27 Mart 2015 Cuma

Nefsini bil huzura er

Kişisel gelişim uzmanı Gülden Üner, tasavvuf öğretisi ve maneviyat psikolojisinden beslenerek yaptığı seanslarıyla kişisel gelişimi farklı bir boyuta taşıyor. Üner’e göre, günlük hayatta karşılaştığımız sorunların büyük kısmı nefsin en alt boyutu olan nefs-i emmarede takılmasından kaynaklanıyor. Çözüm ise ‘Nefsini bilen Rabb’ini bilir’ sözünde gizli.

Gülden Üner, uzun yıllar büyük firmaların satış departmanlarında çalışan, yöneticilik pozisyonuna geldiğinde ise aldığı bir kararla hayatının akışını değiştiren bir isim. O zamana kadar ‘ne kadar kariyer o kadar mutluluk’ mantığına inandığını anlatan Üner, kariyerinin en üst noktasına kadar yükselmesinin mutluluktan ziyade mutsuzluk getirdiğini görünce hayatında bazı kararlar almış. İşi bırakmış mesela. Daha sonra iş hayatı sırasında özel ilgi alanı olarak belirlediği kişisel gelişim ve yaşam koçluğu konusunda derinleşerek bu alanda uzmanlaşmış. Fakat onu diğer kişisel gelişim uzmanlarından ya da yaşam koçlarından ayıran bir özelliği var; kişisel gelişim üzerine Batı’nın geliştirdiği yöntemlere tasavvufu da ekliyor olması. Üner, insan psikolojisinin bilimsel olarak açıklananların ötesinde maneviyatla yakından ilgili olabileceğine karar vererek, maneviyat psikolojisinin kendi alanındaki öncülerinden biri olmuş. Tasavvuf öğretisi ve maneviyat psikolojisinin birleşimiyle yaptığı seansların temelini ise beden-zihin-nefs-ruh bütünlüğü üzerine yeniden yapılandırıyor.

Üner’e göre kişinin kendisiyle barışık olmasının sırrı, tasavvufun temel ilkelerinden olan ‘Nefsini bilen Rabb’ini bilir’ sözünde gizli. Rabb, isminin öğretici anlamından yola çıkan Üner, “Rabb bize sürekli öğretiyor. Bunu, karşılaştığımız bütün kişilerle yaşadığımız olaylarla yapıyor. Bütün karşılaşmalarla var oluş sisteminin, bu kâinatın ya da Allah’ın yarattığı sistemin ne demek olduğunu biliyoruz. Bu, bizim yaratıcımızla bir olmamızı hemhal olmamızı sağlayan bir sistem.” diyor. Bunu anlamadığımız sürece hep bir ‘ayrılık yası’ yaşadığımızı söyleyen Üner, nefsin en alt boyutu olan nefs-i emmare boyutunda yaşadığımız bu ayrılık hissinin kişinin hayatında önemli sorunlara yol açtığını düşünüyor. ‘Ne gibi?’ sorusuna bir örnek vererek cevaplıyor Üner: “Düşünün yeni doğan bir bebek annesiyle bir ve bütündür, ayrı diye bir şey yoktur. Belli bir zaman geçmesi gerekir ki anneden farklı bir varlık olduğunu anlasın. O bebeği en çok ihtiyacı olduğu zaman anneden çekip alsak ne yapar? Büyük bir eksiklik yaşar değil mi? O eksiklik onun bütün hayatına da tesir eder. Aslında biz de dünyaya ilk doğduğumuzda yaratıcımızdan bir ayrılmışlık hissiyle doğuyoruz ve o bizim bütün hayatımızı biz farkında olmasak da etkiliyor. Çünkü Rabb’imizden uzaklaşınca kendimize de yabancılaşıyoruz.” Binlerce seans yaptığında gördüğü şeyin ‘insanların kendine çok yabancı olması’ olduğunu söyleyen Üner, “Kendimizi tanıma konusunda çok uçurum yaratmış olabiliyoruz. Kendimizi tanıdığımızı zannediyoruz ama hiç öyle değil. Kişi kendini masaya yatırdığı zaman ‘a bu ben miyim, öyle mi yapmışım!’ demeye başlıyor her seansta. Yaşadıkça kendini tanımaya, kendine yakınlaşmaya başlar. Kendisiyle bir oldukça da aslında yaratıcıyla bir oluyor.” diye konuşuyor.

Yaratmaya değer bulmasaydı burada olmazdık

Peki bunu bilmek, insanın günlük hayatında karşılaştığı sorunların çözümünde neler sağlıyor? Üner, ‘Dört Ö’ diye bir şeyden bahsediyor. Yani ‘özgüven, özsevgi, özsaygı ve özdeğer’. Sonrasında ekliyor: “Çünkü kişi özünü keşfetmiş oluyor. Ego dediğimiz şeyi biraz aşmış ve egonun ötesindeki beni keşfetmiş oluyor. İşte orada aradığımız güven, sevgi, saygı ve değer var. İnsanların birçoğu kendini çok değersiz olarak nitelendiriyor. Bu değersizlik var içimizde. Oysa ki Allah yaratmaya değer bulmasaydı burada işimiz yoktu. Düşünün bunu her an yaşıyor ve hissediyorsunuz. O zaman ne olur? Kaygılar birdenbire ortadan kaybolmaya başlar. Kendinizi daha güvende hissedersiniz. Sevildiğini her an bilmek. Sizi hiç terk etmeyen, hiç bırakmayan bir varlık var. Biz sevgiyi dışarıda arıyoruz. Bu her zaman mümkün değil. İnsan bazen annesinden babasından bile o sevgiyi alamayabiliyor. Bunlar travma sebepleri ama kişi neden yaratıldığını bilirse o sevgi onda sabit olmaya başlıyor. Bu sefer sevgiyi veren oluyor, verdikçe de alan alıyor.”

