26 Eylül 2015 Cumartesi

Günah âleminde ölüp sevap âleminde dirildiğimiz bayramlar nasip et

Derdini Seven Adam olarak tanıdığımız Hekimoğlu İsmail, her bir dakikamızı İslâm'a uygun yaşamamız gerektiğini ifade ediyor. “Hem biz sevineceğiz hem başkalarını sevindireceğiz. Bayram, o zaman bayram olur.” diyen Hekimoğlu İsmail'e göre bayramların da ibadetler gibi külli planda yaşanması önemli.

Hekimoğlu İsmail... Nam-ı diğer Derdini Seven Adam... Timaş Yayınları'ndaki odasında ziyaret ediyoruz kendisini. Mütevazı odasının dört bir tarafı kitaplarla dolu, başucundaki ışık, okuduğu kitaba yarenlik ediyor, ayakucundaki tahtada haftalık planı yazılı. Bizimle göz göze gelene kadar okuduğu kitabı bırakmıyor elinden. Sorularımıza kısa ve öz cevaplar verip “Buyrunuz, başka sorunuz var mı?” diyor, belli ki ne kelamı ne de zamanı israf etmek istemiyor. Zira ona göre ömrün her bir dakikası İslâm'a uygun yaşanmalı. Hekimoğlu İsmail (Ömer Okçu), sözde kısa, özde engin cümlelerin kapısını araladı bize ve gönlündeki bayramı anlattı.

Derdini Seven Adam olarak biliniyorsunuz. Derdini Seven Adam'ın derdi, bunca gündem arasında değişime uğradı mı?

Önce dert nedir, derdi veren kimdir onu anlamak lazım. Derdi vereni biliyorsak sefadır. Dikkat ederseniz yazılarımda, makalelerimde, konferanslarımda hep imani konuları anlatıyorum. Önceden de bunları anlattım şimdi de bunları anlatıyorum. Dolayısıyla benim tek derdim bu. Çünkü bütün zamanların, bütün hastalıkların şifası, ilacı İslâmiyet'tir. Biz de hep İslâmiyet'i anlatıyorsak, hep şifa yolunu anlatıyoruz demektir. Çok şükür derdimiz hep aynı. Bütün zamanların şifası madem ki İslâmiyet, İslâm'ı yaşarsak derman, İslâm'dan uzaklaşırsak dert içinde dert demek. Dertlerden topyekün kurtuluşun bir tek yolu var, o da dinimizin emirlerini tatbik etmek.

Bayramlarınız nasıl geçiyor?

Yirmi sene askerlik yaptım, belki kırk tane bayramım gurbette geçti. Şimdi hastayım, evde oturuyorum, Allah razı olsun ziyarete gelen çok oluyor.

Misafir olmadığı zaman yine çalışıyorum, biliyorsunuz gazete makaleleri var. Bu Kurban Bayramı'nda yarım kalan bir kitabı inşallah tamamlayacağım.

Bayramların da ibadetler gibi külli planda yaşanması önemli. Yani hem biz sevineceğiz hem başkalarını sevindireceğiz. Bayram, o zaman bayram olur.

Çocukluğunuzun bayramları nasıldı?

Bayram deyince aklıma ziyaretler ve ziyafetler gelir. Kete, dolma, et yemeği ve baklava yapılırdı mutlaka. Ayran eşliğinde yemekler ikram edilirdi. Çocuklar için fındık, leblebi, üzüm karışımı dağıtılırdı ama çocuklar muhakkak şeker isterdi. Buğday tarladan, meyve ağaçtan, süt inekten gelirdi fakat kibrit almaya para yok. Kurban bayramı gelince hayvanlar satıldığı için piyasa canlanırdı. Biz de manda beslerdik, babam kasaptı.

Geçmiş bayramları özlüyor musunuz?

Özlemim yok. O bayramlar geri gelse de ben o adam değilim. Gezip tozamam, daldan meyveyi koparıp yiyemem. Önemli olan yaşadığımız anın İslâm'a uygun olup olmaması…

Bayramda infak etmenin öneminden bahsetseniz…

Herkes yemeğini paylaşsa kimse aç kalmaz. Bizde et yemeği pişse annem bir sahan da komşuya yollardı. İnfak etmek sadece bayramda değil, her zaman önemli.

Yardım derneklerinin infak etmedeki rolü nedir sizce?

