29 Ağustos 2015 Cumartesi

Bu okulda yaş sınırı yok

Çocuğa yönelik istismar, eğitimli ya da eğitimsiz bütün ailelerin dikkat etmesi gereken tehditlerden biri. Araştırmalara göre zarara uğratılmış çocukların tamamına yakını yetişkinlere güvendiği için istismara uğruyor. Bunu önlemenin yolu ise çocuğa mahremiyet eğitimi vermekten geçiyor.

Emel Hanım, keyifli bir gün geçirmek için komşularıyla bir araya gelir. Bu sırada arkadaşlarıyla yan odada oynayan çocuğu üzerine meyve suyu döküldüğü için annesinin yanına gelir. Emel Hanım da güzel sohbet ortamını bırakmak istemediğinden çocuğun elbiselerini herkesin ortasında çıkarıp üstünü değiştirir. Buna alışık olan çocuk, kıyafetleri üzerinden çıkarılırken utanıp sıkılmaz...Emel Hanım bu davranışıyla çocuğun mahremiyet duygusundaki gelişmeyi engellediğinin farkında değildir. Mahremiyet eğitiminin eksik kaldığı çocuklar ise sadece zarafet ve nezaketten yoksun kalmıyor, istismarcılara karşı da savunmasız hale geliyor.

Çocuk istismarı, herkesin kendini dışarıda tutarak bahsettiği konulardan. “Benim çocuğumun başına gelmez.” rahatlığıyla sadece başkalarının başına gelene ah vah edilir. Ancak araştırmalar gösteriyor ki çocuk istismarı toplumun kanayan yaralarından biri. Konunun hassasiyeti nedeniyle çoğu kez ‘gizli' kalan olaylar eğitimli ya da eğitimsiz her ailenin başına gelebilecek ciddi bir tehlike. Çocuğun hayatı boyunca peşini bırakmayacak kadar da ciddi bir travma sebebi.

Mahremiyet eğitimi ne zaman verilmeli?

Çocuk istismarının önüne geçmenin yolu, ne çocuğu gözünün önünden ayırmamak ne de onu yabancılara yaklaşmaması için korkutmak. Zira çocuğu toplumdan tecrit etmek mümkün olmadığı gibi ona sadece yabancılardan değil ‘tanıdıklar'dan da zarar gelebileceğini unutmamak gerek. İşte bu durumda devreye mahremiyet eğitimi giriyor. Pedagog Dr. Adem Güneş, çocuklara kendilerini kötü niyetli kişilerden koruyacak güce eriştiren mahremiyet eğitimini ‘çocuk eğitiminin en önemli kısmı' şeklinde niteliyor. Güneş, cinsel kimliği henüz gelişmemiş, ahlâkî; gelişim sürecini tamamlamamış çocuğa cinsel bilgileri ‘ders verir gibi' anlatmanın faydasız olacağını söylüyor. O halde mahremiyet bilincinin çocuğa davranış eğitimi şeklinde 4-7 yaşları arasında verilmesi gerekiyor. Güneş, bu eğitimin nasıl verileceği ve eksikliğinin nelere sebep olabileceğini ise ‘Nezaket ve Zarafet İçin Mahremiyet Eğitimi' kitabında adım adım anlatıyor.

Mahremiyet eğitimi sosyal hayattan tecrit değil

Pedagog Adem Güneş'in bu konuda ilk dikkat çektiği noktalardan biri, mahremiyet eğitiminin yanlış anlaşılması. Kitabında anne-babalarla ilgili gözlemlerini paylaşan Güneş, bu eğitimin özellikle kız çocukların engellenmesi ve sosyal hayattan tecrit edilmesi şeklinde algılandığını anlatıyor: “Anaokulundan itibaren kız çocuk karşı cinsten ayrı tutuluyor. Çocuğu yoğun duygusal denetim altında tutmak ona suçluluk duygusu edindirmek ve onun ‘değersizlik hissi içinde çekingen davranışlar sergilemesi'ni sağlamak marifet kabul ediliyor.” Halbuki mahremiyet eğitimi çocuğa utanç duygusuyla çekingenlik kazandırmak değil. Aksine insan olmaktan ileri gelen değerlilik duygusu hissettirmektir. Utanma ve mahcubiyet duygusu sağlıklı geliştiği takdirde kişiliğin koruyucu kalkanı haline geliyor. Ancak bu duyguların gelişimi sürecinde anne-babaların çocukta baskıcı tutum izlememesi gerekiyor. Güneş, bu noktada şu örneklere yer veriyor: “Çocuklarına ‘düzgün dur, düzgün otur, utanmıyor musun öyle yapmaya' gibi sözel şiddetle yaklaşılınca onlardaki duygusal auralar kırılır. Sosyal çevre tarafından utandırılan bu çocuklar kendi başlarına kaldığında genellikle duygularına yenik düşer.”

