aktarıyor: “Yezid ölse de Yezidilik düşüncesi hâlâ canlı, aramızda. Günümüzde ‘Kufe ruhu' da canlanmış durumda. Arkadan satma, güçlünün yanında olma maalesef yaşanıyor. Kerbela olayından alınacak dersler var.”

Hz. Hüseyin, tarih boyu istibdada direnişin sembolü oldu

Mehmet Nuri Yılmaz (Eski Diyanet İşleri Başkanı): Hz. Hüseyin bir semboldür ve mücadele etmiştir. Neyle mücadele etmiştir? İstibdad ile krallıkla mücadele etmiştir. Malumunuz Hz. Peygamberimizin vefatından sonra halifeler seçimle iş başına geldiler. Buna itiraz edenler tarihte olmuştur. Bugün de farklı görüşler vardır. Ama şu bir hakikattır ki krallık, istibdad idaresi kötü bir idare tarzıdır. Muaviye'nin yaptığı en kötü bidat, hayatta iken oğlunu veliaht ilan etmesi ve halktan biat almasıdır. Hz. Hüseyin, Abdullah İbn-i Abbas, Abdullah İbn-i Ömer gibi bir kaç kişinin dışında herkes Yezid'e biat ettiler. Korkuyorlardı. Konuşma özgürlüğü yoktu, fikir özgürlüğü yoktu. İstemeye istemeye biatta bulundular. Bu kötü bir adetti. Emevilerden sonra bu adet Abbasiler'e geçti, daha sonra Osmanlılara geçti. Devleti ya bir kişi yönetir veya bir hanedan yönetir oldu. Bakınız tarihimizde çocuğunu katleden padişahlar olmuştur. Kardeşlerini öldürenler olmuştur. Bir babanın öz evladını katletmesi kolay bir hadise değildir. Belki o ömür boyu vicdan azabı çekmiştir. Milletin bekası için mülkün selameti için olsa da ama bunun dinde hiç bir yeri yoktur. İslam bunu asla tasvip etmez. Eğer Cumhuri bir idare tarzı olsaydı herhalde bu cinayetler işlenmezdi. İşte bu istibdat idaresine krallık idaresine karşı Hz. Hüseyin radiyallahu anh mücadele etmiştir.

Bu ay, kendimizi sigaya çekme ayıdır

Reha Çamuroğlu (Tarihçi-Yazar): “Muharrem ayı herkesin. Her sene bir daha kendimizi sorgulamamıza vesile olan bir ay. Nasıl ki Kur'an'da ‘Biz emaneti göklere dağlara verdik, onlar korktular. Onu insan aldı.' derse Muharrem ayı da bu insan tabiatına, insan hırsına ilişkin büyük bir ipucu veriyor. Düşünün ki daha ilk kuşak denilebilecek Müslümanların, kendine Müslüman diyenlerin, birbirlerini öldürmeyi bırakın, Kâinatın İftihar Kaynağı diye kabul ettikleri Peygamber'in torununu ve çocuklarını yok ettikleri bir ay. Bunu en acımasızca yaptıkları bir ay. Dolayısıyla bize Müslüman olmanın lafla değil yapılanla, pratikle çok ilgili olduğunu ortaya koyuyor Muharrem. Her sene bunu tekrar düşünmemiz gerektiğini ortaya koyuyor. Biz şu soruyu sormalıyız: Neden ilk 4 siyasi liderinden 3'ünün eceliyle ölemediği bir dine mensubuz. Bu bize bir soru getiriyor: Müslümanlar nerede hata yapıyor? Bu, dinin hatası olamaz, Müslümanlar nerede hata yapıyor? Muharrem bize en çarpıcı şekilde Cennet gençlerinin müjdesi olan Hasan ve Hüseyin'in -Hasan ki daha önce zehirlenerek öldürülmüştür- susuz bırakılarak, çocukları gözlerinin önünde öldürülen Hüseyin'in örneğini bize acı bir ders olarak sunuyor. Yani bu ay aslında ibret ayı, kendimizi bir daha sigaya çekme ayıdır.”

Bu muharrem 102 insanımız katledildi

Baki Düzgün (Alevi-Bektaşi Federasyonu Başkanı): “Muharrem ayı, Kerbela'da Yezid ordusu tarafından katledilen İmam Hüseyin'i anma ayı. Muharrem ayının başka bir özelliği de 10 peygamberin kurtuluş günü olarak tutulan oruç günü olması. Muharrem ayının başında başkentte 102 can katledildi, bu ay içerisinde böyle bir olay yaşanması çok daha üzüntü verici. Bu ay içinde ülkenin bu tür şeylerin anılması anlamlı bizim için. Bütün kurumlarımızda insanları akşamları zamanı geldiğinde ciddi bir kalabalık oluşturuyor. Bu kalabalık gösteriyor ki bizim toplumumuz kendi inançlarına sahip çıkıyor. Muharrem ayı bizde çok anlamlı yaşanır.

İnsanlığı buluşturan bir ay

Ayşe Gürocak (Eski Cem Vakfı Ankara Başkanı): “Muharrem ayı, sadece Alevileri ortak paydada buluşturan değil insanlığı ortak paydada buluşturan bir olaydır. Çünkü acılardan yastan insanlığa doğru yöneliş var orada. Yas-ı matem dediğimiz ay. Çünkü oradaki vahşet, Hz. Muhammed'in Ehl-i Beyt'ine yapılan bir vahşet. Oradaki Hz. Hüseyin'in duruşu insanlığı birleştirir. Bazen acılar da insanları birleştirir. İnsanlığa başka bir kapı, bir yol açar. Alevilerin inançlarının en temelinde kendilerini Kur'an'ın özü olarak tanımlamaları vardır. Kur'an'ın özü olarak tanımlamış bir topluluğuz biz. Ama tabii ki bazen inancımızı yaşama biçimimizde farklılıklar olabilir. Onun için bugün Aleviler büyük kentlere göçtükçe köylerden uzaklaştıkça inancını öğrenme, çocuklarına öğretme noktasında çok zaman kaybetti. Ama şimdi bir araya gelerek cemevlerini oluşturdu. Dedelerini tekrar göreve çağırdı. Burada her Alevi vatandaşın vergi veren bir yurttaş olarak devletinden beklentisi cemevlerini yasal statüye kavuşturmasıdır. Çünkü cemevleri, bizim toplandığımız, inançlarımızı ibadetimizi yaptığımız yerdir. Özellikle çocuklarımızın ve gençlerimizin Hak-Muhammed-Ali yolunda yürüdükleri bir yerdir.”

Muharrem nefreti değil barışı güçlendirmeli

Ali Balkız (Alevi-Bektaşi Federasyonu eski Başkanı): “İslam coğrafyasında meydana gelen en hazin en acı en unutulmaz cinayetlerden biri. Ne yazık ki yüzyıllar sonra bile hâlâ benzerlerini çokça bütün İslam dünyasında ve ülkemizde de yaşıyoruz. Haksızlıklara karşı çıkmak her şeyden önce insan olmanın birinci derecede gereği ve ödevidir. Acılarımızı unutmayacağız. Ama Muharrem ayının kin, nefret değil, barışı geliştirmeye, empati yapmaya ve birbirimizi anlamaya vesile olmasını dilerim.”

Kerbela'da, ‘her şeyinizi kaybetseniz de hakikatten ayrılmayın' mesajı verilmiştir

Ali Ekber Yurt (Tunceli Cemevi Başkanı ve Dedesi): Muharrem ayı tüm İslam âlemi için olduğu gibi bizler için de kutsal bir ay. Yine oruç ayı olarak biliniyor, bununla birlikte Muharrem bir matem ayı. Kerbela'da Hz. Hüseyin'in şehadete ermesi nedeniyle daha çok bir hüzün ayı. Hz Hüseyin Kerbela'da haksızlığa karşı çıkmıştır, hakkı olan kutsal vasiyeti çiğneyenlere karşı bir duruş sergilemiştir. Kerbela, bir nevi hak ile haksızlığın mücadelesidir. Beşerde kaybetmiş görünebilir ama bugün hala, 1400 yıl sonra, onun o haklı davası için gözyaşı dökülüyor ve davası sahipleniliyorsa o gün kaybedilmiş görünen bir dava aslında tarihsel süreç içerisinde büyük bir kazançtır. İslam'ın hakikatinden başına gelen ne kadar kötü bir şey olsa bile, ne kadar büyük zulme de uğrasa, evladını dahi kaybetse Allah'ın hakikatinden ayrılmamanın duruşunu göstermiştir. Gelecek kuşaklara ne olursa olsun, neyinizi kaybederseniz kaybedin, Allah'ın hakikatinden ve doğruluğundan kopmayın, her şeyinizi yitirseniz bile inancınızı ve değerinizi zalimin karşısında ayaklar altına aldırmayın mesajını vermiştir.

