28 Kasım 2015 Cumartesi

Şeyh Simati'nin sofralarını arıyor

Şef Ömür Akkor, İslam'ın ilk dönemindeki sofra kültürünü kaleme aldı. Yemek tarifi kitabı yazmaktan çok, dönemin şartlarını ve kültürünü yansıtmaya çalışan Akkor'dan hem ‘İlk Dönem İslam Sofrası' kitabını hem de Şeyh Mansur Simati anılarını dinledik.

Çok az yiyen, çoğu zaman hurmayla karnını doyuran, yeri geldiğinde üç ay ocağı yanmayan, bir Peygamber'in (sas) düsturundan yola çıkan ünlü şef Ömür Akkor, ‘İlk Dönem İslam Sofrası' adlı kitaba imza attı. İlk dönemde tüketilen yemekler, mutfaklarda kullanılan kap kacaklar, Kur'an-ı Kerim'de ve hadislerde bahsi geçen gıdalar detaylı bir şekilde çalışmada yer alıyor.

Önceki kitabı ‘Selçuklu Mutfağı' ile ‘Dünyanın En İyi Yemek Tarihi Kitabı' ödülünü alan Akkor, “Konuyu çalışmaya başlayınca kaynakların sadece Kur'ân ve hadislerde geçen şifalı besinler olarak algılandığını, kimsenin bu konuya yemek olarak bakmadığını fark ettim. Bunu fark edince de konuyu daha dikkatli çalıştım. Amacım bir yemek tarifi kitabı yazmaktan çok, dönem koşullarını ve kültürünü de bu kitapta yansıtmaktı.” diyor.

Akkor'un ifadesiyle gerek İslam öncesi dönemde gerek İslam'ın başladığı yıllarda Arap toplumunda müstakil bir mutfak kültürüne rastlamak mümkün değil. Yani genel olarak mutfak yok ama yemek yapılan bir alan, evlerde de çadırda da var. Evlerde müstakil ocak bulunuyor ancak çadırda yaşayanlar, dışarıda yaktığı ateşte yemeğini pişiriyor. Birçok evin taş değirmeni bulunuyor ve burada ekmek için hububat dövülüyor. Değirmenin olmadığı evlerde ise sert ağaç gövdesinden yapılmış ahşap havanlar var. Ağaçtan ve topraktan yapılan tabak, bardak, tence­re, elek, süzgeç, kepçe, spatula, tepsi, tava ve benzeri malzemeler o dönemlerde de mevcut. Hatta kaşık ve cam bardak kullanıldığına dair kayıtlar da var.

Akkor, o dönem mutfak kültüründe ikramın ön planda olduğunu söylüyor: “Araplar yedirme-içirme ve misafir etme konusunda çok cömert. Özellikle bereket getirdiğine inandıkları saba rüzgârının estiği zamanlarda davet vermeye çok dikkat ediyorlar. Bir kişinin zenginliği, verdiği davetlerle ve davetlerdeki ikramın miktarıyla değerlendiriliyor. Araplar davetlerde sadece kendi yemeklerini değil kom­şu coğrafyalardan yemekleri de yapıyor. Özellikle yanı başlarındaki İran mutfağı, Arap mutfağını etkileyen önemli mutfak­lardan biri.” Akkor, hac için gelenlere ikram edilen rifadeden de bahsediyor. Genelde hurma, kuru hububat ve diğer gıdalardan oluşan rifade, dört halife devrinin sonuna kadar devam ediyor.

Kaymakamlığın sınırından dönmüş

Kilisli Akkor, Kilislilerin uğrak yeri olan Şeyh Mansur Simati'nin türbesinden bahsediyor: “Beş yaşlarındaydım. Gündüz sıcağından sonra babam bizi soğuk su içmeye türbeye götürmüştü. Türbe, dergâh, Simati ne demek bilmiyordum; benim çocuk gözüyle gördü­ğüm, hasırlar üzerinde koşturan çocuklar ve sürekli yedirilen bir şeylerdi. İlk gittiğim andan beri hep tekrar gitmek istedim. Şehrin üç kilometre güneyinde bulunan türbe, fıstıklıklar ve zeytinlikler ara­sındaydı; Kilisliler için çölde bir vaha gibiydi. İlkokul biri okuyup Kilis'ten ayrılana kadar da hep gittik. Sonra yaz tatilleri uğrar olduk türbeye, günler hatta yıllar böyle geçti.”

Hemen not düşüyor: “Şeyh Mansur Simati, Hz. Ebubekir'in halifeliği zamanında şehit olmuş, Pey­gamber Efendimiz'in sofrasını kurduğu için kendisine ‘Simati' (simat; sofra, yemek masası, sofraya gelen yemekler, ziyafet) denilmiş. Zaman zaman türbenin gölge duvarına sırtımı dayar, sofraya ne getirmişti diye düşünmeye başlardım…”

Akkor, üniversiteyi bitirip kaymakam olmanın sınırından dönüyor, aşçı oluyor. Kilis'te doğmasının, adının Muhammed Ömür olmasının ve Şeyh Simati ile tanışmasının tevafuk olduğunu anlatıyor ve ekliyor: “Dergâhla çıktığım yolda Şeyh Simati'nin sofralarını aradım durdum.”