Fiziksel aura mesafesini koruyun

Mahremiyet eğitiminin çocuğu utandırmaktan ve ona kendini değersiz, suçlu hissettirmekten geçmediğine dikkat çeken Adem Güneş'e göre üzerinde durulması gereken konu fiziksel aura. Toplumumuzda sürekli ihlal edilen bu terim kısaca, ‘Kişinin fiziksel temas kurmada çevresinde oluşturduğu belli bir daire' şeklinde açıklanabilir. Örneğin, bankada para çekmek için sıraya girmiş kişi bir öndekine fazla yaklaşmayarak fiziksel aurayı koruyabilir. Bu şekilde hem nezaketin gereği yerine gelir hem de fiziksel alana müdahale edilmemiş olur. Bu mesafeyi korumak yetişkinler için olduğu kadar çocuklar için de önem taşıyor. Zira aurası sürekli ihlal edilen çocuklar başkasının aurasını fark edemiyor. Yani kendi bedenine olması gerektiğinden fazla yaklaşılınca bundan rahatsız olmuyor. Çocuklara bu duyguyu kazandırmak adına Güneş'in ebeveynlere tavsiyesi ise şu şekilde: “Eğer ebeveynler çocuğa kendi çapında 25-30 santimetrelik daire çizer, bu mesafeden onlarla zaman zaman fiziksel temas kurar, haricinde çocuklarına müdahale etmezse, ruhun bedenle bütünleşmesi kaygısızca sürdürülebilir.”

Anne-baba çocuğa yaklaşırken, gözlerine bakıp konuşurken dahi bu mesafeyi korumalı. Böylece çocuğa, “Sen buradan itibaren özgürsün. Sana dokunmayacağım. Sana kendi istediğim şekilde hoyratça davranmayacağım.” mesajı verilmiş olur. Anne-baba tarafından oluşturulan bu saygınlık sınırı, dışarıdaki kişilerin de ancak bu kadar yakınlaşabileceği hissini çocuğa yaşatır. Bundan sonraki ilişkilerinde de çocuğun bu mesafenin gözetilmesini bekleyeceğini ifade eden Güneş, şöyle devam ediyor: “Bu saygı sınırı başkası tarafından aşılmaya başladığında ruhun hiç de alışık olmadığı bir durumla karşılaştığını hisseden çocuk rahatsız olur, kendini korumaya çalışır ki mahremiyet eğitimi işte budur.”

Çocuğunuzdan izin alın

İstismardan korunmada fiziksel auranın önemine dikkat çeken Adem Güneş, bunu oluşturmadaki yollarını da paylaşıyor. Örneğin çocuk elbisesini ters giydiğinde, “Bu nasıl elbise giymek böyle” diye elbisesinin ondan izinsiz, zorla çıkarılması yanlış bir davranış. Bunun yerine “İzin verirsen ben gösterebilir miyim sana?” diyerek fiziksel alanına onun izni dışında yaklaşılamayacağı çocuğa öğretilir. Toplumumuzda en çok yanlışa düşülen davranışlardan biri de çocuğu sevme şekli. Anne-baba bile olsa öpmek için çocuktan izin alması gerektiğini anlatan Güneş, bu şekilde ondaki mahremiyet hissinin gelişeceğini söylüyor. Tam aksine sergilenen, “Ben bu çocuğun babasıyım, istediğim gibi sarılır öperim” tavırları içinse şu tespite yer veriyor: “Öpülmeyi istemediğini ifade etse, tepki gösterse bile ‘sevecen bir zorbalıkla' bedeni esir alınan, çaresiz bırakılan çocuklarda mahremiyet eğitimi zarara uğruyor.” Çocuk her ne kadar anne-babanın bir parçası olsa da ayrı bir birey olduğu unutulmamalı. Bu sebeple ebeveynler, çocuklarının auralarının oluştuğu 4-5 yaşlarından sonra onları öperken izin almalı.

Çocuğun bakımıyla bir kişi ilgilenmeli

-Doğumundan itibaren tüm bakımını yapan ebeveynin, dört yaştan itibaren çocuğun genital bölgelerine teması mümkün olduğunca azaltılmalı.

-Bir zaruret bulunmadığı takdirde çocuğun altını sadece annenin değiştirmesi, bu mümkün değilse de sürekli farklı kişilerin değil, sabit bir kişinin değiştirmesi uygun.

-Çocuğun altı değiştirilirken kardeşlerinin aynı ortamda bulunmaması gerekiyor.

-Çocuğun tuvalet temizliğinin en çok beş yaşına kadar uzatılması uygun olanı. Bu çağdan sonra çocuk tuvalet temizliğini kendi yapar hale gelmeli. Okulöncesi eğitime başlayan bir çocuk tuvalette kendi temizliğini kendisi yapar duruma gelmiş olmalı.

-Bebek yürümeye başladığı andan itibaren ortada çırılçıplak bırakılmamalı. Çocuğun hatırlayabileceği en küçük yaş yaklaşık üçtür. Bu yaştan itibaren genital bölgesinin iç çamaşırıyla örtülü olduğunu anımsamalıdır.