Dünyanın dört bucağına yardım götürenler çok büyük hizmet ediyor. Biz de Kimse Yok Mu Derneği aracılığıyla kurban kesiyoruz, fevkalade hizmet ediyorlar. Bu dernek, asr-ı saadet modeli.

Gönlünüzdeki bayramı dinlesek sizden?

Yazacağım roman söz konusuysa çok hayalperestim diyebilirim. Gönlümdeki, hayalimdeki bayramı soruyorsanız; bugün İslâm coğrafyasında esir Müslümanlar var; savaşanlar, işkence görenler, açlar, hapishanede yatanlar var. Bunları yaşayan insan, yaşatan yine insan. Bayramlar külli planda yaşanılırsa bayram olur. Gönlümdeki bayramı tarif edecek olursam; ağlayanın olmadığı, fakirlerin bulunmadığı, İslâm ümmetinin hep birlikte sevinip bayram ettiği, Allah için işleyen, Allah için çalışan, Allah için görüşen insanların hep birlikte sevindiği ve İslâmiyet ile bütünleştiği bayram. Gönlümdeki, işte böyle bir bayram.

Bu bayram günlerinde sizden Müslüman âlemi için bir dua talep etsek neler söylemek istersiniz?

Okumak için bana göz veren Allah'ım, düşünmek için akıl veren Allah'ım, çalışmak için el, ayak veren Allah'ım, İslâmiyet'i öğrenmemizi, anlamamızı, yaşamamızı bize nasip et. Günah âleminde ölüp sevap âleminde dirildiğimiz bayramlar nasip et bizlere. Sana şükürler olsun.

‘MÜSLÜMAN, MÜSLÜMAN'A MUHALEFET ETMEZ'

“Müslüman'ın Müslüman'a muhalefeti caiz değildir.” diyorsunuz fakat bugün birbirine muhalefet etmeyen Müslüman yok. Bu durumu nasıl okumalıyız? Bu hususta tavsiyeleriniz neler olur?

Muhalefet duygusu her insanın içinde vardır. İnsan, bu duygusunu kanalize etmezse, günahlarına, din düşmanlarına muhalefet edecek yerde kalkıp Müslümanlara muhalefet ederse, muhalefet etmeyi üstünlük sayarsa, ne cemaat ne de ümmet gerçekleşir. Bugün Müslümanlarda muhalefet duygusu çok yaygın. Particilerden başlayıp cemaatlere ve fertlere kadar dalga dalga yayılıyor. Muhalefetin olduğu yerde de ne ümmet ne de İslâm devleti olur. Zaten İslâm devleti dediğimiz şey, Müslümanların İslâmiyet'i yaşamasıyla kendi kendine teşekkül eder. Bunun için tenkitten çok takdim ve iltifat gerekir. Madem ki biz Müslüman'ız, İslâm milletindeniz; ittihad-ı İslâm kafalarda yer edecek. İşte o zaman Müslüman Müslüman'a muhalefet etmez, İslâm milleti filizlenir. Unutmayalım, Müminler kardeştir; din kardeşi kan kardeşinden üstündür. Çünkü kan kardeşliği aileyi kurtarır, din kardeşliği dini kurtarır.

‘İNTERNETİN CAZİBESİNE KAPILIP İBADETİ AKSATMAYIN'

“Televizyonlu odadan televizyonsuz odaya geçiş bir hicrettir.” demiştiniz 1970'li yıllarda. Bugün bilgisayar ve cep telefonuyla da çok oyalanıyoruz. Bu cihazlar için de aynı yaklaşımı benimseyebilir miyiz?

Müslümanlar parayı ve elektronik cihazları teslim alıp İslâm'ın emrine sokacak. Bugün İslâm düşmanları bile İslâm prensipleriyle üstün oluyor. Dünün oku yerine bugünün füzesine sahip çıkacağız. Sahip çıkmak farzdır çünkü. Avrupalılar da Japonlar da insan, biz de insanız. Ben teknik adamım; biz, Amerika'da en ileri teknolojide çalışırdık, füzeler yapardık, füzelerin gölgesinde de namaz kılardık. Yani en ileri teknolojiyle İslâm bizde bütünleşmişti. Fakat teknoloji aynı zamanda ıslah edilmesi gereken bir canavardır. Bugün ekseriyetin evinde televizyon var, programlarda seçme yapmak lazım. Mesela tarihî; filmler, kültür filmleri seyredilir. Fakat artistlerin mahremiyetini odamıza taşıyan filmler seyredilmez.