Dargınlıkların bittiği ay

Durak Karabulut (Anadolu-Trakya Alevi-Bektaşi Birliği Başkanı): “Muharrem, doğrudan İmam Hüseyin'in aşkına, şehit edilişine matem orucu tutulan bir aydır. Bu ayda küsler barışır, dargınlıklar ortadan kaldırılır, alacak verecek davası olanlar, biriyle sorunu olanlar bunu bitirmek zorundadır bu inanca göre. Bir de biz Muharrem ayında Alevi-Sünni diye bir ayrım olduğunu düşünmüyoruz. Muharrem ayında, bütün Müslümanlar için, matem orucu tutulması, Hz. Muhammed'in en yakını olan Ehl-i Beyt'i, İmam Hüseyin aşkına yas orucu tutulması gerektiğini düşünürüz. Ama bunu genelde Aleviler daha çok icra eder.”

Kardeşlik için kucaklaşmak gerekiyor

Cemil Tokpınar (İlahiyatçı-Yazar): “Muharrem ayı, başta oruç olmak üzere ibadet ve dua açısından faziletli bir ay olmakla birlikte, Sünnî;-Alevî; kardeşliği bakımından da çok önemli bir fırsat ayı. Ülkemizde asırlardır birlikte yaşayan bu iki topluluğun ortak inancı olan Kur'an ve Peygamber Efendimiz (sas) kardeşliği emretmektedir. Birbirimizi yok saymak ya da birleştiğimiz temel noktaları görmeyip ayrışmak her iki topluluğu da bir şey kazandırmaz. Kardeşlik, diyalog, hoşgörü ve sevgi için öncelikle tanışmak ve kucaklaşmak gerekir. Bugün kardeşliğin teorik alt yapısını inşa etmekle birlikte asıl mühim olan vesileler oluşturmaktır. Karşılıklı ziyaretler, ikramlar, ortak programlar, projeler ve faaliyetler yakınlaşmayı, tanışmayı sağlayacaktır. Kur'an ve Peygamber Efendimiz (sas) ortak paydalarımızdan olduğuna göre, başta Ramazan ayı, Kutlu Doğum Haftası olmak üzere mübarek ve önemli gün ve gecelerde cemevlerinde yapılacak yemekli veya ikramlı Kur'an ziyafeti, konferans, konser ve sohbet programlarına her iki taraf da katılırsa çok güzel neticeler alınabilir. Eğer bu tür teşebbüslerle diyalog ve kardeşlik zeminini tesis etmezsek, kendi iktidarlarını sürdürmek isteyen ulusal veya küresel güçler, tıpkı Irak ve Suriye'de olduğu gibi küçük farklılıkları istismar ederek gerginlik ve çatışma ortamı meydana getirebilir.”

Bu muharrem'de acılarımız zirveye çıktı

Doğan Bermek (Alevi Düşünce Ocağı Başkanı): “Dünyada ıstırabın ve çilenin bu kadar çok olduğu bir ortamda her yer Kerbela her gün Muharrem'e dönüştü. Bu sene Muharrem ayı başlarken Ankara'da patlama oldu. Ta Bedir Savaşı'nda Peygamber'in amcasının ciğerini çıkarıp yiyenlerin torunları şimdi Suriye'de Irak'ta ciğer çıkarıp yiyorlar. İnsan ciğeri, insan kalbi yiyorlar. Korkunç bir dönem geçiriyor insanlık. Çok üzülüyorum ki bu, dünyada İslam'ın üzerine yapışan bir etiket halinde. Oysa bu yapılanların İslam'la herhangi bir alâkası yok. Muharrem bizim acılarımızın daha da hatırlandığı, daha zirveye çıktığı, kendi kendimizle biraz daha baş başa kalmak istediğimiz zamanlardır. Ama maalesef bugünkü ortamda bu baskıda, insanların çektiği bu çilede, canavarlık ortamında üzülemiyoruz dahi. Durmadan kaygılanıyoruz, bugün hayatını sürdürmekte olanların geleceği hakkında ağır kaygılar yaşıyoruz. Benim için bu Muharrem böyle bir Muharrem oldu doğrusu.”

Tahir Can: Muharrem, Cenab-ı Hakk'ın ayıdır

Muharrem ayı girdiğinde; aklımıza Muharrem orucu, önceki on peygambere verilen ilahi kurtuluş nimetleri, nihayet Kerbela faciası gelir. Önce Muharrem ayıyla ilgili Hz. Muhammed Mustafa'nın şu sözünü hatırlayalım: “Muharrem Cenab-ı Hakk'ın ayıdır.'' Elbette her ay, her zaman dilimi Allah'ındır; ama Allah Resulü'nün Muharrem'le ilgili bu beyanı onun özel konumuna işaret olarak anlaşılmalıdır.

Bilindiği gibi Muharrem ayı hicri takvimin ilk ayıdır. Muharrem senenin bir bakıma “fecr”i yani sabahı gibidir. Bundan dolayı İbn Abbas, “Fecr Suresi'nde Allah'ın yemin ettiği “fecr” yani tan yeri ağarması vaktinden aynı zamanda murat Muharrem'dir.” der.

Muharrem aynı zamanda Kur'an-ı Kerim'de hassasiyet gösterilmesi emredilen haram aylardandır. Allah Resulü (sas), içinde savunma hariç savaş yapılması yasaklanan ayları şöyle sayar: Zilkade, Zilhicce, Recep ve Muharrem. Bu aylarda savaş yapmak, kan dökmek ve kötülükte bulunmak yasaklanmıştır. Dolayısıyla yasağın ihlal edilmesi ve günah işlemenin cezası diğer aylara göre daha çoktur.

MUHARREM AYINDA NASIL İBADET EDİLMELİ?

Bu ayda yapılacak ibadetlerin ve niyazların Cenab-ı Hak katında fazlasıyla yerini bulacağı Peygamberimiz Hz. Muhammed (sas) tarafından, en güzel şekilde açıklanmıştır. Mesela, o bazı hadislerinde şöyle buyurmuştur:

-“Âşure Günü'nde tutulan orucun Cenab-ı Hak katında, o günden önce bir senenin günahlarına kefaret olacağını kuvvetle ümit ediyorum.”

-“Kim, Muharrem ayında bir gün oruç tutarsa, o ayda tuttuğu her gününe karşılık o kimse için otuz sevap vardır.''

Konuyla ilgili başka bir rivayet de şöyledir: Peygamberimiz Medine'ye geldiği zaman Yahudilerin Aşure Günü oruç tuttuklarını gördü ve bunun ne orucu olduğunu sordu. Onlar da: “Bugün Cenab-ı Hakk'ın İsrailoğulları'nı Firavun'un zulmünden kurtardığı bir gündür. Hz. Musa bu günde oruç tuttuğu için biz de tutarız.'' dediler. Hz. Muhammed Mustafa: ‘'Biz Hz. Musa'ya sizden daha yakınız ve hak sahibiyiz.'' dedi ve o gün oruç tuttu. Sahabelerine de tutmalarını tavsiye etti.

Şah-ı Merdan, Damad-ı Nebi Hz. Ali, Hz. Muhammed'in şöyle buyurduğunu nakleder:

“Her kim Âşûre gecesini ibadetle, zikirle, dualarla geçirerek değerlendirirse Hak Teâlâ da onu dilediğince lütuflandırır.”

EDİTÖRDEN

İslam dünyası çok acı olaylar yaşıyor. Ülkemizde ve yakın coğrafyamızda her gün kan akıyor. Aynı din, aynı duygu ve inançla birlikte yaşadığımız bu topraklarda kavgaya değil, kardeşliğe büyük ihtiyaç var. Daha önce olduğu gibi, bugün de ayrılıklara, farklılıklara değil; bizi biz yapan ve birleştiren değerlerimizde buluşmaya her zamankinden daha çok muhtacız. En önemli ortak noktalarımızdan biri de Muharrem ayı. Peygamber Efendimiz'in (sas) sevgili torunu Hazreti Hüseyin'in şehit edildiği bu aydaki hüzün ve matem; meşrep ve mezhep farkı gözetmeksizin Ehl-i Beyt sevgisi taşıyan herkesin ortak değeri. Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa'nın (sas) ciğerparesi Hazreti Hüseyin, İslam tarihi boyunca zulme, baskıya, istibdada ve haksızlığa direnişin sembolü olmuştur. Yaşadığımız bu zor ve sıkıntılı günlerde Hacı Bektaş-ı Veli'nin ‘Bir olalım, iri olalım, diri olalım' sözünden hareketle kardeşliğimizi tazelemek, ortaklıklarımızı hatırlatmak için Muharrem ayı özel ekimizi hazırladık. Sünnilerin de, Alevilerin de hassasiyetlerine aynı derecede önem vermeye gayret ettik. Bu ortak değerler, Pir Sultan Abdal'dan Yunus'a, Alvarlı Efe'den Şah Hatayi'ye, Hak ve Ehl-i Beyt âşıklarının dizelerinde de görülmektedir. Bu çalışmamızın herkesi kendi konumunda kabul ederek, İslam dünyasında ve ülkemizde barış içinde birlikte yaşama idealine mütevazı bir katkı sağlamasını diliyoruz. Yunus'un seslendiği gibi biz de barışa, birlikteliğe, sevgiye çağırıyoruz.