22 Ağustos 2015 Cumartesi

Dünyaları küçük oyunları büyük

Arama motoruna ‘en sevilen çocuk oyunları' yazdığınızda karşınıza çıkanlara şaşırmayın. ‘Çocuklar ne oynuyor?' diye merak ettik, bırakın çocukları yetişkinlere bile uygun olmadıklarını gördük. ‘Justin Bieber dayak', ‘firikik yakala', ‘emo aşkı yaşa' örneklerden sadece birkaçı.

Üç yaşında ama tabletten oyun açmayı biliyor.' cümlesini sık sık duyar olduk. ‘Kendi küçük aklı büyükler'in internet kurdu olması yeni bir övünç kaynağı. En sevdikleri oyunu açmaları dakikayı bulmuyor. Bunun için okuma-yazma bilmelerine de gerek yok. Birkaç tuşla birbirinden renkli siteler önlerinde hazır. O minik parmaklar rekor kıradursun anne-baba rahat nefes alıyor(!). Buraya kadar her şey normal. Fakat bilgisayarı elinden aldığınız dakika kıyamet kopuyor. Aldırmayıp siteyi incelemeye kalkıştığınızda karşınıza çıkması muhtemel tablo şöyle: Derya'ya makyaj yap, yaşlı teyzeyle dans, ilk öpücük, emo aşkı, ev ödevinden kaytarmaca, kafe kaçamağı, Candy kız giyindir... Sadece isimleri bile can sıkmaya yetiyor. Görseller ise çok daha ürkütücü. Bırakın küçükleri, yetişkinlere bile uygun olduğunu söylemek güç.

Çocukların prize bağlı saatlerini azaltmak gerektiği konusunda herkes hemfikir. Bunu başarmak ise çok kolay olmuyor. Önceleri televizyonun bakıcılığında beslenen afacanlar şimdi internet olmadan ağzına lokma sokmuyor. Bu bağımlılıkta ebeveynin ödüllendirme sisteminin etkisi büyük. Hemen her olumlu davranış internet oyunuyla mükâfatlandırılıyor. Telekomünikasyon Daire Başkanlığı kontrolündeki siteler, değerler eğitimine ve karakter gelişimine uygun olmadığı halde tıklanmaya devam ediyor. Her birinin ne derece uygunsuz olduğunu, başkanlığın bizzat ‘güvenli çocuk' adında bir oyun sitesi kurmasından anlayabilirsiniz. Klinik psikolog Reyhane Dağlar, mevcut koşullarda bütün sorumluluğun ebeveynde olduğunu belirtiyor. Dağlar, çocukların ruhaniyetine ters her türlü malzemeyi duygusal şiddet olarak tanımlıyor.

Oyun sitelerinde sadece çocuk yok

‘Zaten denetimden geçiyordur' varsayımıyla hareket edildiğinde çocuk istismarına kapı aralanıyor Dağlar'a göre: “Aile ya da çocuğa bakan kişinin buna müsaade etmesi, izletmesi durumunda çocuk istismarı ortaya çıkar. Çünkü minik, duygusal açıdan zarara uğruyor. Nasıl ki ebeveyn, evladı fiziksel olarak kendisine zarar verir diye kesici aletleri ortada bırakmaz, aynı şekilde de oyunlardaki uygunsuz materyal ve içeriklerin de önünü almak zorunda.”

Bir diğer tehlike ise oyun sitelerindeki mesajlaşmalar. Oyuncuların bir bölümü yetişkin olduğundan tacizler yaşanıyor. New York University'de ihtisas eğitimini alan Reyhane Dağlar, yurtdışındaki siber suçlara karşı mücadelenin Türkiye'de de işlemesi gerektiği görüşünde: “Amerika'da savcılıkta çalıştığım dönemde internette çocuk istismarcılarını yakalamak için oluşturulmuş bir birimle çalışmıştım. İstismarcıları yakalamak için uzmanlar kendileri de çocukmuş gibi yazışıyordu. Bu sebeple ailelerin bunu da dikkate almaları gerektiğine inanıyorum.”

Saklambaç oynayalım mı?

Çocuklar için oyun çok önemli bir ihtiyaç. Karakter ve kişilik gelişiminde de önemli rol oynuyor. Dış dünyayı algılamada en doğal öğrenme aracı, geleceğin provası oyunları yasaklamak doğru değil. Psikolog Sümeyye Demir, bilinçaltı mesajları olan sanal eğlenceler yerine geleneksel oyunları tavsiye ediyor. Hepimizin bildiği elim sende, saklambaç, körebe gibi oyunlar çocukların psikolojisine olumlu etki ediyor. Bilgisayarı yasaklamak yerine beraber vakit geçirdiğinizde çocuk ruhsal olarak tatmin oluyor. Demir, bu süreçte sabrı elden bırakmamanın önemine değiniyor. Çünkü çocuklar alışkanlıklarından kolay kolay vazgeçmiyor. Ayrıca istediğini yaptırma konusunda her türlü yolu deniyor. İletişimin olmazsa olmazı samimiyet burada da oldukça önemli Demir'e göre: “Onunla gerçekten eğlenmek istemeniz gerekir. Ebeveynler evladıyla ruhsal bütünlük sağlayabilme ve onun yaşına inebilme konusunda ne kadar başarılı olursa o kadar iyi arkadaş olabilir. Çünkü çocuk kendisiyle ruhsal temasa girmeyen yetişkini oyununa dâhil etmez. Ve ne yazık ki yetişkinler çocuğun o büyülü ve ruhsal olarak iyi edici atmosferinden mahrum kalmış olur.”