Dönemin gıda maddeleri

Ekmek: O dönemlerde genelde arpa ve buğdaydan yapılan ekmek, daha sonraki zamanlarda pirinç ve mısırdan da yapılmaya başlandı. Pirinçle yapılan ekmek daha ziyade la­vaş şeklindeydi. Ekmek bazen katıksız tek başı­na bir öğündü, bazen de sadece su, yağ, sirke ya da hurmayla beraber bir öğün olurdu.

Çorba: Genelde bulamaç olarak yapılır, buğday, arpa, et, pirinç, bayat ekmekli çeşitleri bulunurdu. Ayrıca sadece et suyu olarak da karşımıza çıkar­dı. Et yemeği yaparken suyunun bol koyulması ve daha sonra değerlendiril­mesi de önemli bir âdetti.

Ekit: Dönemin en önemli süt ürünüydü. Bir nevi kuru peynir olan ekit, yemeklerde katkı maddesi olarak da kullanılırdı.

Sevik: Buğday, arpa, çavdar, darı gibi hububatların kavrulup dövülmesiyle elde edilir ve bazen yemeklerde bazen de ekmek yapımında kullanılırdı.

Baharat: Karabiber, kimyon, zencefil, tere, hardal, çörekotu; rayiha vermesi amacıyla, taze nane, reyhan, misk, tarçın, gül suyu; renk vermesi amacıyla safran, ıspanak; ekşilik vermesi için turunç, koruk, sumak, sirke ve limon; tatlılık vermesi için hurma, bal, üzüm, incir gibi gıda maddeleri kullanılırdı.

Sebze: Pırasa, soğan, sarımsak, kereviz, kabak, acur, salatalık; yağ olarak, iç yağı, sadeyağ, tereyağı, kuyruk yağı, zeytinyağı ve susamyağı en çok kullanılan gıda maddeleriydi.

Et: Yemeklerde koyun, sığır, deve, tavuk ve balık kullanılırdı. Zaman zaman av ve kuş etleri ile tavşan da dönemde tüketilen hayvansal ürünler arasındaydı.

Raşta

-Yarım kilo yağlı kuzu kuşbaşı, 1 kâse haşlanmış nohut, 1/2 kâse mercimek, 1 kâse erişte, 1 adet çubuk tarçın, kaya tuzu

-Eti bir çömleğin içinde yağda kavurmaya başlayın. 15 dakika sonra tuzu ve tarçını ekleyip üzerini örtecek kadar su ilave edin. 1 saat kadar pişmeye bırakın. 1 saat sonra mercimeği ve nohudu ekleyin ve gerek olursa bir-iki bardak sıcak su ilave edin. Orta hararette kaynatarak 30 dakika daha pişirin. Sonra erişteyi ekleyip 10 dakika daha pişirin. Çömleği ateşten alıp 10 dakika demlendirerek servis edin.

Etyabin

-1 litre süt, yarım kilo hurma, 1 su bardağı su

-Hurmaları suyla beraber kısık ateşte pişmeye bırakın. İyice yumuşayınca bir süzgece alın ve ezerek süzdürün. Çıkan hurma şerbetini süte katın ve beraberce soğutup servis edin.

Gafiha

-1 kâse haşlanmış buğday, 1 kâse hurma, 2 yemek kaşığı tereyağı

-Çekirdeklerini çıkarıp hurmaları bir havanda dövün ya da bıçakla küçük parçalara bölün. İyice haşlanmış olan buğdayı bir sahanın altına yayın. Tereyağını tavada eritip içinde hurmayı kavurmaya başlayın. Hurma güzelce kavrulduğunda buğdayın üzerine dökerek servis edin.

Buğdaylı hurma ekmeği

-1 kilo buğday unu, 1 kâse çekirdeksiz hurma, 600 gr su, 15 gram kaya tuzu

-1 su bardağı un ve yarım su bardağı suyla bir hamur tutun ve bunu 1 gün oda sıcaklığında bekletin. 1 gün sonra kalan un, su ve tuzla hamuru tutup içine önceki gün hazırladığınız mayayı ekleyin. Hurmayı küçük küçük parçalara bölüp hamura katın. Hazır olan ekmek hamurunu tepsiye serip üzerini sac bir kapakla kapatın. Tepsinin altına ve üstüne köz yerleştirin ve pişene kadar bekletin.

Habisu'l kar

-Yarım kilo asma ya da bal kabağı, 5 yemek kaşığı susam yağı, 5 yemek kaşığı un, yeterince şeker şurubu

-Kabağı doğrayıp iyice haşlayın. Havanda ezin ve bir kenarda bekletin. Un ve yağı tavada kavurmaya başlayın. Unun kokusu çıktığında kabağı ekleyin ve beraberce kavurun. Şerbeti ağır ağır ilave edip helva kıvamına gelince ocaktan alıp dilerseniz bademle servis edin.

Kölük aşı

-1 su bardağı mercimek, 1/3 su bardağı bulgur, 7 su bardağı su, 2 adet kuru soğan, yarım su bardağı zeytinyağı, kaya tuzu

-Mercimeği güzelce yıkayın ve bir tencereye alın. Üzerine suyu, bulguru ve kaya tuzunu ekleyip pişmeye bırakın. 45 dakika lapa olana kadar kısık ateşte pişirin. Soğanı yemeklik ince ince kıyın ve zeytinyağında kızartmaya başlayın. Soğanlar karamelize olana kadar kızartın ve kölük aşının üzerine dökün. Birkaç dakika demlendirip altını kapatıp servis edin.