Gelin tanış olalım

İşi kolay kılalım

Sevelim sevilelim

Bu dünya kimseye kalmaz…

Süleyman Sargın: 10 Peygambere 10 ikram

“Şehrullahi'l-Muharrem” olarak meşhur olan, yani “Allah'ın ayı Muharrem” olarak bilinen Muharrem ayı, İlâhî; bereket ve feyzin, Rabbanî; ihsan ve keremin coştuğu ve bollaştığı bir aydır. Allah'ın ayı, günü ve yılı olmaz, ancak bu ay, Allah'ın rahmetine mazhariyet adına önemli bir fırsat olduğu için Allah Resûlü tarafından bu şekilde ifade edilmiştir.

Muharrem ayının onuncu günü olan “Aşûre günü” de, çok önemli ve bereketli bir gündür. Bugünde Cenâb-ı Hak on peygamberine on çeşit ikramda bulunmuş ve kudsiyetini artırmıştır. Aşûre Günü'nü başta oruç olmak üzere ibadet ü taatle zî;netlendirmek gerekir.

Bugüne “Aşûre” denmesinin sebebi, Muharrem ayının onuncu günü olmasındandır. Büyük fıkıh âlimi Ebu'l-leys Semerandî;, Aşûre isminin hikmeti olarak, o günde Cenâb-ı Hakk'ın on peygamberine on değişik ikram ve ihsanını zikreder. Buna göre:

1. Hz. Âdem'in (as) tevbesi Aşûre Günü kabul edilmiştir.

2. Hz. Nuh (as) gemisini Cûdi Dağı'nın üzerine Aşûre Günü demirlemiştir.

3. Hz. İbrahim ateşten o gün kurtulmuştur.

4. Hz. Yakub'un (as), oğlu Hz. Yusuf'un hasretinden dolayı kapanan gözleri o gün görmeye başlamıştır.

5. Hz. Yunus (as) balığın karnından Aşûre Günü kurtulmuştur.

6. Hz. Eyyûb (as) hastalığından o gün şifaya kavuşmuştur.

7. Hz. Yusuf, kardeşleri tarafından atıldığı kuyudan Aşûre Günü çıkarılmıştır.

8. Allah, Hz. Musa'ya (as) Aşûre Gününde bir mucize ihsan etmiş, denizi yararak Firavun ile ordusunu sulara gömmüştür.

9. Hz. Davud'un (as) tevbesi o gün kabul edilmiştir.

10. Hz. İsa (as) o gün dünyaya gelmiş ve o gün semâya yükseltilmiştir.

İşte böylesine mânalı ve kudsî; hâdiselerin yaşandığı bu mübarek gün ve gece, asr-ı saadetten bu yana oruç ve infak gibi ibadetlerle değerlendirilmiştir. Allah dostları, Nebiler Serveri'nin müjdeli hadislerine ittibaen bugünlerde ibadet için daha çok zaman ayırmışlar, başka günlere nisbetle daha fazla hayır hasenatta bulunmuşlardır.

Aşûre Günü'nde ilk akla gelen ibadet, oruç tutmaktır. Muharrem ayı ve Aşûre Günü, Ehl-i Kitap olan Hıristiyan ve Yahudiler tarafından da mukaddes sayılırdı. Nitekim İki Cihan Güneşi (sallallahu aleyhi vesellem) Medine'ye hicret buyurduktan sonra orada yaşayan Yahudilerin oruçlu olduklarını öğrendi.

“Bu ne orucudur?” diye sordu.

Yahudiler, “Bugün Allah'ın Musa'yı düşmanlarından kurtardığı Firavun'u boğdurduğu gündür. Hz. Musa (as) şükür olarak bugün oruç tutmuştur.” dediler.

Bunun üzerine Allah Resûlü, “Biz, Musa'nın sünnetini ihyaya sizden daha çok yakın ve hak sahibiyiz” buyurdu ve o gün oruç tuttu, tutulmasını da emretti.

Yine Tirmizi'de geçen bir hadis-i şerifte Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Aşûre Günü'nde tutulan orucun Allah katında, o günden önceki bir senenin günahlarına keffaret olacağını kuvvetle ümit ediyorum.” Bunun yanı sıra; “Ramazan ayından sonra en faziletli oruç, Allah'ın ayı olan Muharrem ayında tutulan oruçtur” hadis-i şerifi ise, bu günlerde tutulan orucun faziletini ifade etmektedir.

Ancak Efendimiz, sadece o gün oruç tutmak yerine önceki ve sonraki bir günde de oruçlu olmayı tavsiye buyurmuştur. Bu mânâdaki bir hadisi İbni Abbas rivayet etmektedir. Bu sebeple en doğrusu, Aşûre Günü'nü ortalayarak, bir gün önce ve bir gün sonra oruç tutmaktır.

ORUÇ TUTMAK EHL-İ BEYT SEVGİMİZİN GEREĞİ

Muharrem ayının onuncu gününde meydana gelen yürek yakan, müessif bir hadise vardır. Nebiler Sultanı'nın mübarek torunları Hz. Hüseyin Efendimiz ve temizlerden temiz, şerefli aile efradı Kerbela'da Emevi Sultanı zalim Yezid tarafından günlerce aç ve susuz bırakılmış ve ardından şehit edilmiştir. Bu günlerde oruç tutarken onların açlık ve susuzluklarını düşünmek ve şefaatlerine nail olmak ümidiyle onlara dua etmek Hz. Muhammed'e ümmet olmanın, Hz. Ali'ye ve ehl-i beyte bağlılığın gereğidir.

Hz. Nuh'un aşı aşûre

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi vesellem) Aşûre Gününde Müslümanların aile efradına ve komşularına her zamankinden daha çok ikramda bulunmasını tavsiye etmişlerdir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur: “Her kim Aşûre Günü'nde ailesine ve yakınlarına ikramda bulunursa, Cenab-ı Hak da senenin tamamında onun rızkına bereket ve genişlik ihsan eder.”

Ancak Aşûre Günü infaka teşvik eden bu hadislere rağmen o günde hububat karışımı aş (aşûre) pişirmeye dair sahih hadislere rastlanmamaktadır. Bununla birlikte, Müslüman Türklerin dî;nî; geleneğinde önemli bir yer tutan aşûre, aynı zamanda Muharremin onuncu günü başlamak üzere, daha sonraki günlerde de özel merasimle pişirilip dağıtılan tatlının adıdır. Başta komşuluk ilişkileri olmak üzere pek çok alanda sosyal kaynaşmaya vesile olan ve “ aşûre günü infakta bulunun” hadisine uygun bir tarz olan bu uygulamanın teşvik edilmesinde ve yaygınlaşmasında tarifsiz faydalar var.

Hz. Nuh'un, gemisinde kalan erzakların tamamını kazana katıp pişirmesinden ortaya çıktığı rivayet edilen aşûre aşı, Osmanlılar döneminde sarayda da pişirilmiş, “aşûre testisi” adı verilen özel kaplarla da saray dairelerine ve halka birkaç gün süreyle dağıtılmıştır. Efendimiz'in tasadduka ve izzet ü ikrama teşvik eden hadisleriyle birlikte ele alındığında aşûre geleneğinin ehemmiyeti şüphesiz daha iyi anlaşılacaktır.