Efendim, elektronik cihazlar ihtiyaca binaen alınır. Mesela ben kocaman kütüphanemde çalışırken bir yandan da zamanımı ibadetlerime göre programlıyorum. Çünkü zaman ve ibadet benim için önemli, bilgisayarın cazibesine kapılıp namazı niyazı unutmak istemem.

‘ÇİLESİNİ ÇEKMEDİĞİMİZ ŞEY BİZİM DEĞİLDİR'

1992 yılında yazdığınız bir yazıdan dolayı hapiste yattınız. ‘Medrese-i Yûsufî;ye' günlerinizden bahseder misiniz?

Sıkıntılı günler geçirdik. Hakkımda pek çok dava açıldı. Her türlü suçluyla birlikte mahkeme edildim. Şile Hapishanesi'nde yatarken katiller, hırsızlar, cahiller, düzgün insanlar hepsi vardı, onlarla bir sırada dizilip sayıldım. Katil bir numara, ben iki numara… Olsun, diyordum. Kaderimde hapis yatmak varsa, çok şükür ki, din için, Allah için hapis yatıyordum. Allah razı olsun sevenlerimiz hiç yalnız bırakmadı, mahkûmlar da çok saygılıydı bize karşı. ‘İnşallah Hekimoğlu abinin hapisliği uzar.' derlerdi. Orada sadece lisan-ı hal ile tebliğ vardı. Allah'ın rızasını, Efendimiz (sas)'in yaşadığı sıkıntıları, Üstad'ım Bediüzzaman'ın hayatını düşünüyordum. Bunlar bana cesaret veriyordu. Büyük davalar hapishanede ve sehpada yükselir. Çilesini çekmediğimiz şey bizim değildir. Ama en iyi hapishane, içinde olmadığımız hapishanedir.

Bugün hapiste yatan gazetecilere, polislere söyleyecekleriniz var mı?

Efendim, meydana çıkan, atılan taştan nasibini alır. Ya meydana çıkmayalım, yahut hayatı olduğu gibi kabul edelim.

‘Allah' demenin yasak olduğu devirlerden geliyorum. İmanımızın yakılmaya çalışıldığı günlerde hapislik vardı, sürgün vardı, ölüm tehdidi vardı; bunların hiçbiri iman hakikatlerine çalışmamıza mani olamadı. Size bir hatıramı anlatayım; hapisten çıkınca Sungur Ağabey'i ziyaret ettim, bekliyorum ki, “Geçmiş olsun, maşallah din için, Allah için hapis yattın, çıktın, tebrik ederim.” desin. Fakat Sungur Ağabey yüzüme manalı manalı baktı, “Seni idam etmemişler.” dedi. “Böyle birkaç ay yatıp çıkmakta ne var!” Bizler de idama razıydık. Bediüzzaman, vazifeli olduğunu biliyordu. Bakın, Üstad'ın bu konudaki kesin sözü odamın kapısının üzerinde asılı: “Benim yegâne vazifem, tahkikî; imanı temin etmektir. Onun için ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum!” Onu her gün birkaç defa okurum. Bizim mesaimiz böyle, vazife neyi gerektiriyorsa o. Zübeyir Ağabey'in müdafaasında en çok dikkatimi çeken cümlelerden biri şudur: “Birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz cenupta, birimiz şimalde, birimiz ahirette, birimiz dünyada olsak; biz yine birbirimizle beraberiz!..”

19 Eylül 2015 Cumartesi

Hurafeler değişmiyor çağa ayak uyduruyor

Yatırlara, ağaçlara çaput bağlayarak medet umanların görüntüsüne alışığız. Fakat şeytandan medet umanları görünce hayli şaşırdık. Din psikoloğu İsa Özel'e insanların bu gibi hurafelere neden ihtiyaç duyduklarını sorduk. Fıkıh Profesörü İsmail Köksal'dan hurafelerden medet ummanın ve çaput bağlamanın şirk olduğunu öğrendik.