Zencefil çayı

-1 parça zencefil, taze nane yaprakları, sıcak su

-Zencefili ince ince kıyın. Hazır olan zencefili bakır bir demlik içine koyup üzerine çıkacak kadar sıcak su ekleyin. 10 dakika demlendirip nane yaprakları koyduğunuz bardaklarda servis edin.

Pazılı arpa çorbası

-1 bardak arpa, 1 demet pazı, 3 su bardağı su, 3 su bardağı et suyu, kaya tuzu

-Arpayı bir gece önceden ıslayın. Suda bekleyen arpayı, bol suda bir taşım kaynatıp suyunu süzün. Daha sonra et suyu ve suyla beraber tekrar ocağa koyup tuzunu ekleyin. 1 saat kadar pişirip ince doğradığınız pazıyı ilave edin. Bir taşım beraberce kaynatıp servis edin.

24 Kasım 2015 Salı

Çocuklara namazı sevdirmenin yolları

Allah Rasûlü, “Çocuklarınız yedi yaşına geldiğinde onlara namazı emredin.” buyuruyor. Yazın minikleri namaza alıştırmak bir nebze kolay ancak okullar açılınca vaktin çoğu okulda geçiyor. Dolayısıyla namaz eğitiminde boşluk doğuyor. İlahiyatçı Hümeyra Hub ile çocukları namaza alıştırma sürecini konuştuk.

Hikâye edilir; küçük çocuk babasına “Babacığım bir horoz alsan da bizi sabah namazına kaldırsa.” der. Babası “Oğlum, senin kalbindeki horoz ötmedikten sonra dışarıdaki horoz seni namaza kaldıramaz.” diyerek gülümser. Peki, minik yüreklerde onları namaza kaldıracak horozlar nasıl yer eder? İlahiyatçı Hümeyra Hub, çocukları namaza alıştırma sürecinden, ebeveynin nasıl bir üsluba sahip olması gerektiğinden, Efendimiz'in bu konudaki yaklaşımından bahsediyor.

Anne-babalar, çocuklarının namaz eğitimine kaç yaşında başlamalı?

İslam'da imandan sonra en temel eğitim namaz. Çocuklara Allah, Peygamber, Kur'an sevgisini aşıladıktan sonra namaz eğitimine başlamak gerekiyor. Efendimiz, ‘Yedi yaşında namazı öğretin.' buyuruyor. Günümüz eğitimcileri de zorunlu öğrenme devresinin yedi yaş civarı olduğunu kabul eder. Çocuk yedi yaşına girince, o devreye kadar, kendi gözlemleriyle yapılan şeyleri zaten kavramıştır. O yaşa kadar yaşayarak göstermek daha faydalı olur. Bazen namaza birlikte durursunuz, sizinle eğilir, kalkar. Bu birlikteliği oyuna dönüştürür. Belli bir dönemden sonra da çocuğun algı seviyesine göre, mantığına hitap edecek şekilde her konuyu açıklamak gerekir. Üç sene, çocuğu namaza bilgi ve uygulama olarak alıştırma evresidir. 10 yaşından sonra ise namazı her şeyiyle uygulaması için gayret edilir. Bu yaşa geldiği halde kılmıyorsa ciddiyetimizi ifade edecek şekilde uyarmalıyız. 10 yaşından sonra belli bir disipline oturmalı.

Bu disiplin nasıl sağlanmalı?

7-10 yaş arası alıştırma, bir-iki vakitle başlar, sonra giderek tamamlanır, en son sabah namazına alışır çocuk. Her çocukta ayrı bir yöntem işe yarayabilir. İlk akşam namazıyla başlanabilir. Sonra yatsı namazı eklenir. İlk önce namazın farzı ve vitr namazına alıştırılır. Sünnetleriyle kılmalarını istememiz ağır gelebilir. Akşam ve sabah namazlarını sünnetiyle beraber alıştırmak lazım. Zaten rekât sayısı az.

Örnek verebilir misiniz?

Bir arkadaşın namaza alıştırma uygulaması hoşuma gitmişti. Birinci sınıfta bir vakit, ikinci sınıfta iki vakit derken beşinci sınıfta beş vakte alışmıştı çocuk. Bir başka arkadaşım da kızına boncuklar almış. Çocuk, kıldığı her vakitte ipe bir boncuk diziyormuş. Böyle böyle kendisine kolye, bileklik yapmış. Böyle motive oluyormuş. Tabii alıştırma döneminde ve sonrasında çocuğun yanında namaz kılan arkadaşlarının olması, namazını takip eden bir büyüğün olması (anne-babasının dışında) işi kolaylaştırır. Nitekim Resulullah (sas), ‘Kişi dostunun dini üzeredir. Öyleyse her biriniz kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin.' buyurur.

O halde bu konuda çocuğun arkadaş çevresi çok önemli...

Bir çocuk için aileden sonra her gün görüştüğü, birçok şeyi paylaştığı arkadaşların etkisi çok. Olumlu ya da olumsuz alışkanlıklar kazanmasında aileden daha etkili olabilir. Bu sebeple kimlerle arkadaşlık ettiğini iyi takip etmek lazım. O çocukların aileleriyle tanışırsak çocuklarımız hakkında ortak karar alıp onları yönlendirmemiz daha kolay olur.

O küçücük zihinlere namazın önemini nasıl anlatabiliriz?