Ölümle ilgili yanlış kodlamaları değiştirmeye çalışıyoruz

Üner’in kaygıların büyük kısmının kaynağı olan ölümle ilgili diyecekleri de var. Ona göre ölümle ilgili toplumsal kodlamalarımız yüzünden bizi bekleyen bu gerçekten çok korkuyoruz. Çünkü öleceğimizi bilerek yaşıyoruz. Şu sözler ona ait: “Zannediyoruz ki toprağın altına gömülmek, bitmek, yok olmaktır. Bu, korkunç geliyor. Oysa ki nefs yapısını bilse bu sonsuz bir yolculuk. Mevlânâ ne der: ‘Ben öldüğümde benim arkamdan sakın ağlama benim düğün gecem.’ Bunların hiç farkında olmayanlar var. Onların kodlarını değiştiriyoruz çünkü o kodlar onları hasta ediyor, kaygılandırıyor. Hayatın içinde yaşamını sürdüremez hale getiriyor. O zaman o kodların değişmesi gerekiyor. Hiçbir zaman yok olmayacağını bilse o zaman bu korku da ortadan kalkmaya başlıyor.”

‘Ölmeden önce ölünüz.’ hadisinden bahseden Üner’e göre, bu hadiste anlatılmak istenen bu dünyadan elini eteğini çek ve ilgilenme demek değil. Zaten bu sahip olduğunu sandıklarının hiçbiri sana ait değil, sen sadece kullanma hakkına sahipsin, demek. Bunu bilmemiz halinde kazandığımız ve kaybettiğimiz hiçbir şeyin bizi mutlu ya da üzgün yapmayacağını söyleyen Üner, “Eğer bunların gelişi ve gidişi bende hiçbir etki yaratmıyorsa o zaman ben daimi huzurdayım demektir. Birinin ya da bir şeyin gidişi ile paramparça olmamak ya da bol miktarda gelmesiyle de Allah’ım ben ne mutluyum dememek. Nefsini bilmek, bu dengeyi getiriyor insana.” diyor.

20 Mart 2015 Cuma

Bediüzzaman'ı genç talebeleri anlattı

Üstad’ı defneden erlerden Ahmet Çam (Gaziantep): Bize bir casusu defnedeceğimizi söylediler

Bediüzzaman Hazretleri’ni Isparta’da defneden askerlerden biri Ahmet Çam… 1939 yılında Gaziantep’in Nizip ilçesine bağlı Yeniyazma köyünde dünyaya gelir, 1959 yılında da 24 aylık askerlik vazifesini yapmak üzere Isparta’ya gider. Altı aylık eğitimden sonra 58. Tümen Karargâh Birliği’nde nizamiye nöbetçisi olarak görevlendirilir. Askerliğinin on beş ayını geride bıraktığı temmuz ayının ortalarında öğle yemeği için hazırlanırken aniden gelen emirle Afyon’a doğru birkaç asker arkadaşı ve subaylarla birlikte yola çıkar. Yolda kendilerine ölü bir casusun defnedilme işlemine nezaret edecekleri söylenir. Ellerine mermi dolu tüfekler verilir ve cenazeyi güvenlik çemberine almaları istenir. Ahmet Çam, o günleri tekrar yaşarmışçasına anlatıyor: “Üstad’ın cenazesini Urfa’dan Afyon’a uçakla sevk ettiler. Bizi de o gün apar topar öğle yemeğinde Afyon’a getirdiler. 12 asker ve 6 subay cenazeyi almaya gittik. Askerî arabalarla cenazeyi Afyon Havaalanı’ndan aldık. Tabii kimin cenazesi olduğunu bilmiyorduk. Sorduğumuzda gelen kişinin bir casus olduğunu söylediler. Tüfeklerimizi çapraz tutacak şekilde askerî aracın içine yerleştik. Herhangi bir muhtemel saldırıya karşılık da tüfeklerimizi mermiyle doldurdular! Cenazeyi virajlı ve çok bozuk yollardan geçerek Isparta’nın bir dağına getirdik.”