FARKLI KANALLAR RAHATLATIR

Çocukları internet oyunlarından uzaklaştırmak adına ‘Yeter artık. Çok oynadın. Oynama!' türünden ikazlar çoğu zaman sonuçsuz kalıyor. Bunun yerine alternatifler sunmak gerekiyor. Klinik psikolog Reyhane Dağlar, sanal ortamın gerçeklikten kopardığını hatırlatıyor. Bu bakımdan gerçek dünyayı daha cazip hale getirmekten başka çare yok. Yorgun, sürekli reddeden, serbest zamanlarını ev işleriyle veya televizyon başında geçiren ebeveynlere çok iş düşüyor. Dağlar, çocuğun haz kanalını farklı kaynaklarla değiştirmek için yüzme, resim, müzik gibi aktiviteleri öneriyor. “Bunlardan daha da önemlisi günün birkaç saatini sanal oyunlarla harcayan çocuğun duygusal açlığını da gözden kaçırmayın.” diyor.

İradesi zayıf çocuklar çağı

Psikolog Sümeyye Demir ise çocuk gelişiminde irade ve duyarlılık olmak üzere iki önemli nokta olduğunu hatırlatıyor. Duyarlılık; çocuğun hissediciliğini koruması, hayattaki güzelliklerin farkında olması, canlıları sevmesi ve değer vermesi, empati yapabilmesi duygularını içeriyor. Duyarlılık ise keyif almayı ve hazzı beraberinde getiriyor. Bu nedenle çocukta duyarlılık gelişirken irade de mutlaka beslenmeli. İrade sağlamlaştığında çocuk olumsuzluklardan daha az etkileniyor. Psikolog Demir, bilgisayar oyunları nedeniyle yaşına uygun olmayan ama keyif verici, eğlenceyle tanışmanın sonuçlarını şöyle özetliyor: “Kız çocuğu çok erken bir dönemde makyajla tanışırsa ve bu hoşuna giderse makyaj yapma isteğini öteleyebilmesi pek mümkün olmaz. Bu durum iradesinin gelişimini de olumsuz yönde etkiler. Aynı şekilde bir erkek çocuğu fizikî; güzelliğin ön plana çok fazla çıkarıldığı oyunlar oynarsa irade gelişimi sekteye uğrar. Yaşına uygun olmayan, cinsellik içeren türler de çabuk büyüme isteğine, genç (ergen) gibi davranmaya ve duygusal olarak kendisini zorlayan hislerin oluşmasına neden olur.”

15 Ağustos 2015 Cumartesi

Büyük camiye değil, insana yatırım yapılmalı

Shems Friedlander, tasavvufa gönül vermiş Amerikalı bir derviş. Kraliyet İslami Araştırmalar Enstitüsü tarafından sanat ve kültür alanında 2012'nin ‘En Etkili 500 Müslümanı'ndan biri seçildi. Bugüne kadar on kitaba imza atan Friedlander, yaptığı işlerde Müslüman kimliğini de yansıtmaya özen gösteriyor. Son kitabı ‘Kış Hasadı'nda ise hayat tecrübeleriyle tasavvufun ufuk açıcı hikâyelerini buluşturmuştu. Resim, fotoğraf, film ve yazdığı kitaplarla İslam'ı anlatan Friedlander ile tasavvufu konuştuk.

Sizi İslam'a yakınlaştıran şey tam olarak neydi?

Batıda insanlar bundan 40-45 yıl önce İslam'a Sufizm yoluyla girdi. Birçok insan Sufiliği İslam'a giriş yolu olarak görüyor. Ben de İslam'a, Sufilik kapısından girenlerdenim ancak bugünlerde bu yol değişti. 11 Eylül olaylarıyla dünya, İslam'ın büyük bir din olduğunu öğrendi ve tarihsel bir din olmaktan çıktı. Ancak 11 Eylül olayları İslam'ı yanlış bir şekilde dünyaya gösterdi.

Batı'nın İslam'a açılan kapısı şeriat mı, tarikat mı?

Şeriat ve tarikati konuşmadan önce, insanların dünyada bir şeylerin yanlış gittiğini tanıması konusunu tartışmamız gerekiyor. Bu yanlış gidişi tanıma doğru ve yerinde olursa tarikat ve şeriat kapısı Allah tarafından kişinin karşısına konulur ve İslam'a giriş gerçekleşir. Bence bu zamanda batının İslam'a girişinin yolu tasavvuftan geçiyor. Bunu söylerken Sufilik ile İslam'ı ayırmıyorum.

Oysa bugün sufizm ve İslam farklı şey gibi algılanıyor.