Öncelikle Allah sevgisini kalplerine yerleştirmeliyiz. Fıtratında bulunan şükür ve minnet duygularını işlemeliyiz ve Allah'ın verdiği nimetleri nazara vermeliyiz. Aklımız, kalbimiz, elimiz, gözümüz, annemiz babamız, sevimli hayvanlar, mis gibi kokan çiçekler… Çocukların hoşuna gidecek örnekler verip Allah'ın tüm bu güzellikleri bizi sevdiği için verdiğini anlatabiliriz.

Üslubumuz nasıl olmalı peki?

‘Allah beni çok seviyor, ben de Allah'a O'nu sevdiğimi göstermek istiyorum. Bunun için yapabileceğim en güzel şey namaz kılmak.' şeklinde konuşmalar yapılabilir. Kimi çocuklara denizaltı, kimilerine hayvanlar âlemi, kimilerine de gök cisimleri cazip gelir. Herkes kendi çocuğunun ilgi alanına göre örnekler verebilir. Küçüklüklerinden itibaren çocuklara her şeyin Allah'tan olduğunu anlatabilirsek ibadetlere alıştırmamız da zor olmayacaktır.

Bazı aileler zorla ve korkutarak alıştırmaya çalışıyor. Bunun geri dönüşü nasıl olur?

Bu şekilde namaza alışırsa sizin yanınızda yapar. Yanınızdan ayrıldığı ilk anda namazı terk eder. Çocuk Allah'ı, peygamberi, Kur'an'ı, Kâbe'yi, ezanı, sahabeyi sevmeli. İncitmeden, kırmadan, severek ve sevdirerek öğretmek lazım ki kalıcı olsun. ‘Allah yakar' demek yerine Allah'ın onu ne kadar sevdiğini anlatmak gerek. Minik yürekler bunu bilecek ki, büyüdükçe Rabbi'ni üzmekten ve karşı gelmekten korkup O'nun cezasından da sakınsın.

Efendiler Efendisi'nin çocuklara bu konudaki yaklaşımı nasıldı?

Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatında çocuklara merhamet ve müsamaha ön planda. Sırtında çocuk varken mescide girip imamlık ettiği rivayet ediliyor. Torunu sırtına bindiğinde secdeyi uzatır, namaz bitince cemaatten birisi, ‘Ya Rasulallah, namaz sırasında secdeyi öyle uzun tuttunuz ki, bir hâdise meydana geldiğini veya vahiy indiğini zannettik.' der. Efendimiz, ‘Hayır! Bunların hiçbirisi olmadı; torunum sırtıma bindi. Acele etmeyi ve hevesi geçmeden de sırtımdan indirmeyi uygun bulmadım.' diye karşılık verir. Namaza durduğumuzda sırtımıza çıkan çocuğa kızarsak, canını yakarsak o çocuk namazı sevmez. Annesiyle arasına girmiş bir engel olarak görür.

Çocukları camiye götürmemiz ruhlarına nasıl tesir eder?

Bir yaşındaki çocukların ruhları bile ilim ve mana meclislerinden istifade eder. Böyle meclisler kişinin bir ömür nefis ve şeytanla vereceği imtihanda pozitif katkı sağlar. Dolayısıyla küçük yaştan itibaren camiye alıştırmak gerekiyor. Annelerin katıldığı sohbet meclisleri, toplu namazların kılındığı ortamlarda da çocuklar manen doyuma ulaşabilir.

Şefkat, ibadet hayatlarında tembelliğe sevk etmemeli

Birçok anne-baba çocuğuna kıyamadığı için sabah namazına onu kaldırmıyor. İlahiyatçı Hümeyra Hub, “Şefkatimiz onları ibadet hayatlarında tembelliğe sevk etmesin.” diyor ve ekliyor: “Çocuk sabah namazı vaktinde çok zorlanıyorsa normal saatinde uyandığında namazı kıldırmak lazım. İdeal olan, çocuğun 10 yaşından sonra beş vakti kılması. Sevdirerek, ikna ederek alıştırmak şart. Bu esnada çocukların karakterlerini de göz ardı etmemek gerekiyor. Zira herkesi ikna etme yolu başka. Mühim olan, küçüğü nefret sınırına getirmemek.”

Küçük kız başı açık namaz kılmak istiyorsa…

Küçük kız çocuğu namaz kılmak istiyor ama başını örtmek istemiyor. Çünkü öyle komik olduğunu düşünüyor. Bu konuda “7-8 yaşlarındaki kız çocuğuna birkaç defa müsaade edilebilir.” diyen Hümeyra Hub, tam örtmese de üzerine bir şal atıp kıldırılabileceğini düşünüyor. “Alıştırma sırasında bazı ihmaller görmezlikten gelinebilir. Ama ihmalini bildiğimizi hissettirelim ki çocuk, bizi kandırdığını düşünmesin.” diyor.

Okulda geçen üç vakit namaz...

Evladınızı namaza alıştırmak için evde elinizden geleni yapıyorsunuz. Fakat çocuk üç vakit namazını okulda geçiriyor. Dolayısıyla namaz eğitimi sekteye uğruyor. Hümeyra Hub'a göre 10 yaşından sonraki çocuklar için mümkünse okuldaki şartlar elverişli hale getirilmeli, öğretmenleriyle konuşulmalı, destek istemeli. Çocuk da bu gayreti görmeli. Eğer okulda kılması imkânsızsa evdeki eğitime devam etmeli ve kaza namazlarına teşvik edilmeli. Hub, “Bunlar zor görünüyor. Ancak anne-baba sevecen ve kararlı olursa, çocuk da ikna edilirse o kadar zor değil.” diyor. İnternetle haşir neşir olan çocuklar için Sözler Köşkü, Çay House, Hayal Hanem, Çınar Altı'nın videolarını öneriyor. Eğlendiren ve düşündüren bu videoların kendi çocuklarında etkili olduğunu söylüyor.