Geçtiğimiz günlerde bir gezi için Ayvalık'taydık. Şeytan Sofrası'nda güneşin batışını izlemekti niyetimiz. Üzerinde şeytanın ayak izi bulunduğuna inanılan, halkın madeni para atarak, çaput bağlayarak dilek dilediği eski bir lav birikintisiyle karşılaştık. Türbelere, ağaçlara çaput bağlanarak medet ummaya alışık olduğumuz batıl inanışın, şeytanın ayak izinde aranmaya çalışılması hayli şaşırttı bizi. Bazen iyi niyetle başvurduğumuz kimi düşünce ve inanışlar, beklenilenin aksine ruh dünyamıza gölge düşürebiliyor. Din konusunda bilinçlenmeye çalışan insanların bile bazı bid'atları gerçek addedebilmesi, anormalleri normal seviyesinde algılaması ne yazık ki mümkün. Zira hurafeler o kadar hayatımızın içinde, o kadar bizden ki onları ötelemek insanın inanç kökenini inkâr etmesiyle eş değer tutulabiliyor.

Fatih Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi Yrd. Doç. Dr. İsa Özel, insanların dini bilmemesinden veya yanlış bilmesinden dolayı bu tür inanışlara sahip olduğunu söylüyor. Bu gibi davranışların düşünmeden, sorgulamadan yapılan hareketler olduğuna ve ataları körü körüne taklit etmekten kaynaklandığına işaret ediyor. Oysa yaşamak için yemek gerektiği gibi doğru bir inanç da ona bağlı doğru ameller gerektiriyor. Şayet kişiler bu gerçekleri bulamazsa şeytana bile tapabiliyor. Bazı ağaçlara ya da başka yerlere bez bağlayarak veya başka şekilde akla gelmedik dinî; ritüeller üretebiliyor.

Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Profesörü İsmail Köksal ise hurafenin cahiliye dönemi denilen eski çağlardan beri var olduğunu kitapların kaydettiğini vurguluyor. Şeytandan medet uman, bezle, parayla veya başka şekillerde ona yaklaşmaya çalışanların bir şekilde yakasını şeytana kaptırdığını ifade ediyor. Prof. Köksal, şeytanın kendine taptırma niyetinin olduğunun Kur'an-ı Kerim'de açıkça belirtildiğini, Yasin Sûresi'ndeki, “Ey kullarım, şeytana tapmayın, ona ibadet etmeyin, o size açık bir düşmandır.” ayetiyle örneklendiriyor.

Modern kültür yeni formlarda bâtıl inançlar üretiyor

Bâtıl inanç ve davranışlar en ilkel kabileden en modern topluma kadar tarih boyunca her coğrafyada görülen psiko-sosyal bir olgu. Mantıkî; tabanı olmayan, gerçek hayatla ilişkisi bulunmayan pek çok inanç ve uygulamalara hemen bütün toplumlarda rastlamak mümkün. Bilgisizlik, yalnızlık, çaresizlik, zorda kalmışlık, korku, üzüntü, hastalık, umut ve benzeri sebepler isteyerek ya da farkında olmayarak insanları hurafenin tuzağına itiyor. Sadece eski toplumlarda değil, günümüz modern toplumlarında da günlük yaşamın pek çok kesitinde etkisini sürdürüyor.

Din psikoloğu İsa Özel; Amerika, İtalya, İngiltere gibi modern olarak bilinen ülkelerde de bu gibi batıl inanç ve davranışların var olduğunu örneklerle anlatıyor: “Amerika'da insanlar ‘kara kedi görme', ‘merdiven altından geçme', ‘ayna kırma' gibi şeylerin uğursuzluk getireceğine inanıyor. Aynı şekilde İtalya'da, her yıl 60 bin dolayında kara kedinin uğursuzluk getirdiği inancıyla öldürüldüğü, bunun da daha çok Cadılar Bayramı'nda (Halloween) olduğu iddia ediliyor. İngiltere'de ise kara kedinin uğur getireceğine inanılıyor. İngiltere'de yapılan bir araştırmada, uğurlu sayılara, büyüye, tahtaya vurmanın şans getirdiğine inananların olduğu belirtiliyor. Başta Amerika olmak üzere bugün tüm Hıristiyan dünyasında uğursuzlukla özdeşleştirilen en yaygın bâtıl inanış 13 rakamına ilişkin. Bu inanç Hz. İsa ile havarileri arasında yaşanan tarihsel bir vakaya dayanıyor. Hz. İsa, Roma askerleri tarafından takibata uğradığı sıralarda 12 havarisiyle birliktedir. Toplam 13 kişidirler. Havarilerden biri (Yehuda İşkoryat) Romalılarla anlaşarak Hz. İsa'yı ele verir. Böylece 13. kişi ihanet eden kişi olmuştur.”