Kerbala'yı anlamak

Kerbelâ'da “sevgi, saygı, vefâ, hakka, hukuka riayet, insana hürmet, insanın fikrine önem vermek, onu dinlemek-anlamak yok olmuş”tur! Bizler bu faciadan ibret alarak insanlar arası ilişkilerde bu değerleri öne çıkarmalıyız. 10 Muharrem 61 (10 Ekim 680)'de Kerbelâ'da neler oldu? Göz yaşartan, gönül sızlatan bu acıklı hâdiseyi doğru anlayabilmek için, “Kerbelâ olayı hangi sebeplerle doğdu? Hz. Hüseyin Kûfe'ye niçin gitti? Başına bu sıkıntılar neden geldi? Medine'de ya da Mekke'de kalamaz mıydı?” gibi soruları cevaplandırmak gerekir. Çünkü Kerbelâ, bir sonuçtur; Benî; Ümeyye yönetimince Kerbelâ öncesinde “Hz. Osman taraftarlığı ve Ebû Türâb (Hz. Ali) aleyhtarlığı” tarzında yürütülen toplumu kutuplaştırma siyâsetinin acı bir meyvesidir. Önce şunu bilmeliyiz ki Hz. Hüseyin, takva sahibi bir insandı; Kur'an'dan haz alan, Kur'ân-ı Kerî;m âyetlerinin derin anlamları üzerinde düşünen, Allah'ı zikri seven bir mü'mindi. Dedesinden (Peygamber Efendimiz'den) öğrendiği hadisleri, ayrıca O'nun söz ve davranışlarını insanlara aktarmada örnek bir şahsiyetti. Hz. Hüseyin, Ehl-i Beyt'in en gözdelerindendi. Resûl-i Ekrem Efendimiz'in “Dünyadaki reyhanlarımdan, çiçeklerimden, cennet gençlerinin seyyidi-beyefendisi” diye niteleyip müjdelediği seçkin bir şahsiyetti. Sevgili Peygamberimizin gözbebeğiydi; “öpüp kokladığı”, dizine oturtup “Ehl-i Beyt'imizden” dediği, ağabeyi Hz. Hasan, babası Hz. Ali, annesi Hz. Fâtıma ile birlikte Cenâb-ı Hakk'ın kendilerini “günahlardan arındırıp tertemiz kılmak istediği (bk. Ahzâb, 33/33) Ehl-i Kisâ ve Hamse-i Âl-i Abâ” dan bir candı. Acaba Hz. Hüseyin, böylesine seçkin bir çizgide, ulvî; bir gayede devam ve gayret üzere iken, Kûfe'ye doğru niçin yola çıktı? Buna dair tarihçilerce çokça araştırmalar yapılmıştır. Onun Hicaz'ı terk ederek Kûfe istikametinde yola çıkışının sebebi bilinmeden Kerbelâ'yı doğru bir şekilde anlamak mümkün olmaz. Ne var ki, dar hacimli-sınırlı bir yazıda bu alanda olup biteni ortaya koyan araştırmaları yansıtmak kolay olmaz. Bununla beraber yaşanan faciadan anlaşılıyor ki, hadisenin cereyan ettiği dönemde iktidarı elinde tutanlar (Emevî;ler), Hz. Hüseyin'in altını çizdiği temel düşünceyi; davasını, gayesini, yürüyüşünü anlama konusunda ciddi bir çaba göstermemişler, ona karşı güç kullanmaktan başka bir şey düşünmemişlerdir. Ne yazık ki, Emevî; yönetiminin basiretsizlikleri ve duyarsızlıkları neticesinde ortaya bir facia çıkmıştır.

Hz. Hüseyin ne yapmıştır?

Hz. Hüseyin, İslâmî; değerlere uymayan, önceki yöneticilerin uyguladığı İslâm siyaset geleneğine ters düşen, tahribatı tüm toplum kesimlerini ve Müslümanların gelecek yüz yıllarını kapsayacak olan yanlış uygulamalara ve özellikle mevcut halife tarafından oğlu Yezid'in halef bırakılarak halkın biate zorlanmasına hak ve adalet duygusuyla karşı çıkmış ve davası uğrunda şehit düşmüştür.

Mezhebimiz, meşrebimiz, mizacımız ne olursa olsun bütün Müslümanlara düşen, Sevgili Peygamberimizin dünyadaki reyhanlarından/çiçeklerinden bir çiçek ve cennet gençlerinin beyefendisi olan Ehl-i Beyt'in göz bebeği Hz. Hüseyin'in mazlûmiyetinin derinliğini, şehâdetinin anlamını, haksızlığa karşı çıkışındaki şuuru kavramak ve -kendisinin de dediği gibi- davası uğruna canını feda etmesinin “Müslümanlara bir hayır-bir iyilik olarak dönmesini” sağlamaktır.

İslâm tarihi boyunca Her Müslüman, Hz. Hüseyin'e karşı uyguladığı şiddetli yaptırımlar sebebiyle Yezid'e karşı olmuştur; onun yaptıklarını meşru gören ve anlamlı bulan hiç bir tarihçiye rastlanmadığı gibi hiç bir Müslüman da onu Hz. Hüseyin'e karşı yaptığı işlerde mazur görmez. Keza her Müslüman, Hz. Hüseyin'in davasındaki samimi mücadelesini muhabbetle desteklemiş ve Peygamber Efendimizin aziz torununa gönül bağlamıştır.

“Hüseyin Bendendir Ben de Hüseyin'denim”

Tüm İslâm dünyası ve özellikle Müslüman-Türk milleti, Ehl-i Beyt sevdalısı olup özellikle Hz. Hüseyin'i, maruz kaldığı sıkıntılar sebebiyle son derece samimi ve içli duygularla sevmiştir. Bu sevgi, günümüzde de artarak devam etmektedir. Kanaatımca: “Allah Resûlü'nün (s.a.s) aziz torununa beslenen bu samimi muhabbet, dünya coğrafyasındaki tüm Müslümanları birleştiren, ağlatan, düşündüren, ders ve ibretler almaya sevk eden ortak bir değer”dir.

Nitekim tarih boyunca İslâm dünyasında “Tüm Ehl-i Beyt'i ve özellikle Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i ve soyundan gelen seyyidleri-şerî;fleri sevip saymak, Hz. Peygamber'e (s.a.s) muhabbetin bir tezahürü (yansıması) olarak algılanmış, soyun karışmasının önüne geçilmek için soy kütükleri tutulmuş, sadaka almaları caiz olmadığından tarihin eski dönemlerinden itibaren devletten kendilerine tahsisat (maddî; gelir) bağlanmış, maddî; sıkıntı içinde kötü duruma düşmelerinin önüne geçilmiş”tir.

Ceddimiz Osmanlı döneminde Seyyid ve Şerî;f'lerin soy kütüklerinin tutulması, haklarının gözetilmesi, iş hayatında haksızlığa uğramalarının ve kötü duruma düşmelerinin önlenmesi, aile düzenlerinin sağlanması gibi hususlarla ilgilenmek üzere “Nakî;büleşraflık Müessesesi” kurulmuş, bu kurumun başına da Seyyid ve Şerî;f'lerden “Nakî;büleşraf” unvanıyla bir görevli getirilmiştir. Nakî;büleşraflar, Osmanlı yönetiminde protokolde önemli bir yere sahip olup, savaşlarda Sancağ-ı Şerî;f'i taşırlar, ordunun başarısı için dua ederler, namazlara da imamlık yaparlardı.

Sonuç olarak tarihe “Kerbelâ Faciası” diye geçen bu olayda “sevgi, saygı, vefâ, hakka, hukuka riayet, insana hürmet, insanın fikrine önem vermek, onu dinlemek-anlamak yok olmuş”tur! Dolayısıyla bizler bu faciadan ibret çıkartarak İslâm dünyasında insanlar arası ilişkilerde bu değerleri öne çıkarmalıyız. Bu vesile ile ifade etmek gerekir ki, “Her yıl Muharrem Ayı'nda Kerbelâ Faciası'nı, acıların tazelenmesi, yaraların yeniden açılması için değil; Hz. Hüseyin Efendimizin, uğrunda canını feda ettiği hak, adalet, rahmet, merhamet, müsamaha, şefkat duygu ve değerlerinin yeniden ihyâsı ve her meslekteki insan ilişkilerine yeniden yansıması için anmalı”yız!

Anadolu Alevi-Bektaşi Edebiyatın'da Muharrem

Alevî;-Bektâşî; edebiyatında Hz. Ali hicreti sırasında İslâm Peygamberi Hz. Muhammed'in yatağına yatan, gözü kara bir yiğit olarak resmedilmektedir. Hz. Hüseyin bir insanın yapabileceği en büyük fedakârlık olan başını vermeyi, ceddi Muhammed Mustafâ'dan miras kalan İslâm davası uğruna severek kabul etmiştir. Pir Sultan Abdal'ın Hz. Hüseyin'in bu hareketiyle, erenlere fermân olduğunu söylemesinin nedeni erenlerin yolu hakkında bilgi vermektir. Gelenekte ölmeden önce ölmeyi göze alamayan, hakî;kat uğrunda cânını, başını fedâ edemeyen bir tâlib-i Hakk'ın velî; veya mürşid olması mümkün sayılmamıştır. Hz. Hüseyin'e gönül veren dervişler onunla öylesine bütünleşmişlerdir ki Kerbelâ'da gövdesine açılan yaralar, sanki onların vücudunda açılmış gibidir. Çünkü o Hakk için serini kurbân eylemiştir. Deli Boran bu duygusunu şöyle ifade eder:

Bakıp çâr köşeyi seyrân eyleyen,

Yaraların bende İmâm Hüseyin,

Hakk için serini kurbân eyleyen,

Yaraların bende İmâm Hüseyin.

Velâyete tâlib dervişlerden olan ve Hz. Hüseyin'i derûn-ı dilden seven Derviş Mehemmed bu sevgi ve özdeşleşmenin insanı kendinden geçirmesi; deli/dî;vâne haline getirmesi sayesinde hangi manevî; hallerin ortaya çıkacağını işlemektedir. Hz. Hüseyin'in yaralarını bedeninde hissettiği kadar, onun aşkına gözyaşı döken âşık, Hakk'ı kendi özünde bulma gibi bir manevî; derece ile ödüllendirilmektedir. Özünü köz etmek isteyen, sözünü özünden söylemeyi murad eden âşıkların/sâdıkların gözbebeği Hz. Hüseyin'dir:

Seni seven âşık dî;vâne olur,

Arar Hakk'ı kendi özünde bulur,

Yaşını silmeğe kapuna gelür,

Ver benim murâdım İmâm Hüseyin.