Sufizm, İslam'ın içinde olan bir şeydir. Bunları ayıran ve yanlış yönlendirme yapan medya veya İslam'ı doğru anlamamış olan insanlardır. Bu insanlar tasavvufu da anlamayanlardır.

Bazıları Mevleviliği meditasyon olarak algılıyor ve yaşantılarında dinî; hükümleri yerine getirmiyor.

Bu, Mevleviliği kötüye kullanmadır. Batı'da hayat tarzlarını İslam'a ve Sufiliğe yerleştirmek isteyen kitleler var. Onlar sufiliği kendilerine göre dizayn etmek istiyor.

İnsanlar Mevlânâ'yı sufiliği anlatan popüler romanlardan öğreniyor. Burada bir problem yok mu?

Bu şekilde öğrenilen bilgiler doğru değil. Mevlânâ Celaleddin'i anlamak için onu bilip, onun gibi yaşamak gerekir. Mesela Mevlânâ aşktan bahseder. Ancak bu metafizik bir aşktır; bir kadına bir erkeğe duyulan aşk gibi değil. Bu yönde anlatılınca aşk kelimesi üzerinden yapılan bir ucuz ticaretlere dönüyor.

Popüler romanlardan öğrenmek Hazreti Mevlânâ'yı sekülerleştirir mi?

Mevlânâ her zaman Mevlânâ'dır. Değişmez. Nasreddin Hoca sokak lambasının altında bir şey arıyormuş. Arkadaşı gelmiş ve sormuş, ‘Hocam ne arıyorsun?' Hoca, ‘Anahtarımı kaybettim onu arıyorum.' Arkadaşı, ‘Anahtarı burada mı kaybettin?' diye sormuş. Hoca da cevap vermiş, ‘Hayır, kapımın yakınında kaybettim ama burası daha aydınlık.' Mevlânâ'yı da doğru yerde aramak gerekiyor. Romanlarda ararsan bulamazsın. Eğer dini sokakta arıyorsan onu da bulamazsın. Din, Allah ile olan bir bağdır.

Kış Hasadı kitabınızdaki bir pasajda ‘İlk peygamberin adında Allah nasıl yaşanacağının sırrını göstermiş.' diyorsunuz. Yıl 2015 ve insanın özeti nedir?

Adem ismindeki harfler elif, dal ve mimdir. Elif harfi namazda kıyamda duran insanı, dal namazda oturanı, mim ise secdedeki insanı temsil etmektedir. Hz. Âdem'in ismindeki sır, insanın Allah'a ibadet etmesi gerekliliğidir. Bu sır bugün de değişmedi. Çünkü ibadet etmek insanın fıtratındadır. Eğer insan Allah'ı tam manasıyla bilirse insan için mana da değişmez.

Cat Stevens yani Yusuf İslâm, ‘Kuran'dan önce Müslümanlarla tanışsaydım asla Müslüman olmazdım.' diyor. Bu düşünceye katılıyor musunuz?

Yusuf İslâm, İslâm'ı nasıl kabul ettiğini bu sözlerle açıklıyor. Ben hâlâ bu zamanda Müslümanlığı tam manasıyla yaşayan insanların olduğuna inanıyorum. Bizim medyadan öğrendiğimiz, İslâm'ın yanlış yorumlanmış halidir. Allah diyor ki, ‘Yeryüzünde lâ ilâhe illallah diyen bir kişi olduğu sürece yeryüzünü yok etmeyeceğim.' Bu, Müslümanlığı yaşayan insanların hâlâ bulunduğunu gösteriyor.

Altı minareli büyük camilere ihtiyacımız yok

İslâm'ı resimle, filmlerle, fotoğrafla, sanatla anlatıyorsunuz. Sanatı kişinin kendini bilmesinin yolu olarak mı görüyorsunuz?

Sanatın evrensel bir dil olduğuna inanıyorum. İnsanlar farklı dilleri konuşsa bile bir sanat eserini aynı şekilde görebiliyor. Bir resme baktıklarında o resimde kendilerinden bir şeyler bulması da mümkün olabiliyor. Bir çerçevenin önünde dururken o donmuş resimden kendince şeyler çıkarır insan ve bu çıkarımlarla yeni bağlar kurabilir. Bence sanatın amacı da bu bağları kurdurabilmektir.

İslâm tarihinde birçok estetik yapısı olan mimarî; var. Ancak bu yapıları günümüzde göremiyoruz. Müslüman dünyasının sanat ve estetik anlayışlarını nasıl buluyorsunuz?

Bence şu an yeterince güzel cami var. Altı minareli büyük camilere ihtiyacımız yok. Önemli olan artık insanların güzelliğine çalışmaktır. İbadettir önemli olan, cami değil. Meyvedir önemli olan, ağaç değil. Hiçbir çiftçi meyve vermeyen bir şey yetiştirmez. Camiler insanların ibadet etmesine imkân sağlar ama meyve değildir. Meyve insandır, ibadet de onun ağacıdır.