15 Kasım 2015 Pazar

'Toplum adım adım narsistleşiyor'

Din psikoloğu İsa Özel, yüksek din eğitimi alan öğrenciler üzerine bir çalışma yaptı. ‘Din, narsisizmi engeller' hipotezinden yola çıkan Özel, dindarlarda narsisizmi araştırdı. Başlangıç tezinin tam tersi bir sonuçla karşılaşan Özel ile dindarların narsisizmle imtihanını konuştuk.

Dindar ve narsisizm birbirlerine yabancı iki kavram. Fakat makalenizde dindarlarda narsisizm eğiliminin daha fazla olduğu görülüyor.

İnsanın fıtratında riya yani gösteriş, makam sevgisi, kişinin kendini beğenmesi gibi duygular var. Başarı kazanırsınız, bir konuma gelirsiniz, önemli buluşlara imza atarsınız ve neticesinde dünyevî; olarak bir takdir veya taltif beklersiniz. Bu beklenti karşılanmazsa otomatik olarak aşk ve şevkiniz kırılır. Dolayısıyla bunu tatmin etmek lazım. Ancak narsisizmin de sınırı var. O sınır geçildiği zaman kendini büyük görme, her şeyi ben yaptım durumları görülmeye başlanıyor ki esas sıkıntılı nokta orası. Dinin bize aslında yasakladığı da bu. Din, insanın fıtratında var olan bu duyguyu dengelemeye çalışıyor.

Türk toplumu narsist özellikler taşıyor mu?

Türk toplumu narsisttir diyemeyiz ama narsistliğe adım adım gidiyor.

Sebebi ne?

Medya bunu sürekli pompalıyor. Başarıların sürekli taltif edildiği bir toplumda kendini küçük görme, tevazu, alçakgönüllülük aşağılanma olarak algılanıyor. Başarı kazanamadığınız zaman ise kimse size değer vermiyor. Bu yolda sürekli alkışlamalar, methedilmeler, ön plana sunulmalar var. Dolayısıyla biz de adım adım buna doğru gidiyoruz. Toplum bütün başarıların takdir edilmesini ön plana koyduğu için, bunu engelleyici bir üniteye sahip değiliz.

Alkışlama, narsisizmi tetikleyen bir unsur mu?

Elbette tetikliyor. Toplum nazarındasınız ve herkes sizden bahsediyor. Gazeteye çıkıyor, radyo programlarına davet ediliyorsunuz. İnternette resimleriniz, konuşmalarınız, şarkılarınız veya türküleriniz paylaşılıyor. Ya da gittiğiniz her yerde sempozyumlara, panellere davet ediliyorsunuz. Haber programlarında yer alıyorsunuz, dolayısıyla bu birbirini zaman içinde tetikleyen bir şeye dönüşüyor.

Makalede ‘Din narsisizmi engeller' hipoteziniz var. İmam hatip mezunlarında alçak gönüllülük, tevazu, istiğna gibi duyguları diğer liselerden mezunlara oranla daha fazla olmasını düşünürken, araştırmalar sonucunda beklentilerinizin tam aksi sonuçlar elde ettiğinizi ve şaşırdığınızı açıklıyorsunuz.

Elbette bu bizi şaşırttı. Dindar insan alçakgönüllü olur, dindar insan riyaya girmez, dindar insan mütevazı olur diye beklerken bunlardan tamamen farklı bir şey gördük.

Bu duruma sebep olan ne?

‘Biz imam hatipliyiz, insanlığın problemini kendi problemimiz sayıyoruz, dolayısıyla çözümü de yine biziz.', ‘Sen büyüksün, sen imam hatiplisin, sen ümmetin dertleriyle ilgileniyorsun. Dolayısıyla onların önderisin.', ‘İmam hatiplisin, rehbersin. Rol modelsin.' gibi durumlarla kişilere farkında olmadan model yüklenmeye çalışılıyor ve bu özellik kişiye yerleştiriliyor. Bu durumlar da narsisizmi, görünür olma duygusunu tetikliyor.

Kadın ve erkek arasında narsistlik derecesi fark ediyor mu?

Kadınlarda görünür olma özelliği erkeklere nazaran daha fazla. Ayrıca bizim toplumuzda kadınlar sürekli ikinci planda kalmış, özellikle dindar olanlar. Hatta başörtüsü probleminden dolayı üçüncü kademe de diyebiliriz. ‘Başarıma veya başarısızlığıma bakarken niçin kafalarımızın içine değil de görüntüye bakarak değerlendiriliyoruz' düşüncesi, hemcinslerinizle eşit seviyede mücadele etmek için sürekli başarılı olma gerekliliğini aşılar. Bu durum narsisizmi, görünür olma duygunuzu tetikler.

DİN, ALÇAK GÖNÜLLÜ OLMAYI EMREDİYOR

Sosyal medyada hassasiyetlere dikkat etmeden paylaşım yapmanın, sürekli görünür olmanın dindarlıkla nasıl bir ilişkisi olabilir?