Teslim Abdal gözündeki perdeyi aralayan, kalbini nazargâh-ı ilâhî; haline getiren ve Hakk'ın dî;dârını gören gerçeklerin (velî;lerin) Hasan Hüseyin aşkına başlarını nasıl kurban verebileceklerini işlemektedir. Nefsinin sesine kulak vermek, hırs, kin ve öfkenin esiri olmak Hz. Hüseyin'i şehid eden Yezî;d'in özelliklerindendir. Bu sebeple kalbin manevî; ikliminde seyr ü sülûk etmek yerine, nefsin emirlerine itaat etmek gibi bir bayağılığı sergileyen kişi murdâr sayılmıştır. Hüseyin'leşen cânlar onun aşkına fakire, fukarâya vermenin, yemeyip yedirmenin, giymeyip giydirmenin, nefsi aşmanın ve benlik ağacını gönül şehrinden söküp atmanın sembolü olmuşlardır:

Fehmettik dî;dârımızı yüzdürelim derimizi,

Kurban verdik serimizi Hasan Hüseyin aşkına.

Gerçekler kalbini güder nefsini dinleyen murdâr,

Verdiğin za'ya mı gider Hasan Hüseyin aşkına.

Zulmün karşılığı adâlet, merhamet ve cömertliktir. Muharremiyye'de yas ve matem günleri yetim ve fakî;rlerin gönüllerinin kazanılacağı zaman dilimi haline getirilmiştir. Şu tavsiyelerde bulunulmaktadır: “Bir kişi âşûrâ günlerinde bir fakî;rin karnın doyursa cemî;' ümmet-i Muhammed'in yoksulların doyurmuşça sevap bula ve her kim âşûrâ günlerinde bir yetimin başın sığasa şefkat eliyle, Hak Teâlâ Hazreti Kemâl-i Kerem'inden eli altında ne kadar kıl var ise, adedince ol kulun derecâtını arturur. Pes mü'min olan kişiye lâzımdır ki âşûrâ günlerinde ve gayrı günlerde fakî;rleri, yetî;mleri, ve garî;bleri hoş tutalar. Allah içün kâdir olduklarınca hürmet ve şefkat ve riâyet ideler, rencî;de ve remî;de (ürkütmek, korkutmak) etmiyeler. Zira gönül Hakk'ın evidir ve hem nazargâhıdır. Ev sâhibi evden hâlî; değildir.”Muharremiyye'deki şu ifadeler ise ihtiyaç sahiplerine yardım etme konusunda Hz. Ali'nin örnekliğini gözler önüne sermektedir: “Rivâyettir ki ol Esedullâhi'l-Gâlib Hazret-i Emî;rü'l-Mü'minî;n İmâm Ali ibn-i Ebî; Tâlib kerremallâhu vechehû yetî;mleri ve garî;bleri göricek merhamet ve şefkat idüp gâyetle hoş tutardı ve riâyet etmesine işâret iderdi…”

Öğrendiği dinî; bilgiyi, uğruna cân fedâ edilebilecek kadar hazmedemeyen, özü (rûhu) ve sırrıyla buluşturamayan, yani zâhiri bâtınla bütünleştiremeyen kişi rûh-ı revân-ı Muhammedî;'yi kavrayamamış demektir. İnancın konusu olan ğayb görünmeyen, bilinmeyen bir âlemdir. Hz. Hüseyin kimsenin görmediği ğayba sanki görmüşçesine kesin bir inançla inandığı ve inancının gereğini yerine getirdiği için cümle mü'minlerin şâhı olmuştur. Mü'minler Fuzûlî;'nin Hadî;katü's-Süedâ'da anlattığı üzere akrabası Müslim bin Akil'in ölüm haberini alınca; “Müminler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.” âyetini okuyan Hz. Hüseyin örneğinden yola çıkarak, î;mânın bedelinin yüksek bir tasdî;k olduğunu kavrayabilmektedirler. Alevî;-Bektâşî; algılamasında Hz. Hüseyin mü'minlerin î;mânını artıran bir fenomendir. Pir Sultan Abdal yukarıdaki deyişin bir başka dörtlüğünde bugerçeğe şöyle dikkat çekmektedir:

Bâtının sultânı mü'minler şâhı,

Ğayb âleminin şems ile mâhı,

Şah Hüseyin deyü ederler âhı,

Mâtem ile zârı İmâm Hüseyin.

Matem Aşura'da doruğa çıkar

İslam'ın geniş yelpazesi içindeki her renk Muharrem'in hüznünü kendi görüş açısı ve gelenekselliği içinde yaşamaktadır. Anadolu'da da bu ay değişik etkinliklerle değerlendirilmeye, azami istifade ile geçirilmeye çalışılır. Hususiyetle Iğdırlı ve Karslı vatandaşlarımızın mensubu olduğu Caferi Müslümanlar da bu ayı kendilerine has bir iklim ve ruh haliyle ifa ederler.

İmam Hüseyin ve yakınlarının 1335 sene evvel Kerbela'da hunharca katledilerek şehit edilmesinin acısını kalplerinden çıkarmak istemeyen Caferiler, Muharrem'e ayrı bir önem verirler. Bu ayı bir matem havasında yaşar ve her türlü eğlence ve neşeyi ertelerler. Muharrem'de düğün dernek yapılmaz, yeni ev, araba ve benzeri bir şey alınmaz, herhangi bir kutlama ve eğlence olmaz. Özetle Caferi toplumu, bu ayı bir yakınını kaybeden bir insan yasını nasıl tutarsa öyle yaşamaya çalışır. Çünkü şehit olan, her Müslüman'ın canından özge bildiği Hz. Muhammed'in gözünün nuru, ciğerpâresi, İmam Hüseyin'dir. Bu matem havası özellikle Muharrem'in onunda aşura gününde doruk noktasına çıkar. Caferi Müslümanların yaşadığı yerlerde değişik merasimler tertip edilir. Bu merasimlerde yaşanan elim hadisenin acısını sanki Kerbela faciasını yaşıyormuş gibi hissedilebilmesi için mersiyeler okunur. Peygamber evlatlarının acısını anlayabilmek için sine ve zincir vurulur. Ayrıca önde gelen Caferi âlimleri, bugünün manasının daha iyi anlaşılıp hissedilebilmesi için etkili ve duygulu hitaplarda bulunurlar. Bu hadisenin günümüze bakan yönüyle ne ifade ettiği ve ne dersler çıkarılması gerektiği üzerinde dururlar. Âlimlerin bugünlerdeki konuşmaları; genelde Müslümanların arasına benzer fitnelerin girerek tekrar kardeş kanının akmasına engel olmak amacını taşır. Ayrıca bu vesile ile Ehl-i Beyt'in Müslümanlar için ne ifade ettiğinin ve İslam ümmetinin birliğinde ne kadar önemli bir yeri olduğunun anlaşılabilmesi için konferans, seminer ve benzeri etkinlikler tertip edilir.

Alevi ya da Sünni her Müslüman, Muharrem'de İmam Hüseyin'in acısını kalbinde yaşar. Fakat herkes kendi anlayış ve kültürüne göre farklı bir şekilde hüznünü ortaya koyar. Anadolu'nun kültürel zenginliği içinde Muharrem ayının anlaşılıp yaşanması ayrı bir çeşitlilik arz eder. Ancak ortak amaç, benzeri olayların tekrar yaşanmaması için Müslümanların bilinçlenmesini sağlamaktır. Muharrem hüznünü yaşayan tüm Müslümanların ortak duası ise İslam kardeşliğinin ve insanlığın barış ve huzurunun bozulmamasıdır.

EHL-İ BEYT'E MERSİYE

Şehitlerin ser çeşmesi, evliyanın bağrı başı

Fatma ana gözü yaşı, Hasan ile Hüseyin'dir.

Hazreti Ali babaları, Muhammed'dir dedeleri

Arşın iki küpeleri, Hasan ile Hüseyin'dir.

Yunus Emre

Nebiler serveri çünkim Muhammed Mustafa geldi

Velayet Mülküne sultan Ali'yel Murtaza geldi

Emineyn ü saideyn ü şehideyn ü şahı evlad

Hasan Hulk-ı Rıza ile Hüseyn-i Kerbela geldi.

Yemini

Bâtının sultânı mü'minler şâhı

Gayb âleminin şems ile mâhı

Şah Hüseyin deyü ederler âhı

Mâtem ile zârı İmâm Hüseyin.