Yeterince büyük cami var diyorsunuz ama Türkiye'de hâlâ büyük camiler yapılıyor. Mesela Çamlıca Tepesi'ndeki cami gibi. Bu bir ihtiyaç mı?

Bundan 10 yıl önce insanlar özellikle küçük yerlerde beş vakit namazlarını kolayca eda edebiliyordu. Ancak bugün bu biraz zor. Ben cami yapılmamalıdır demiyorum. Bunun bir yarışma haline dönüşmemesi gerektiğini söylüyorum. Biz ayrı zamanlarda yaşıyoruz. Yüzyıl önce kaybedilen güzellik anlayışımız ve mimarlık anlayışımız yok. Bugün bir Sultanahmet inşa edemezsiniz. Öncelikle bunu yapacak bilgi yok. İkinci olarak ise buna yetecek para yok. İslâm dini anlam kaybetmeden gelişmelerin takip edilmesine önem verir. Mesela Peygamberimiz zamanında uçak yoktu ve insanlar çölleri aşarak Hac vazifesini yerine getiriyordu. İnsanlar çölde namaz kılıyor, aylarca yürüyor ve en sonunda Mekke'ye ulaşıyordu. Bu zorlukların sonucunda ulaştıkları güzellik onlara Allah'ın mükemmelliğini anlamasına sebep oluyordu. Şimdi insanlar uçaklar vasıtasıyla birkaç saat içinde Mekke'ye ulaşabiliyor. Müslümanlıkta moderniteye ayak uydurmak vardır. Ancak bu ayak uydurma sırasında önemli olan mânâyı unutmamaktır.

Yani çağa ayak uydurmak İslâm'a karşı gelmek değildir.

Birisi Efendimiz'e gelir ve ‘Bana yardım et, ben dünyaya âşığım.' der. Efendimiz cevap verir: ‘Eğer ölümü düşünürsen dünyanın, hayatın geçici olduğunu anlarsın.' Neden yaşıyorsun? Neden geçici bir şeye âşık oluyorsun. Hayat bir köprüdür. Köprülerin üzerine ev yapılmaz.

KÜLTÜR, DİN DEĞİLDİR

New York, Türkiye ve uzun bir müddet bulunduğunuz Mısır bağlamında üç farklı ülkenin İslâm anlayışını nasıl yorumluyorsunuz?

Kültürlerdeki hataların yansımasından kaynaklı farklılıklar var. Kültür bir din değildir. Ancak kültürü hayatın içine soktuğunuz zaman sıkıntılar görülmeye başlıyor. Mesela Türkiye'deki yemek kültürü. Bir sofrada 26 çeşit yemek olabiliyor. Peygamberimiz ise, ‘Karnınızı tam doyuracak kadar yemeyin.' diyor. Yani kültür, dini istila ediyor. Ancak İslâm bir gerçektir. Gerçekler yanlış yorumlanabilir ama değiştirilemez.

Kahire ve İstanbul'da gözlemlediğiniz İslâm, kültür nasıldı?

İslâm orada da İslâm, cuma orada da cuma. Ancak keskin farklılıklar da var. Mesela, Ramazan ayında Kahire'de hiçbir Müslüman oruç tutmasa bile sokakta veya restoranlarda yemez içmez, hatta Hıristiyanlar bile. Kahire'de üniversitede hocalık yaparken Hıristiyan öğrencilerim de vardı. Hiçbiri sınıfa kahve, su getirmesi serbest olmasına rağmen getirmezdi. Fakat Türkiye'de Müslümanlar buna dikkat etmiyor, Hıristiyanlar ediyor. Bu farkın olması da Türkiye'de laikliğin Kahire'den daha fazla yaşanması.

Bir derviş, güncel siyasetle ilgili ne düşünür?

Sufilerin politik konulara girmemesi onlar için en iyi olan şeydir. Televizyonlara baktığımız zaman 24 saat birçok konunun konuşulduğunu görürüz. Ben bu konularla ilgilensem bir şeyi değiştirebilir miyim? Hayır. Önemli olan kendini değiştirmeye çalışmaktır. Belki bir kişi dünyayı etkileyebilir.

Arap baharında insanlar protestolarla bir şeyleri değiştirmeyi düşündü. Sizce bu sadece siyasî; yaşantıyı değiştiren hareketler miydi, yoksa dinî; yaşayışta da değişikliklere sebebiyet oldu mu?

Ben öyle düşünmüyorum. Bu tarz siyasî; gösteriler herhangi bir kişinin İslam'ı anlamasını geliştirdi mi? Hayır. Hatta bunlar insanların İslam'ı yanlış anlamasına sebep oldu ve radikal örgütler bu protestolar sonucu ortaya çıktı El-Kaide, DEAŞ gibi.