Dindarlık ile kapalılığı farklı değerlendirmek lazım. Kapalı demek dindar demek değildir. İnsanlar giyimlerine kuşamlarına dikkat edebilir. Moda sektörü belli şeyleri yeniden formatlayıp insanlara sunar. Onların nazarında insanların inançlarına bakmaz. İşte bu yüzden kapalılara da bu yönüyle bakmamız gerekiyor. Günümüzde de örtünmeye baktığımız zaman farklı değerlendirmemiz lazım. Birincisi gerçekten inancı sebebiyle örtünenler, ikincisi örfi olarak örtünenler, üçüncüsü de hastalık probleminden dolayı örtünenler. Her örtüneni dindar olarak görmemek lazım.

Asıl dindarlık nedir peki?

Dindarlık, dinin içselleştirilmesidir. Dindar görünümlü insanlar da kibirli olabiliyor. Bunlara dindar değil dindar görünümlü insanlar deniyor. Din mütevazı, alçakgönüllü olmayı emrediyor. Gösterişi yasaklıyor. Allah herkesi birbirine muhtaç olarak yaratmış. Adem'i yaratmış, sonra eşi Havva'yı yaratmış. İnsanları birbirine muhtaç kılmış ki ayetler, “Biz sizi toplum içinde yarattık ki biriniz birinizin işini yaptırsın” diyor. Herkesin zengin olduğu noktada kimse kimseye iş yaptıramaz. Tersini düşünürseniz herkesin fakir olduğu noktada kimse çalışacak iş bulamaz. Kimisi zengin, kimisi fakir, kimisi orta halli... Allah bizi bir toplum içinde yaratmış ve herkesi birbirine muhtaç yapmış. Peygamberleri bile derecelere ayırmıştır. Bir insanın namaz kılması, oruç tutması, zekât vermesi dindar olduğunu göstermez. Bunu münafıklar da yapıyor.

Öyleyse dindarlığın içi boşaltıldı diyebilir miyiz?

Evet, dindarlığın içi boşaltıldı. Dinin bazı kolaylaştırıcı yanlarını kullanıyoruz. Mesela, ‘Allah affeder, yalan şurada caizmiş' diyoruz. ‘Rüşvet haramdır' diyoruz ama dinî; işler için bunu yapabilirsin fetvasını alınca bugün ondan, yarın öbüründen alıyor, bu alışkanlıkla bir günah iki günah derken kişide din namına bir şey kalsa bile dindarlık namına hiçbir şey kalmıyor. Hayır kurumlarına yardım edenler daha dindar görünüyor çünkü insanlar gösterişe bakıyor. Eskiden kibirlenenlerin yüzüne toprak saçın deniyordu. Şimdi mümkün mü? Zengin veya siyasî; biri geldiğinde herkes ona eğiliyor. O kişi de ellerini arkaya atarak üstünlük taslayabiliyor. ‘Biz size bunu yapıyoruz...' diyor. Zaten hizmet etme konumdalar.

Toplum olarak dindarlığı neden özümseyemiyoruz? İçki içmek ayıplanırken yalan söylemek, gıybet bu kadar kötülenmiyor. Oysa hepsi haram. Bu, toplumsal bir etkileşimden mi kaynaklanıyor?

Zihin dünyamız öyle formatlandığından dolayı. Bize içki içmek, namaz kılmamak, rüşvet almak çok kötü gösterildi. Fakat yalan söylemek, kibirli olmak kötü gösterilmedi. Mütevazı ol dendi ama neden öyle olmamız gerektiği belirtilmedi. Bu bir eğitim olarak verilmedi. Dolayısıyla zihin dünyamız bunlara hâkim olmadığı için nelerle formatlandığını çok iyi bilmiyoruz. Ya da bazı şeylerde yalan söyleyebiliriz diyoruz. Bir de toplumda dinî; eğitim alan insanlardan ne kadar doyurucu içerik alınıyor ona da bakmamız lazım. Bizim çalışmamızda da görülüyor. İmam hatipli bir insanda daha fazla narsisizm varsa demek ki dinî; eğitimi iyi veremiyoruz. Buralardan mezun insanlarda daha fazla kibir varsa nasıl örnek olacak bu insanlar. Bana ‘gösteriş yapma' diyecek ama gösteriş yapacak. Bana ‘hakkına razı ol' diyecek ama kendisi benim başarımı sahiplenecek. Biz burada dindarlıktan bahsedemeyiz.

Kolay bir şekilde bizden olmayan kişiyi tekfir edebiliyoruz. Hatta ‘Müslüman değilsin!' bile denebiliyor. Bu, bir çeşit topluluk narsistliği midir?

Burada da narsisizmin bir yansıması var. Kendini otorite görme eğilimi var. Din, başkalarını tekfir etme yetkisini kimseye vermez. Bizde örnek olma var, başkalarını tekfir etmek yok. Başkalarına küfretmek yok, başkalarına kâfir demek yok. Hatta ayette, “Siz onların putlarına küfretmeyin ki onlar da sizin inandıklarınıza küfretmesinler.” buyuruluyor.

ÇOCUKLARIMIZIN KÖLESİ HALİNE GELDİK

“Her aile çocuğuna değer verir. Çocuğun isteklerini yerine getirmek ister. Fakat bu bir müddet sonra çocukta tatminsizliğe evrilir. Ya da ‘benim prensesim' gibi cümleler, çocukta prenses gibi muamele edilmesini tetikleyebilir. Aile olarak çocuklarımızın kölesi olduk. Eskiden baba, anne merkezli bir aile vardı. Bu durum şimdi çocuk merkezli aileye dönüştü. Bir müddet sonra da doyumsuzluğa, tatminsizliğe doğru gidip daha da büyümüş olacak. Temeller o noktada atılıyor. Ağacın büyümesi gibi, büyüdükçe bu duygular da büyüyor.”