Pî;r Sultân Abdal

Bugün mah-ı Muharremdir, muhibb-i hanedan ağlar

Bugün eyyam-ı matemdir, bu gün ab-ı revan ağlar.

Hüseyn-i Kerbela'yı elvan eden gündür

Bugün Arş-ı muazzamda olan âli divan ağlar.

Avlarlı Efe

Bugün matem günü geldi

Ah Hüseyin'im vah Hüseyin'im

Senin derdim bağrım deldi

Ah Hüseyin'im vah Hüseyin'im.

Bizimle gelenler gelsin

Serini verenler versin

Hüseyin'le şehit olsun

Ah Hüseyin'im vah Hüseyin'im.

Kerbela'nın önü düzdür

Geceler bana gündüzdür

Şah Kerbela'da yalnızdır

Ah Hasan'ım, vah Hüseyin'im.

Şehit olmuş Şahı Merdan

Şah Hüseyin'im, vah Hüseyin'im

Şah Hatayi

17 Ekim 2015 Cumartesi

Çocuğuna bağımlı aileleri bekleyen tehlike

Anne-babaya bağımlı olan çocuk profiline alışkınız ancak madalyonun diğer yüzünü çevirince karşımıza ‘evlatkolik ebeveyn' çıkıyor. Evladı koruma düşüncesiyle takınılan tavır sınırı aştığında çocuk işgale uğrayabiliyor. Çocuk, kendisi olmak yerine anne-babanın uzantısı haline geliyor.

Çevrenizdeki aileleri bir gözden geçirin. Çocuklar mı annelerine bağımlı, anneler mi çocuklarına? Sorunun cevabı çift yönlü muhakkak. Anne-babaya düşkün çocuklara ‘hayırlı evlat' gözüyle bakıldığı için bu durum kimseyi rahatsız etmiyor. Ancak madalyonun diğer yüzü de var: Evlatkolik anne-babalar… Bir sohbet ortamında bile A deseniz oğlu Ahmet'e, B deseniz kızı Betül'e bağlanıyor mevzu. Varsa yoksa çocuğu… Dilinde olması bir yana hayatına da tümüyle yansıyor bu. ‘Birinci çocuğuna ihanet olur' düşüncesiyle ikinci kez anne olmayı düşünmüyor mesela. Ya da çocuğu o kadar hayatının merkezine koyuyor ki adeta bir evlatperest olup çıkıyor.

Uzman psikolog Yasemin Yalçın Aktosun, evlatkolik ebeveyn sayısının bir hayli fazla olduğunu ifade ediyor. Kılığı kıyafeti, kursu, eğitimi derken çocuğundan başka hiçbir şey düşünmeyen onlarca anne-baba var. Hayatının merkezine evladını koyanlar, bütün varoluş gayesini onlar üzerinden planlıyor. Ebeveyn bunu çocuğun iyiliği için yaptığını düşünse de bir süre sonra çocuğu işgal ediyor. Çocuğa nüfuz eden evlatkolik, onun fikri, bakışı, duruşu, konuşması gibi akla gelebilecek her şeye kendi zaviyesinden şekil veriyor. Çocuk bir süre sonra ebeveynin uzantısı haline geliyor.

Aktosun'a göre çocuk, ‘Sürekli yanımda olan biri var ve beni hiç yalnız bırakmıyor. Demek ki benim yalnız kalmamam gerekiyor.' diye düşünüyor ve güvende olmak için bu kaynağı hep yanında istiyor. Dolayısıyla annenin bağımlılığı bir süre sonra çocukta da bağımlılığa yol açıyor. Ebeveyn, çocuğa bağlandıkça çocuktan da bağlanma yönünde pozitif ve tatmin edici tepki alıyor. Bağlılık, sinsice bağımlılığa dönüşüyor.

Aktosun, bağımlı ebeveynin çocukluk öykülerine bakmak gerektiğini söylüyor. Örneğin anne ya da baba, çocuğuna bağlanmadığında çocuk kendini değersiz ve yalnız hissedebilir. Bir bağımlılığa ihtiyaç duyar. Bu duygusunu ileride çocuklarıyla giderebilir. Yahut bağlanma duygusunu eşiyle gideremiyorsa eksikliğini çocuğuyla telafi yolunu seçebilir. Çocuk, anneye babaya muhtaç olduğu için böyle bir tercihte çabuk sonuç alınır. Ebeveyn çocuğun duygusunda kendi varlığını hissetmeye başlar, kendi küçüklük öyküsünü ya da evlilik problemlerini tamir etmeye çalışır. Çocuk içinse bu çok ağır bir yük olur.

BAĞLILIK VE BAĞIMLILIK FARKI

Anneye bağlanmanın 0-2 yaş döneminde çok sağlıklı olduğunu ifade eden Yasemin Yalçın Aktosun, üç yaşla beraber bunun aynı yoğunlukta olmaması gerektiğini kaydediyor. Zira çocuk artık kendisini keşfetmeye başlıyor. Yemek yeme, uyku, tuvalet eğitimi gibi birtakım ihtiyaçlarını giderme konusunda bağımsızlaşma sürecine giriyor. Ebeveyn yoğun müdahaleyi sürdürüyorsa çocuk bireyselleşemiyor. Acıkmasına bile annesi karar veriyor ki bu hal bağlanmayı bağımlılığa dönüştürme yolundaki adımlardan biri. Aktosun, 10 yaşına gelmiş çocuğun ebeveyniyle yatıp kalktığına şahit olduğunu anlatıyor. 5-6 yaşına gelmiş çocuğun tuvalet temizliğini hâlâ annelerin yaptığına dikkat çekiyor. Üstelik anneler bundan haz alıyor ve “Bensiz hiçbir şey yapamaz.” diye gururla anlatıyor. Sağlıklı olan ise ebeveynin ihtiyaçlar dahilinde çocuğun bireyselleşmesine destek olması ve bunun için fırsatlar oluşturması.

SÜREKLİ KORUNAN ÇOCUK KENDİNİ KORUYAMAZ

Yasemin Yalçın Aktosun'un ifadesiyle ilişkide iki kişi olur ancak evlatkolik anne-babalarda yapışıklık söz konusu. Çocuk ebeveynin uzantısı gibi... Anne ve babasının fikirlerini, tercihlerini yaşatan, onları mutlu etmek için yaşayan bir varlık haline geliyor ki burada ilişkiden bahsetmek mümkün değil. Aktosun'a göre evladına aşırı düşkün ebeveynler onları koruduklarında, odasına, arkadaşına, midesine, hemen her şeye müdahale ettiklerinde kendilerini iyi hisseder, görevini yerine getirdiğine inanır. Sürekli korunan çocuk ise yarın öbür gün kendisini koruyamaz. “Evlatkolik ebeveynin çocuğu bireysel duruşuna yeterince güvenemez ve ürkek olur.” diyen Yasemin Yalçın Aktosun, ebeveyn olarak çocuğu yetiştirmekle yükümlü olduğumuzu belirtiyor.

MADDE BAĞIMLILIĞI GİBİDİR!

“Evlatkoliklik bir madde bağımlılığı gibi midir?” derseniz Aktosun, cevap veriyor: “Evet, madde bağımlılığı gibidir. Burada canlı bir varlığa bağımlı olmak söz konusu.”

Hal böyle olunca ebeveynin hüsrana uğraması kaçınılmaz. Çocuğu onun isteği dışında bir tercihte bulunduğunda anne-baba hayal kırıklığına uğruyor. Çocuk, “Ama ben başka şekilde düşünüyorum ya da başka bir şey istiyorum.” dediğinde anne bunu kabullenemeyip sarsılıyor. Evladı hep kendi hayal ettiği şekilde durmalı ki ebeveyn de ayakta durabilsin. Merkez şekil değiştirince eksen kayıyor ister istemez. Bunun ceremesini de çocuk çekiyor. Aktosun, “Ebeveyn bunun bedelini ödetir. Çocuğuna küser, trip atar, kızar, ilişkiyi kesmekle tehdit eder ve yıpratıcı süreç başlar.” diye konuşuyor.

EVLİLİĞİNİ DOĞRUDAN ETKİLER

“Bu atmosferde yetişen çocuklar kimlik bulmakta güçlük çeker.” diyen uzman psikolog Aktosun, bu halin çocuğun evliliğini bile etkileyeceği görüşünde. Çocuk bağımlılıkla beraber kimliğini kaybettiği için evlilik sürecinde de birine adeta yapışmak istiyor. İki ayrı birey olmak yerine yapışık bir şekilde başlayan ilişkinin vardığı evlilik, yuvanın sağlıksız temellerine işaret ediyor.