Çocuklukta öğrenilen batıl inanç, ömür boyu sürüyor

Bazı bâtıl inançlar koşullanma yoluyla öğreniliyor; telkin, taklit ve tavsiye yoluyla nesilden nesile geçiyor. Çoğu bâtıl inanç ise çocukluk çağında öğreniliyor ve pek fazla eleştirilmeden hayat boyu sürdürülüyor. Bunların sürekliliğini sağlayan en büyük etken, bireye sağladığına inanılan fayda. Kişi, bâtıl inanç ve davranışların kendisine faydalı olduğunu düşündüğü sürece, akla aykırı olduğunu bilse bile, bunları yapmaya devam ediyor. Dolayısıyla, insanlarda geleceği bilme arzusu, güvende olma isteği, çaresizlik ve korku olduğu müddetçe bâtıl inançlar var olmaya devam ediyor.

Dini bilmeme de bâtıl inançlara yol açabiliyor

Din psikoloğu İsa Özel, bâtıl inançlar için inançlı olanlar ve olmayanlar şeklinde kesin bir ayırım yapmanın mümkün olmadığını söylüyor. Her insanda az ya da çok bâtıl inancın olduğunu belirtiyor. İnsanların zaman zaman kendi başına yapmayacağı birtakım bâtıl davranışları topluluğa uyma adına gerçekleştirebilir. Burçların insanlar üzerindeki etkisine inanmamasına rağmen, bu konunun konuşulduğu bir ortamda gruba uymak için burcunu söyleyerek sohbete katılan kişiyi buna örnek veriyor. Özel, bu durumu şu şekilde anlatıyor: “Kapı eşiğinde durmanın uğursuzluk getireceği şeklindeki halk inancı, aslında tarikat kültüründe eşiğin kutsal sayılmasından kaynaklanan tam tersi bir öğretiye dayanır. Tarikat ehli eşiği kutsal saymış. Çünkü eşik zâhirle bâtının buluştuğu, dışarıdan içeriye geçilen noktadır. Bâtını temsil eden mürşide ulaşmayı sağlayan mekândır. Dergâha, mürşidin bulunduğu odaya veya türbeye eşik öpülerek girilmesinin nedeni budur. Eşik aynı zamanda dervişliğin, yokluğun ve alçakgönüllülüğün sembolüdür. Bu tasavvufî; yaklaşım halka yayılmış ve halk, kutsallığı nedeniyle eşiğe oturulmaması gerektiği şeklinde bir inancı benimsemiştir. Ancak zamanla bu inancın nereden geldiği unutulmuş ve eşiğe oturmanın uğursuzluk ve bela getireceği şeklinde bir inanca dönüşmüştür. İnsanlar bilinmedik alanla ilgili bir şeyler türetip kendilerince bir belirlemede bulunuyor. Çünkü insanoğlu gerçeğin belirsiz olduğu hallerde bir yere tutunmak ister. Bu amaçla da kendince bir gerçeklik yaratır. Eğer bu konuda kendisini ilişkilendirebileceği bir grup varsa, gerçekliği başkalarıyla beraber oluşturur. Bu durum, belirsizlikten kurtulma ve kesin bir şeye inanma arzusunun sonucudur. Din işte bu noktada devreye girer; insanlara, onların inanacağı kesin bilgiler sunar.”