7 Kasım 2015 Cumartesi

Kur'an'ı hüzünle okuyun, kâinatın farkına varın

İsra Sûresi'nde buyrulduğu gibi Kur'an ‘müminler için rahmet ve şifa'dır. Buna mazhar olmak için de Yüce Kitap'ı hakkını vererek okumak ve anlamak gerekiyor. Opera sanatçısı ve şan eğitmeni Gönül Hurmalı, yeni kitabı Kur'an'ı Hüzünle Okumak'ta ses ve nefes teknikleriyle mucizevî; okuyuşun insan ruhuna ve bedenine etkisini araştırıyor.

Bediüzzaman Said Nursi 7. Söz'de “Kâinat Mescid-i Kebirinde Kur'an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, Hidâyetiyle amel edelim ve Onu vird-i zeban edelim.” der. Bu ifadelerden anlaşıldığına göre kâinat büyük bir mesciddir. Bu mescidi anlaşılır kılan ise Kur'ân'dır. Yüce Kur'an'ı hakkıyla okuyup anlayanlara farklı kapılar açılır. İsra Sûresi'nde buyrulduğu gibi Kur'an, müminler için rahmet ve şifadır. Bu rahmet ve şifaya mazhar olmanın ilk adımı onu okumak. Ancak Kur'an sıradan bir kitap gibi okunmamalı, Allah kelamı olduğunun bilincine varılmalı.

Bugüne kadar Kur'an okumanın ve dinlemenin insan ruhundaki faydalarıyla ilgili birçok çalışma yapıldı. Gönül Hurmalı ise yüce kitabımızın okunuşuna çok farklı açıdan bakan bir araştırmacı. İlk kitabı “Kur'an ve Şan Tekniği-Hû”da Kur'ân okunuşu ve şan arasındaki münasebeti tespit etmişti. İkinci kitabı “Kur'an'ı Hüzünle Okumak”ta ise ses ve nefes tekniğiyle Kur'an okuma konusunu Elmalılı tefsirinde geçen Davud aleyhisselam ile ilgili bir bahisten esinlenerek irdeliyor.

Hurmalı, aslında bir opera sanatçısı ve şan eğitmeni ve besteleri olan bir müzisyen. Onu böylesine farklı bir konuyu araştırmaya yönlendiren yazar Abdullah Aymaz olmuş. İlk kitabını hazırlarken, Kur'an'ı ‘tertil' ile, yani her harfinin, mânâsının hakkını vererek okumanın insanı farklı boyutlara ulaştırdığını keşfetmiş. Bu durumu, “Bu okunuşun Cenab-ı Hak'tan direkt irşad almak boyutunda bir okuyuş olduğunu ve perdeler ardından Cenab-ı Allah'ın sizinle konuştuğunu hissediyorsunuz.” diyerek açıklıyor.

Yaklaşık iki yıl tertil ile Kur'an okuyan Hurmalı, ruh dünyasında önemli değişiklikler olduğunu görünce araştırmalarını derinleştirmiş. Özellikle ses-nefes teknikleri üzerine yoğunlaşmış. Bugün dünyada ve ülkemizde hayli revaçta olan bu tekniklerin Kur'an ile ilişkisi noktasında kafa yormuş. Hurmalı, “Avrupa ve Amerika'da klinik ortamlarda ses terapileri yapılıyor. Öyle bir terapi ki bir anlamı olmayan -Aaaaa, ooooo... gibi vokallerle oluşan titreşimleri, vücudun farklı bölgelerine yoğunlaştırarak hastalıkları tedavi ediyorlar. Mesela Don Campbell, beynindeki kan pıhtısını ses dalgalarıyla dağıttı. Psikiyatride hedef, insanın bilinçaltını açığa çıkarmak. Bunları temizlemek adına ses ve nefes terapileri yapılıyor. Kur'an'ı sesli okuma sırasında böyle etkiler olabilir diye düşündüm ve araştırma yaptım.” diyor. Bazı terapistlerin sadece nefesle, psikolojik rahatsızlıklardan kansere kadar varan bir yelpazede tedavi yapabildiklerini iddia ettiklerini anlatan Hurmalı, şunları söylüyor: “Kur'ân nefesin önemi ve bunun için hangi vaktin uygun olduğunu ‘Nefes almaya başladığı dem sabaha...' (Tekvir 18) ayetiyle bize bildirmiş. Güneşin doğduğu dakikalarda bir yere oturup pencere önünde veya balkonda derin derin nefes alalım. On nefeste bir dinlenerek otuz-kırk nefes alanlar en başta sindirim sisteminin düzene girdiğini göreceklerdir.”

Farkındalık düzeyini artırıyor

Uzakdoğu teknikleriyle nefes egzersizleri yapan insanların farkındalık düzeylerinin diğerlerinden yüksek çıktığını anlatan yazar, Kur'an'ın hakkını vererek okunmasında bu sırrın en mükemmel haliyle mevcut olduğunu belirtiyor: “Bir Müslüman olarak bizler de düzenli Kur'an okumuyor muyuz? Bunu daha farkında olarak, ses ve nefes tekniklerine dikkat ederek okursak yani her harfin hakkını vererek okursak bizim farkındalığımız da artacak. Ben bunu kendi hayatımda bizzat yaşadım.” Hurmalı'ya bu hususun tecvid ve mahreç eğitiminden ne farkı olduğunu soruyoruz. “Fark, bu eğitimin yanında ses ve nefes tekniklerine dikkat ederek okumada.” diye cevap veriyor.