ÇOCUKLAR BİZİM UZVUMUZ DEĞİL

Uzman psikolog Yasemin Yalçın Aktosun, çocukların üzerinde istediğimiz hakka, karara sahip olmadığımızın altını çizerek, “Onlar bizim uzvumuz değil.” diyor. Evladımızın emanet olduğunu vurgulayan Aktosun, onlara nasıl yaklaşacağımızla ilgili yol haritasının Kur'ân'da ve sünnette yer aldığını dile getiriyor. Gerek dinimizin gerekse modern psikolojinin bu hale çözümler sunduğunu anlatarak, “Çocuklarımızı kendimizin bir parçası görmekten vazgeçelim. Onların birey olduklarını düşünelim, kimliklerini istila etmeyi bir kenara bırakalım. Bu bir zulüm. Bunu yıllar sonra fark eden çocuklar kimlik arayışına giriyor ve ızdırap çekiyor. Ebeveynden kopmalar, hayata tutunamamalar, çeşitli arayışa girmeler gibi ağır bedelleri oluyor. Amacımız biz olmadan da ayakları üzerinde sapasağlam duracak evlatlar yetiştirmek olmalı.” diye konuşuyor.

EBEVEYNİN ÖLÜMÜ TRAVMA OLUŞTURUR

Aktosun'a göre ebeveyne bağımlı olan çocuklar, onları kaybettiğinde ciddi travma yaşar ve bu kaybı kolay kolay atlatamaz. Nitekim 2011 nisan ayında bir toplu intihar haberine uyanmıştı Türkiye. Kahramanmaraş'ta yaşayan dört kardeş, annelerinin vefatından sonra dörde bölüp paylaştıkları çamaşır ipleriyle kendilerini asarak intihar etmişti. Akabinde ‘Anne düşkünlüğü intihara sürükledi', ‘Ölümüne anne sevgisi' şeklindeki haberler gündeme gelmişti.

10 Ekim 2015 Cumartesi

Facebook evliliğinizi yok etmesin!

Sosyal medya hesapları hayatımızda her geçen gün daha fazla yer kaplıyor. Evlendiğimizi, ayrıldığımızı, yeni biriyle tanıştığımızı ilk buralardan duyuruyoruz. Peki sosyal medyadaki tutumumuz ilişkilerimizi nasıl etkiliyor?

Karı-koca o gün yine sıradan tartışmalarından birini yaşamıştı. Sesler yükselmiş, kapılar çarpılmıştı. Kadın artık dayanamıyordu. Arka odaya geçti, biraz kafa dağıtmak için sosyal medya hesaplarını kontrol etmeye başladı. Adam ise salonda cep telefonundan takip ediyordu hesaplarını. Kadın artık dayanamıyordu adamın kayıtsızlığına. Kendi profil sayfasına girdi, ‘evli' olan durumunu ‘ilişkisi yok'a çevirdi. Tüm arkadaşları, akrabaları yorumlar yağdırmaya başladı. Herkes şaşkındı, en çok da onu Facebook'tan takip eden kocası. Ne yani, ayrılmışlar mıydı şimdi?

Sosyal medya hesaplarımız hayatımızda her geçen gün daha fazla yer kaplıyor. Sosyal ilişkilerimizden tutun da özel hayatlarımıza her saniyemizi onlarla geçiriyor, ciddi bir mesai harcıyoruz. Facebok, Twitter, Instagram ve daha niceleri… Evlendiğimizi, ayrıldığımızı, yeni biriyle tanıştığımızı ilk buralardan duyuruyoruz. Peki sosyal medyadaki tutumumuz ilişkilerimizi nasıl etkiliyor? Nurhan Demirel, ‘İlişkisi Yok' kitabıyla bu konuya ışık tutuyor. Demirel'in kitabı, Facebook üzerine yazılmış ilk kitap olma özelliği de taşıyor.

Yüz yüze bile ikna edemezken…

“Facebook, her birimizin dış dünyaya karşı yansıması adeta.” diyor Nurhan Demirel. Hayatımızda neler olup bittiğini anında paylaşıyoruz takipçilerimizle. Böylelikle gerçek yaşamdan sanal hayata kayıyoruz farkında olmadan. Bu da yavaş yavaş asosyalliğe itiyor bizi. Yüz yüze iletişimi unutur olduk zira. Sanal ortamda jest ve mimikler olmayınca, bir de yüz yüze olmamanın verdiği rahatlıkla daha kırıcı olabiliyoruz. Bu da özellikle siyaset vs. konularda birbirine düşüp, birbirini listesinden ve hayatından silen eş, dost, akrabaları kolaylıkla açıklıyor aslında. Yüz yüzeyken bile ikna olmayan bir insanı sanal ortamda ikna edebilir misiniz? İşte iki inatçı keçinin bir köprüde karşılaşması hikâyesine dönüyor olay. Sonrası kırgınlık, sonrası küslük… Bazen de bir taraf ne kadar sağduyulu olursa olsun, karşı tarafın provokatif ve direkt kişiyi hedef alan paylaşım ve yorumlarından çıkabiliyor kavga. Demirel, siyaset günlük hayatını şekillendirmediği için kendisi böyle bir sorunla pek karşılaşmasa da çevresinde bunun birçok örneğini gördüğünü söylüyor.

‘İlişkisi yok' lafı cinayete sebep olabilir

Facebook'un aile hayatına yönelik verdiği zararlar da cabası. Zira artık sanal aldatma diye bir kavram girmiş bulunuyor lügatimize. Eşler birbiriyle konuşamadıklarını Facebook'ta hiç tanımadıkları karşı cinsle paylaşarak yakınlık kuruyor. Başlarda niyet aldatma değil elbet, öylesine bir sohbet. Ancak iş öyle bir çığırından çıkıyor ki, eşine hal hatır sormaya üşenirken bilgisayar başında yabancı kadın veya erkeklerle sohbet ederek sabahlayan karı-kocalara rastlayabiliyoruz. Facebook'ta tanımadığınız insanlarla yaptığınız sohbetler, dolandırıcılıktan şantaja kadar pek çok adlî; olayın mağduru haline gelmenize de sebep olabiliyor. Nurhan Demirel, ilişki durumu konusunun da eşler arasında büyük problemlere yol açabildiğini söylüyor. Kimi erkekler profilinde evli olduklarını saklayabiliyor, yahut çıkan en ufak kavgada ‘ilişkisi yok' durumuna getirilebiliyor. Bu durumun özellikle kadına şiddetin her gün daha cani örneklerini gördüğümüz ülkemizde tehlikeli boyutlara ulaşabileceği konusunda uyarıyor Demirel: “Kavgadan sonra iki taraftan birinin, Facebook'ta ilişki durumunun ‘ilişkisi yok' olarak güncellenmesi, tüm eş dost akrabaya telefon edip ‘Biz ayrıldık.' demekle eşdeğer aslında. O an kızgınlıkla, biraz da sosyal mecrada olmanın verdiği rahatlıkla bu kolayca yapılabiliyor. Ancak şiddet eğilimli bir koca için bu bir cinayet sebebi bile olabilir.”

Facebook'tan kısmet çıkar mı?

Facebook günümüzde görücü usulü evliliklere bile aracılık eder oldu. Kızlar kendisine görücü gelecek talibinin sayfasını didik didik inceliyor, erkekler müstakbel gelin adayı hakkında bilgi topluyor. Hatta ilk görüşmeden önce internetten yazışma da çok popüler. Ancak Facebook'ta kısmet aramak bambaşka bir boyut. Zira karşınıza ne çıkacağı tamamen meçhul. Sürekli “Selam, n'aber?” yazarak işi taciz boyutuna vardırıp cevap alamayınca küfrü basanlar da var. Nurhan Demirel, Facebook'un tanışma sitesi olarak kullanılmasının sosyal mecranın kalitesini düşürdüğü görüşünde. “Facebook bir sevgili ya da eş bulma sitesi değil. Bunlar için özel siteler var. Bu insanlar neden bu mecraları kullanmak yerine bazen tacize varan boyutlarda tanımadıkları insanlara mesaj atıyor, anlamak mümkün değil.” diyor.

Sosyal medya tesettürün ruhunu öldürüyor

Sosyal medyanın mahremiyet anlayışımızı zedelediği muhakkak. Yazar Nuriye Çeleğen, sosyal medya anlayışımızı perdesiz pencerelere, kapısız evlere benzetiyor. Çoluk çocuk, yiyecek giyecek hemen her şeyin burada paylaşılmasını eleştiren yazar, bu kadar gösterişçi olunmaması gerektiğini ifade ediyor. Nitekim İslamî; ahlakta başkalarını imrendirmemek esas. Özellikle tesettür üzerine yazdığı kitaplarla tanınan Çeleğen, sosyal medyanın tesettürün ruhunu öldürdüğünü düşünüyor. Kadınların güzel görünmek için süslü püslü poz verdiklerini belirten Çeleğen, bu durumu “Resmini koymuş demiyorum, özellikle poz vermiş diyorum, bu kadın ‘bana bakın' demek istiyor. Burada benlik duygusu devreye giriyor.” şeklinde değerlendiriyor.