Hurafelerden medet ummak, çaput bağlamak şirktir

İslam'a göre gerçek kurtuluş, Allah'a iman etmeye, onun gereklerini yapmaya, İslam dinini bilerek yaşamaya bağlı. Bunun yerine başka kurtuluş yolları arandığında, bidat ve hurafelere düşülebiliyor. Fıkıh profesörü İsmail Köksal, hurafe olarak çaput bağlamanın ve benzeri amellerde bulunmanın şirk olduğunu şu şekilde açıklıyor: “Her şeyi Allah yaratır ve O dilemezse hiçbir şey olmaz. Dolayısıyla Allah'tan beklenilecek şeyleri şeytandan, yatırdan ve salih kimselerden veya onların kabirlerinden beklemek açıkça şirk olur. Bu sebeple böyle amel yapanlar tövbe etmeli, sonra imanlarını tekrar tazelemelidirler. Fakat tekrar bu girdaba düşmemek için doğru bilgi sahibi de olmalıdırlar. Mümin kişiler hurafelere iman etmediği halde onun etkisinde kalıyorlarsa bunun sebebi bilgi ve iman zayıflığıdır. Buna düşmemek için şu beş kitabı tavsiye ediyorum: 1. Açıklamalı Kur'an Meali-Suat Yıldırım. 2. Peygamberimizin Hayatı-Reşit Haylamaz. 3. Riyazüssalihin-İmam Nevevi (Muhtasar Türkçe çevrilmiş bir ciltlik baskısı da yeter). 4. İslâm İlmihali-Ömer Nasuhi Bilmen. 5. Hikmet-i Bâliğa (Özet İslâm hukuku)

12 Eylül 2015 Cumartesi

Gün doğmadan neler doğar Şehzadebaşı'nda

‘Büyük Türk' Kanunî;'nin oğlu Mehmet adına yaptırdığı, Mimar Sinan'ın ‘çıraklık eseri' Şehzadebaşı Camii… Dinlendirici havasının yanı sıra hüzün ve kederin yüreğe yaslandığı yer burası aynı zamanda.

Tam da Sezai Karakoç'un “Yerleşecek yer aramak/ Caminin avlusunda/ Soğuk bir taşa oturmak/ Gün doğmadan Şehzadebaşı'nda…” dediği duyguların refakatinde çıkın yolculuğa. İstanbul'un keşmekeşinde, hayat gemisinin demirleneceği bir liman Şehzadebaşı Camii. Mazot kokuları, otobüs homurtuları, insan seli... Bırakın hepsi geride kalsın. Siz, önüne Saraçhane Parkı'nı koruma yapmış ve Koca Sinan'ın ‘çıraklık eserim' dediği Allah evine misafir olun. Güzergâhta, Konstantin'i İslambol yapan ‘kutlu askerler'in mezarları ilk durak. Sonrasında hikâyelerini dinleyeceğiniz cami-i mezkûr, Sezai amcanın güzel pideleri, Vefa'nın bozası ya da şırası ve Şeyh Vefa'ya selam var.

18 Sekban açtı İstanbul'un kapısını…

Yeniçeri Ocağı'nın 65. ortasına mensup Sekbanlar, ilk olarak Murad-ı Evvel zamanında görünür. Sonrasında ise İstanbul'un Fethi'ne kadar saray maiyetinde vazifelerini icra ederler. Kemalpaşa Caddesi üzerinde bulunan 18 Sekbanlar, şehit düşen ilk askerler olarak gösteriliyor. Bu arada Osmanlı'nın sonraki yıllarında ‘işgal ordusu' görünümünde olan Yeniçeri Ocağı'nın 1826'da kaldırılması sonrası, Sekbanlar da tarihe karışır. Süheyl Ünver'in dediğine göre eski İstanbullular, şehri kendilerine emanet bırakan bu yiğitlerin kabrini hürmetle ziyaret ederlermiş. Siz de öyle yapın sevgili kari!

‘Muhteşem Süleyman'ın gözyaşları

Kanunî;'nin Manisa valisiyken 22 yaşında vefat eden biricik oğlu Şehzade Mehmet adına yaptırdığı camidesin. 1544 yılında temeli atılan cami, 1548 senesinde ibadete açılır. Koca Sinan'ın tasarladığı ilk selâtin külliye burası. Mimarbaşı, caminin güney tarafındaki dış duvarın bittiği noktaya yeşil silindir, küçük bir direk koymuş. Rivayete göre burası İstanbul'un merkezi. Diğer bir söylence de minarelerdeki halka kabartmaların cihan padişahının gözyaşları olduğu. Cami, en az Sultanahmet kadar popüler yabancı turistlerin nazarında. Avlusundaki genç, bahtsız tabutlardır belki de bu alâkanın nedeni. Şehzade Mehmet'in yanında uyuyan Şehzade Cihangir mesela… Ağabeyi Şehzade Mustafa'nın idamına ruhu dayanamaz ve kısa süre sonra vefat eder. Çünkü fiziksel özründen dolayı öz kardeşleri onu dışlarken; baba bir ağabeyi Mustafa ona hep kol kanat germiştir. Hüzün ve kederin yüreğe yaslandığı yer burası. Bir adım sonrası değil tabii ki; çünkü orada Rüstem Paşa medfun. Şimdi Evliya'nın tezyinatından büyük bir hayranlıkla bahsettiği camide cuma sesleri var.