Film yapıp kitaplar yazarak hesabımı ödemeye çalışıyorum

“Birçok sufi şeyh, ‘Zamanını insanları Allah'a yöneltmek için değerlendir.' der. Ben de bunu yapıyorum. Muzaffer Efendi büyük bir sufi şeyhiydi ve onun yanında olmak büyük bir ayrıcalıktı benim için. İnşallah ondan öğrendiklerimi insanlarla paylaşabilirim. Size bir hikâye anlatmak istiyorum: Safer Efendi ile birlikteyken, bana birçok şey anlattı. Ona, ‘Bana birçok şey öğrettin. Benim sana ödenecek bir hesabım oluştu. Ben bunu kesinlikle ödeyemem.' dedim. Efendi cevap verdi: ‘Evet, doğru söyledin. Bana ödeyeceklerin var ancak bunları ödemek zorunda değilsin. Bunları senin hayatına giren herkese vermelisin.' İşte bu yüzden film yapıyorum ve kitaplar yazıyorum. Bu şekilde hesabımı ödemeye çalışıyorum.”

k.kulaksiz@zaman.com.tr, s.ozcelik@zaman.com.tr

2 Ağustos 2015 Pazar

Muhacirlere Ensar oldular

Kenyalı, Romanyalı, Filistinli, Afgan... Kimse Yok mu Derneği'nin çatısı altında buluşan onlarca yabancı aile var. Dernek 113 ülkeye yardım götürmekle kalmıyor, Türkiye'ye sığınan ailelere de kucak açıyor. Tabir-i caizse onlar muhacir, Kimse Yok mu ensar...

Kimse Yok mu Derneği'nin kampanya, sms bağışları, kumbara, kermes gibi yardım kaynakları kurutulmaya çalışılsa da dernek, 210 bin gönüllü sayesinde yoluna devam ediyor. 320 bin aileyi himaye eden dernek, “Kimse Yok mu?” diyenlerin sorusuna “Var” cevabını veriyor. Haberde konu ettiğimiz Filistinli, Afgan, Ermeni aileler himaye edilen onlarca aileden birkaçı.

Canlı bomba yolunu kesti

Afganistan'dan Türkiye'ye göç eden Hetemad ailesinin hikâyesi, beyazperdeye aktarılacak cinsten. Ailenin reisi Nur Ahmet, Afganistan istihbarat teşkilatında çalışıyormuş. Pek çok ölüme şahit olmuş. Kendisi de Taliban tarafından sürekli tehdit alıyormuş. Hatta bir gün arabasını patlatmışlar! Nur Ahmet o suikasttan ağır yaralı kurtulmuş, karnındaki ameliyat izleri o günü hatırlatıyor. Tehditler bununla kalsa iyi. Taliban kafasını kestiği 4 polisin kellesini merkeze yollamış bir başka gün, aynı gün öldüresiye dövülen 3 polis de cabası. Tehditlerin ardı arkası kesilmemiş. Nur Ahmet'in yolunu kesen Taliban üyesi, ceketini açmış ve bedenini saran bombaları göstermiş. Nur Ahmet, “Bombaları gözümle gördüm. Karşımda canlı bomba vardı ve beni yüzde yüz öldüreceğini söylüyordu. Kendisini meydanda patlatırsa onlarca kişi ölecekti. Ona nereye isterse geleceğimi söyledim…” şeklinde anlatmayı sürdürüyor. Çocuklar konuşulanlara dikkat kesilince sessizleşiyoruz. Nur Ahmet, Afganistan'daki son bayram namazını anlatıyor: “Bayram namazı meydandaki büyük camide kılınır. Arabama bindim, ne kadar uğraştıysam çalıştıramadım. Namazı kaçırmamak için en yakın camiye girdim. Namazdan sonra bir telefon geldi ve büyük camide patlamayı haber verdiler. Koşarak arabama gittim ve arabam bu sefer çalıştı. Allah beni çocuklarıma bağışlamıştı. O patlamada kimi evden 6 kişi öldü, kimi evden 4 kişi. Aileler yok oldu. Şehirde oluk oluk kan aktı. 2 kamyon insan eti topladık.”

Çocuklarının geleceğini düşünen Nur Ahmet, evini işini bırakmış ve Türkiye'ye gelmek için uğraşmış. Vize çıkmayınca İran'a gitmişler. Orada bir elma bağında çalışarak ailesinin geçimini temin etmiş. İran'daki hayat şartları ağır gelince Türkiye'ye sığınmışlar.

OKULA GİDEMEDİĞİ İÇİN AĞLIYOR

Hetemad ailesi bir süredir Türkiye'de ancak burada da hayat kolay değil. Çünkü oturma izinleri yok. Bu durum en çok eğitim ve sağlık alanında mağduriyet oluşturuyor. Nur Ahmet iki üniversite mezunu, eşi Meryem Hanım da edebiyat öğretmeni. Bu anne baba için en büyük ızdırap çocuklarını okula gönderememek… 7 yaşındaki Aykız, semtteki okula misafir öğrenci olarak gitmiş ama bir süre sonra resmî; kaydı olmadığı için geri göndermişler. Nur Ahmet, “Kızımın elinden tuttum, okuldan çıktık. Ertesi sabah okula gitmek istediğinde ‘Bugün pazar, okul yok.' dedim, birkaç gün okula gitmeyince ‘Bugün de mi pazar?' demeye başladı. Okula gidebilmek için ağlıyor. Annesi de kızım okula gidenleri görüp üzülmesin diye okul saati pencereleri kapatıyordu. Şimdi oğlumun da okul çağı geldi.” diyor.