Biraz mahremiyetin kimseye zararı olmaz

Nişan, düğün, evlilik yıldönümü, doğum günü… Sadece bizler için özel olması gereken bu günleri yüzlerce insanla paylaşmakta bir mahzur görmüyoruz çoktandır. Bunlar sıradan hale geldi ama işi bir tık öteye taşıyanlar da yok değil. ‘Paylaşmazsa ölecek' hastalığına yakalanmış gibi ‘Kocişkom bana şunu aldı', ‘Oğluşumun ilk dişi', ‘Prensesimin bezden kurtulma partisi', ‘Hofff, yine trafikte kaldım' konulu albümlerle özel hayatından milyonlarca kare yayınlayan, gittiği restoranda ara sıcaklardan yemek sonrası kahvesine kadar yaptığı paylaşımlarla bizi içinde bulunduğumuz sonsuz(!) meraktan kurtaranlardan söz ediyoruz. Adı üstünde sosyal paylaşım sitesi. Ama milyonların deliler gibi takip ettiği bir pop-star ya da ünü ülke sınırlarını aşmış bir oyuncu değilseniz her adımınızı paylaşmak zorunda değilsiniz. Birazcık mahremiyetin kimseye bir zararı olmaz.

3 Ekim 2015 Cumartesi

Hamileler için manevî reçete

Bebeğin ultrasondaki ilk görüntüsü, ilk kalp atışları ve zamanla belirginleşen yüz hatları… Her ay ayrı bir merak ve heyecan. Vatana, millete, aileye hayırlı evlat olması için dualar eşlik eder kavuşmayı bekleyenlere. İşte bu dokuz aylık sürede hangi sureler okunmalı, hangi ayetlere sarılmalı?

Bebek, rahme düştüğü anda başlar annelik. Ultrasondaki o minicik görüntüyle içinizde bir dünya taşıdığınızı hisseder, size emanet edilen o eşref-i mahlûkatı nasıl yetiştireceğiniz telaşına düşersiniz. Fizyolojik değişimler, ruhî; yorgunluklar, muhtelif sağlık problemleri derken zor bir sürecin içinde bulursunuz kendinizi. Dile kolay 40 hafta… Üstelik bebeğinizi kucağınıza almadan önce başlıyor onunla diyaloğunuz. Dünya çapındaki araştırmalar çocuğun dış dünyayı anne karnında algılamaya başladığını, kişilik gelişiminin yüzde 30'unun anne karnında tamamlandığını gösteriyor. Allah Resûlü de “Şaki daha anasının karnında talihsizdir, said anasının karnında talihlidir.” buyurarak ilk eğitimin anne karnında başladığına işaret ediyor.

İlahiyatçı yazar Ali Demirel, hamilelik öncesindeki manevî; yaşantının önemine dikkat çekiyor: “Bir çiftçi bile tarlasına tohum ekmeden önce arazide bulunan taşları, ayrık otlarını temizler.” diyor ve aileleri gönül dünyalarını temizlemeye davet ediyor.

Babalara da iş düşüyor

Anneler hayırlı ve salih evlat için çetele yaparken babalar da boş durmuyor elbette. Ali Demirel'e göre ‘sadece anneler maneviyata dikkat etmeli' algısı yaygın ama yanlış bir kanaat. Babaya da bir hayli sorumluluk düşüyor. Hatta annenin huzurlu ve maneviyatının yüksek olması babanın gayretine bağlı. Evdeki manevî; havayı baba sağlamalı; Kur'an okumalı, hanımıyla beraber namaz kılmalı, tesbihat yapmalı, Cevşen okumalı.

Demirel, konuya ilişkin bir araştırma üzerinden örnek veriyor: “Doktorlar yedi aylık bebeği ultrasonda gözlemliyor. Çocuk tekme atmaya başladığı anda doktorlar rol gereği anne-babaya kavga etmelerini söylüyor. Bebek kavga esnasında tekmeyi bırakıyor ve korkuyla büzülüyor. Bir başka gözlemde bebeğin yanında Kur'an okuyor, dua ediyorlar. Bebeğin yüzü gülüyor ve dingin bir hal alıyor. Görüldüğü gibi annenin değil, anne karnındaki çocuğun üzerinde babanın etkisi de büyük.”

Burada akla Üstad'ın ailesi geliyor. Hocası Seyyid Nur Mehmet Efendi, Said Nursi'nin dinî; hassasiyetini onun ailesine bağlıyor. Zira annesi Üstad'a hamileyken abdestsiz yere basmaz ve onu abdestsiz emzirmez. Babası Sofi Mirza da tarla sürmeye giderken öküzlerinin ağzını bağlar ki hayvanlar başkasının tarlasından otlanmasın. Bunlara şahit olan Seyyid Nur Mehmet Efendi, “Elbette böyle anne-babadan böyle evlat dünyaya gelir.” yorumunu yapıyor. Onların yaşam tarzı sadece bir örnek. Adlarını bildiğimiz pek çok İslam alimi de böylesi anne-babalardan doğuyor.

GÜZEL AHLÂKLI OLMASI İÇİN...

Esma Muratoğlu'nun kaleme aldığı ‘Her Anneye Lazım' isimli kitapta derlenen alimlerin önerdiği manevî; reçete şöyle:

* 70 bin ‘Sübhanallahi ve Bihamdihi okunursa, çocuk salih olur, ilk dört ay içinde okunması daha evladır.

* Araf Sûresi'nin 189. âyet-i kerî;mesi her farz namazdan sonra okunursa, doğacak çocuğun fizikî; yapısı düzgün olur.

* Hamile kadın Arabî; ayların ilk günlerinde A'lâ Sûresi'ni (87. sûre) yazıp üzerinde taşırsa, çocuğu zeki ve gürbüz (sağlam) olur.

* Hamilelik boyunca her gün bir cüz Kur'ân okunur, böylece hamilelik süresince dokuz hatim tamamlanmış olur.

* Doğacak çocuğun Peygamber ahlâklı olması için; hamilelik döneminde her gün bir defa Enbiya Sûresi okunur, buna imkân bulamayan en az 70 tane okumaya gayret eder, bu sayıya ilk dört ay içinde ulaşmak daha evlâdır.

* Doğacak çocuğun ‘Lokman sözlü, Yusuf yüzlü' olması için; hamileliğin her günü bir tane Yusuf Sûresi okunur. Buna imkân bulamayan tek sayı olarak okuyabildiği kadar okur, bunun da ilk dört ay içinde okunması evlâdır.

* Çocuğun hayırlı olması niyetiyle dokuz ay boyunca her gün bir tane Yasin Sûresi okunur. Eğer Yasin sûrelerinin sayısını 500'e tamamlayabilirse, doğacak olan çocuk biiznillah alim olur.

* Ahlâkının güzel olması için, 70 tane İnsan Sûresi okunur.

* İbrahim Sûresi çok okunursa, çocuk yumuşak huylu olur.

* Her gün bir defa Meryem Sûresi okunur.

* Çocuğu şeytanın zararlarından korumak için; Al-i İmrân Sûresi okunur.

* Fatıma (radıyallahu anha) validemiz gibi doğumunun kolay olması için, her gün Fatiha sûresi okunup hediye edilir.

* 70 bin tane kelime-i tevhid okunur.

HAMİLELİK ÖNCESİNE DE DİKKAT

Ali Demirel, mana büyüklerinin tecrübe ve tavsiye ettiği duaların öneminden bahsediyor. Ancak bu ‘her okuyan etkisini görür' anlamını taşımıyor. Tesiri halk eden Allah... Kula düşen ihlas ve samimiyetle Allah'a yönelmek ve duaların neticesini Allah'tan beklemek.

* Efendimiz şöyle buyuruyor: “Biriniz eşiyle beraber olacağı zaman, ‘Bismillâh, Allahümme cennibne'ş-şeytâne ve cennibi'ş-şeytâne mâ razaktenâ' (Bismillah, Allah'ım! Şeytanı bizden ve bize vereceğin çocuktan uzaklaştır) derse ve bu beraberlikten çocukları olursa, şeytan ona zarar veremez.”

* Sık sık “Rabbi heblî; minessalihin - Rabbim, bana salihlerden (olan bir çocuk) armağan et.” (Sâffât, 37/100) ayet-i kerimesi okunmalı.

* Günaha girmeme konusunda azami dikkat edilmeli. Yeme, içme, gözleri haramdan koruma, ağızdan çirkin söz çıkmama gibi hususlara önem verilmeli ve bol bol istiğfar edilmeli.

* Müsait zamanlarda gün içinde “Fallâhu hüve'l-veliyyü ve hüve yuhyî;.” (Muhak­kak ki Allah dosttur ve yaratandır. Şûrâ, 42/9) âyetini 289 defa okumalı.

* Veya “Hüvallahü'l-hâliku'l-bâriü-O yaratandır ve yok­tan var edendir.” (Haşr, 59/24) âyetini 1054 kere tekrar etmeli.

* Sadaka verilmeli.

h.kose@zaman.com.tr