Sezai amcada pide yemek güzeldir

Öğle yemeği için hedef, Karadeniz Pide Salonu. Unkapanı istikametinde, Kâtip Çelebi Caddesi'nin üzerinde yer alıyor bu eski dükkân. Sahibi Sezai amca için müşteri değil, onun kişisel tarihinin yoldaşısınız. Onun işini de seviyor, yemek yemeye gelenleri de… Bütün pideleri lezzetli ama kapalı kıymalısı tavsiye olunur. Hesabı öderken Sezai amca soruyor, ‘Pideler nasıldı?' diye. Bir kez daha cevap verelim, ‘Çok güzel çok…' Tarihî; Vefa Bozacısı'na ise uğramamak olmaz. Boza, kış içeceği olarak hafızalarda yer etse de müdavimleri için mevsimin herhangi bir önemi yok. Harareti olanlar için şıra yahut dondurma da var, sıkıntı etmeyin. Fakat bir bozanın kırk yıl Vefa'sı vardır, unutmayın.

Şeyh Vefa'nın nasihati

Şeyh Muslihiddin Mustafa'nın adını verdiği bir semt Vefa. Fatih Sultan Mehmed, çok sevdiği, ayağına kadar gittiği Şeyh Vefa için bu camiyi yaptırır. Türbesi, halvete çekildiği çilehanesi tefekkür için yalnızlık odaları hüviyetinde. Aslen Konyalı olan Hazret, talim ve terbiyesini Bursa'da tamam eder. Zeyniler tarikatının piri Abdüllatif Kudsî;'nin talebesi olur, sonrasında ise halkı irşat etmesi için İstanbul'a yollanır. Bir şiirinde nasihat veriyor bizlere: “Bir zat-ı kâmil ara/ Gezme tozma avara/ Tamam sıra bu sıra/ Derviş olayım dersen…”

5 Eylül 2015 Cumartesi

İstanbul'un sonunda Cuma gezmesi

Sarıyer, Boğaz'ın ucunda yer alıyor ama onun da sonunda öyle güzel yerler var ki… Rumeli'nin seslerini muhafaza eden köyler sizi bekliyor.

Başlık, şimdilik geçerli bir durum sevgili kari, baştan belirtelim. Çünkü üçüncü köprü nihayete erdiğinde muhtemelen Kuzey Ormanları da rant alanı olacak. Böylece İstanbul'un önceki köprüleri sonrasındaki tarihi, tekerrür edecek gibi. Yeni yerleşim alanları, yeşilin vedası, kalabalıklar falan filan. Umarım bu senaryo gerçekleşmez ve Rumeli Feneri, Rumeli Kavağı gibi güzide yerler, kendisini muhafaza eder, gerekirse müdafaa. Boğaz'ın ‘giriş kapısı' olması hasebiyle ayrıca romantik bir havaya sahip zikrettiğimiz yerler. Siz de bir cumanızı bu güzel yerleri görmek için ayırın. Ve mis gibi havası, her daim taze balığın olduğu restoranları, çay bahçeleriyle günü çiçeklendirin. Mesafe gözünüzde büyümesin çünkü ulaşım, saatlerini denk getirdiğinizde çok kolay. Birinci alternatif, sabah vakti Kadıköy yahut Beşiktaş'tan İstinye'ye kalkan vapur. Sonrasında otobüsle Sarıyer'e devam edebilirsiniz. Buradan da 150 numaralı belediye otobüsü sizi gitmek istediğiniz yerlere bırakacaktır. Aynı otobüse Taksim metrosunun son noktası Hacıosman durağından da binebilirsiniz. O halde buyurun Sarıyer'in bahçelerine, İstanbul'un sonuna…