Hastalandıklarında da izin problemi karşılarına çıkıyor. Meryem Hanım, böbreklerinden rahatsız. Nur Ahmet, bir akşam eşini sırtlamış ve üç hastane gezmişler. Devlet hastanelerinin kapısından Türkiye Cumhuriyeti kimlikleri olmadığı gerekçesiyle geri çevrilmişler. Kadıköy'de bir doktorun kapısını çalmışlar. O da 3 bin lira maliyeti olan bir ameliyattan bahsetmiş. Ümitsizce geri dönmüşler.

Nur Ahmet, üç dil biliyor ve iki üniversite mezunu. Çalışma izni olmadığı için inşaatlarda çalışarak geçimini sağlıyor. Avrupa'ya giden arkadaşları ona Türkiye'den ayrılmasını söylese de Nur Ahmet, Türkiye'yi ve komşularını seviyor. Ülkesinde can güvenliği olmadığı için Türkiye'ye sığınan aile, oturma izni istiyor.

Kardeş aile arıyorlar

Eşref ve Besime Salih çifti de tası tarağı toplayıp Filistin'den Türkiye'ye göç etmiş. Çift üç çocuğuyla beraber hayat mücadelesine İstanbul'da devam ediyor. Onlar savaşsız bir yaşantının mümkün olduğunu burada görmüş. Zira Filistin'deki evleri bombalanmış ve yakınlarını yitirmişler. Eşref Salih'e göre oradaki çocukların ilk kelimesi ya savaş ya bomba. Nitekim kendi oğlu Salim'in söylediği ilk kelime de bomba. Salih, çocuklarının üzerinde savaşın etkilerinin sürdüğünü düşünüyor. Onlar, acı dolu günlerini hatırlamak istemiyorlar. Ancak Eşref Bey, Filistin'de hayat şartlarının ağır olduğundan, işgalden, ambargodan, mahrumiyetten bahsediyor. “Orada hayat yok. Elektrik, su, gıda, ilaç bulmak zor. Evinizde 3 saat elektrik varsa 21 saat yok. Halkımız çok fakir. Orda yaşamak sabır istiyor.” şeklinde konuşuyor ve çocuklarına güzel bir gelecek temin etmek için Türkiye'ye geldiğini anlatıyor. Burayı tercih etme sebebi ise Müslüman bir ülke olması. Türk insanını kendilerine yakın buldukları için buraya alışmakta zorlanmamışlar. Fizyoterapist olan Salih, alanında yüksek lisansa bile başlamış. Üniversiteye gittiğinde masraf olmasın diye yemek yemiyor, “Çocuklarımın rızkını düşünmek zorundayım.” diyor. Burada iş bulmanın zor olduğuna değinen Salih, çeşitli yerlere başvurmuş ama olumlu cevap alamamış. “Siz ensarsınız ben muhacirim.” diyen Eşref Bey, kendisini himaye edecek bir kardeş aile arıyor.

‘İmdat' dedi, karşısına İmdat Bey çıktı

Ermeni bir aileye de kucak açıyor Kimse Yok mu Derneği. Mobilya aksesuar imalatı yapan Murat Hatemoğlu iflas ediyor, evi yanıyor, varını yoğunu kaybediyor. Öyle zor günler geçiriyor ki 40 gün boyunca “Allah'ım canımı al.” diye dua ediyor ve 40. gece rüyasında duasının kabul olduğu söyleniyor. Hatemoğlu panikliyor, birkaç gün kendisine gelemiyor. 40 gün Allah'a yalvarıyor, 40. gece rüyasında vefat eden akrabalarını görüyor, ninesi ‘Ona burada işin yok' diyor, yengesi sofradan kovuyor. Hatemoğlu, o günden sonra “Allah'ım yokluğunda kabulüm varlığın da” diyerek isyan etmeyi bırakıyor.

Aile, dara düştüğü günlerde kilisesinden de belediyeden de yardım alamıyor. Tavsiye üzerine Kimse Yok mu Derneği'nin kapısını çalıyorlar. Boğaziçi şubesinin kapısından girdiklerinde annesi “Kimse Yok mu, imdat!” deyince içerden şube müdürü İmdat Bey çıkıyor ve “Buyrun!” diyor. Herkes şaşkın. Çünkü annesi ne derneğin isminden ne de müdürün isminden haberdar. Oğlunun peşine takılıp gelmiş. İmdat Bey aileyle ilgileniyor ve acil ihtiyaçları gideriliyor. Murat Bey, “Evim yuvam dağılacaktı, yuvamı da kurtardılar.” diyor ve ekliyor: “Eskiden insanlar Allah'tan korkardı, şimdi parasızlıktan korkuyor. Ama bu dernek herkese koşuyor, yardım alsam da almasam da Kimse Yok mu'nun ayakta kalmasını çok isterim.”