Hadis-i şeriflerde Kur'an'ın hüzünle okunması tavsiye edilmiş. Peki, Kur'an neden hüzünle okunmalı? İnsanın tabiatında mevcut olan hüznün mucizevi okuyuşla birleştirildiğinde gerçek hüznün kaynağıyla buluşacağını savunuyor Hurmalı. “Böylece, hüznünüzün boyutunu takdir edip karşılığını verebilecek tek merciye, edeple halinizi arz etmiş oluyorsunuz. Kur'an'ı hüzün katarak okuduğunuzda, anne karnı travmalarına kadar dayanan bilinçaltındaki olumsuz birikimleri temizlediği gibi günlük sorunlar da birikmeden zihninizden siliniyor ve ferahlama hissediyorsunuz.”

Nörologlarla birlikte araştırılmalı

Kur'an ve ses tekniği konusunda özellikle nörologlarla birlikte araştırmalar yapılması gerektiğini düşünüyor Gönül Hurmalı. Bazı makamların insan vücuduna etkisinin geçmişten beri bilindiğine dikkat çekiyor: “Kur'an'ın musikisi iyileştiriyor. Kur'an ‘gel hüznünün en itidalli şeklini bende bul' diyor. Her sanat ve ilimde en üst noktada olduğu gibi musikide de en üst noktada. Hz. Davud'dan Pisagor'a ve bugüne kadar müzikle ilgili arayışların hepsinin en üst noktası Kur'an'da mevcut.”

Yazar, özellikle seher vaktinde, tertille ve nefes farkındalığıyla Kur'an okumanın mucizevî; etkilerinin önemine işaret ediyor. Bu şekilde Kur'an okuyanların bir süre sonra kendilerinde birçok şeyin değişeceği iddiasında: “Kendi yaşamımda çok şey değişti. Ne kadar çok Kur'ân okursak dünya ve hadiseler o kadar küçülüyor. Kendi gelişiminize odaklanıyor, hadiselerin bizi eğiten vesilelerden ibaret olduğunu görebiliyorsunuz. Kur'ân önce eksiklerimizi teşhis ediyor, bunu hadiselerin aynasında görüp ikna olmamızı sağlıyor ve tedavi için uygun dua etmeyi öğretiyor. Okuma sırasında semadan gelen bir havayla hem ruhumuz hem bedenimiz soluk alıyor. Zihnim, sesli okudukça Kur'ân'ın musikisine öyle alıştı ki, müzik dinleme konusunda daha seçici oldum. Müziğin sinirlere hızla etki eden gücünü Kur'ân'ın en üst seviyede kullandığını hissediyorum. Şimdilerde musikisi ve tecvid sırasında meydana gelen ritmik anlatımı ve bu anlatımın nöronlardan başlayıp sinirlere, bağışıklık sistemine, ruhsal ve ahlâkî; boyuta varan etkilerini inceliyorum.”

Tecvide riayet bütün vücudu etkiliyor

Gönül Hurmalı, “Kur'an'daki harflerin ağız içinde dokunduğu noktaların sinir uçlarıyla ve organlarla bağlantısı olabilir mi?” sorusunu da araştırmış. Onu buna yönlendiren ise bu ilahi mesajın Allah katından çıktığı gibi telaffuz edilmesinin istenmesi. Bu yolculukta ilginç durumlar yaşadığını anlatan yazar, araştırmalar sırasında ‘vagus siniri' konusunun açıldığını anlatıyor. Vagus siniri, insan başında soğanilikten başlayarak karın boşluğunda son buluyor. Bu sırada hayati organların tamamına yakınına uğruyor. Hurmalı'nın yaptığı tespitlere göre tecvid kaideleri, harflerin çıkış noklarına yapılan vurgulamalar, med denilen uzatmalar, gunnelerdeki titreşimler bu sinir üzerinde dolayısıyla bütün vücutta etkili oluyor. Hurmalı bu durumu ‘mucizevi okuyuş' olarak adalandırıyor. “Her gün bu şekilde okuyunca neler oluyor diye kendimi izlemeye başladım. Mesela ‘Lam harfi neden sıkı basılarak söyleniyor? Dat harfini çıkarırken neden dilimizin bir yanını dişlere değdiriyoruz? Bu ne işe yarıyor?' diye kendime soruyordum. Vagus, ses tellerinden geçen tek sinir. Diğerlerinden farkı, gidiş ve dönüş tepkileri aynı yerden, yani aynı yerden sinyal alıp veriyor. Beynin arkasından çıkıyor ve bütün organlarımıza dağılıyor. Ayrıca organların içinde kök salıyor. Ses tellerinizden geçirdiğiniz ne varsa bütün vücudunuza dokunuyor. Bahsettiğimiz ses terapileri, vagus sinirinin bu özelliklerine dikkat edilerek yapılıyor. Bu şekilde vücuda içeriden dışarıya doğru bir tür masaj yapıldığını ifade ediyorlar. Harf ve mahreçlerin tertiline ve tecvidine dikkat ettiğiniz zaman ses titreşimlerinin vücuda ahenkle dağıldığını, Kur'an'ın bütün vücudunuza tesir ettiğini hissediyorsunuz.”