Üçüncü köprünün ‘Garipçe'si

Garipçe köyü, kahvaltısıyla meşhur bir yer. Lakin manzara olarak üçüncü köprünün altında eski günlerini arıyor gibi. Halkı ise durumdan son derece memnun… Hatta köprünün yapılmasına muhalif olanlara muhalefet ediyorlar ki yıllar sonra, ‘zarara kendi rızasıyla gidene merhamet edilmez' diyen Hazret-i Üstad'ın bu tespitini hatırlarlar. Dolayısıyla köye dışarıdan gelenlere karşı tuhaf bir tavır söz konusu. Lakin günün hemen her saati kahvaltısı bulunan işletmelerinde denizin değişen rengine bakarak cumaya başlayabilirsiniz. III. Murad döneminde yenilenen kalesinden ‘denizlerin sokak çocuğu' martıları kadraja alabilirsiniz. Sonrasında ise Rumeli Feneri'ne giden otobüsü beklemek olsun işiniz!

Sarı Saltuk burada da göründü ya erenler!

İstanbul'un en eski balıkçı köylerinden Rumeli Feneri, İstanbul'da ikamet edenler için görülmesi gereken yerlerin başında geliyor. Buraya sırf Sarı Saltuk'un makam-türbesi için bile gelinir. Sarı Saltuk, Osmanlı'nın kuruluş yılları demek biraz da. Onun her yere İslam adını götürmesi öyle bir efsaneye dönüşür ki Sultan Cem, Ebu'l Hayr-i Rumî;'yi Hazret'in menkıbelerini toplamakla görevlendirir. Denizden 58 metre yükseklikte bulunan fener ise karşıdaki yoldaşı Anadolu Feneri gibi, Kırım Harbi sonrası 1856'da Fransızlara yaptırılır. Sebep, Rusların Boğaz'ı kullanarak ‘sıcak denizlere inme' fikrine set çekmektir. Fransızlar, 100 senelik işletme hakkını elde ederler lakin Cumhuriyet'in ilanından on sene sonra bu imtiyaz, Mustafa Kemal tarafından iptal edilir.

‘Burası balıkçılığın üniversitesi'

Köyde iki cami var: Biri 1970'lerde inşa edilmiş Yeni Cami, diğeri ise ahalinin ‘eski cami' diye andığı Ramazan Ağa Camii. Cumayı dilediğiniz yerde kılmakta hürsünüz. Lakin bencileyin geleneğe meraklı olanlar için adres belli. Oldukça küçük olan cami biraz bakımsız. Anadolu Feneri'ndeki Hamid-i Evvel Camii daha estetik bir görünüm arz ediyor, not düşelim. Malum, Fener balıkçılıkla geçimini sağlıyor. Bunun için de av mevsimini bekliyorlar. İmam efendi, bunu bildiğinden klasik bir hutbe irat etmedi. “Burası balıkçılığın üniversitesi. Allah herkese helal kazanç versin.” diye duada bulundu. Cemaat de hep bir ağızdan ‘Âmin' dedi ki bu sahne, gazaya hazırlanan Osmanlı askerinin motivasyon anını hatırlattı. Bu arada İmam Efendi, kaçak balık avlayanlara da epey bir kızdı ki bu da ‘trol'lerin her daim zararlı olduğuna işaret ediyor. Cuma sonrası Yeni Cami'nin karşısında bulunan çay bahçesinde azıcık yorgunluk atıverin. Çayın yanında kavurmalı tost da olsun. Sonrasında ise Rumeli Feneri'ni keşfe çıkın sevgili kari!

Rumeli Kavağı: Şehrin sessiz resmi

Güzergâhın son durağı Rumeli Kavağı'ndasın sevgili kari! İstanbul'un sessiz halini resmediyor âdeta. Restoranlarında mevsime uygun balık menüler söz konusu. Ama ‘Ben hamsiden başka balık bilmem' diyenlerdenseniz o da mevcut. Sokaklarını yavaş yavaş adımlayın. Ulu Cami'sine uğrayın mesela. Söylencesi düşük olsa da İstanbul'un fethi sırasında tabur imamı olduğu serdedilen Telli Baba'nın türbesi burada. Buraya kadar gelmişken ruhuna Fatiha yollayın. Müteakiben üçüncü köprü manzaralı çay bahçeleri sizi bekliyor. Son olarak Rumeli Kavağı'nı Anadolu Kavağı ile kıyaslamak isteyenler olabilir. İskeleden karşıya vapur seferleri var, bilginiz olsun…