 Havanın kararmasına rağmen uzun ve yüksek bir dağın tepesine geldiklerini çok iyi hatırlıyor Ahmet Çam. Ortam o kadar karanlıkmış ki ellerindeki el fenerleri bile aydınlatmaya zor yetiyormuş. Nitekim etrafta bir mezarlık dahi olduğunu anlayamadıklarını ve Üstad’ın naaşını nasıl defnettiklerini şöyle dile getiriyor: “Ben tüfeklerin başında nöbetçi olarak beklerken birkaç adım ötede arkadaşlarım bir yer kazdı, tabutu açtı ve naaşı oraya defnettiler. Gömdüğümüz yerin etrafını subaylar ve çavuşlar sarmıştı. Defin işlemi gerçekleşirken büyük silahlarla önlemler alınıyordu. Karanlık bir havada defin gerçekleşti. Ne mezar taşı ne de burada kimin yattığını gösteren bir şey konuldu. Gömdüğümüz yerin alt tarafı mezarlıkmış. Gece defnedildiği için oranın mezarlık olduğunu anlayamadık. Üstad’ı mezara indirenler hep büyük rütbelilerdi. El feneriyle ışık tutuluyordu. Bölüğe gece iki gibi dönebildik.”

 O gece bitmek bilmez Çam ve arkadaşları için. Bölüğe gelen bir subay defin işlemiyle alakalı ağızlarından bir şey kaçırmaları halinde askerliklerinin bitmeyeceğini söyleyerek tehdit eder onları. Aradan birkaç gün geçtikten sonra defnettikleri kişinin Bediüzzaman Said Nursi olduğunu öğrenir Çam. Başından kaynar sular dökülür. O anları yâd ederken şunları söylüyor: “İşte bu millet İslamiyet’in ölüsünden bile korkar. Şimdiki aklım olsa gider onun öyle bir boynuna sarılırdım ki, onu öyle bir bağrıma basardım ki…”

İsmail Hakkı Zeyrek (Manisa): Üstad’ın hediye ettiği iki kitabı geri çevirdim, pişman oldum

“Üstad ile lisede okurken tanıştım. O zaman Manisa’nın Yeni Cami dershanelerinde kalıyordum. Oranın bir imamı vardı, beni de çok seviyordu. Üstad’ın eserleriyle tanışmama ilk o vesile olmuştu. Bir kere tanışınca da bir daha bırakamadık. Bediüzzaman’ı başka âlimler gibi kabul etmedik biz. Diğer âlimler eserlerini toplayarak, tahlil ve terkipler yaparak vücuda getiriyor ama Risale-i Nur’un bir ilham mahsulü olduğu her yönüyle kendisini gösteriyor. Bu sebeple insanları cezbediyor ve bu asrın en büyük hastalığı olan imandaki sarsılmayı önlüyor. Aynı zamanda yeni bir dinamik, yeni bir aşk, yeni bir muhabbet imkânı sağlıyor. Onun için Risale-i Nur diğer eserlerden oldukça farklı.

 Lise ikide okurken bir arkadaşımla beraber Üstad’ı ziyarete gittik Emirdağ’ına. Bize büyük bir alaka gösterdi. O tarihlerde ilk olarak ‘Sözler’ ikinci olarak da ‘Mektubat’ basılmıştı. Biz ikisini de edinmiştik daha önceden. Üstad Hazretleri bize iltifat olsun diye önce Sözler’i bana takdim etti. Kitabın bende olduğunu söyledim ve almadım. Sonra yanı başından bir Mektubat çıkardı ve bana hediye etmek için uzattı. Üstad’a bende var, dedim ve almadım. Sonra aynı kitapları arkadaşa da takdim etti. O da benim gibi Bediüzzaman Hazretleri’ne kitapların kendisinde olduğunu söyledi ve almadı. O anda Üstad tebessüm ederek, ‘O zaman ben de bundan sonra bir şey vermeyeceğim size.’ dedi. Biz güya o zaman Üstad Hazretleri’nin istiğna düsturuna riayet etmek için kimseden bir şey almamaya çalışıyorduk. Hâlbuki Üstad Hazretleri’ne bu yapılamazdı ama biz çocuk olduğumuz için bu hatayı işlemiştik. Dışarı çıkınca Zübeyir Ağabey, ‘Yahu ne yaptın sen?’ diye sordu bana. Ben de ‘Pişman oldum ama oldu bir kere.’ dedim. Isparta’ya döndüğümüzde Bayram Ağabey’e anlattım yaşananları. Güldü ve bana bir ‘Lema’lar’ hediye etti. Memlekete gittiğimde de onu da birisi elimden aldı. Kitaplar bana yar olmadı yani.

 Üstad’ı son ziyaretim ise vefatından kırk gün önce oldu. Ankara-İstanbul-Konya arasında ziyaretler yapıyordu. Ankara’da durmadan Eskişehir’e geçmişti. Biz de hemen bir panelvana atladık, Eskişehir’e geçtik. Soğuk bir gündü. Kuşluk vaktinde Emirdağ’ında ziyaret ettik kendisini. Üstad’ı ziyaretlerim arasında hiçbirisinde onu böyle zinde görmemiştim, delikanlı gibiydi. İzmir ve Manisa’ya da geleceğini söylemişti. Tabii bu geliş, her zaman vücuduyla geliş gibi olmuyor, bu hizmetin orada inkişaf edeceği manasına da gelebiliyordu. Nitekim öyle de oldu.”

Yusuf Urundaş (Şanlıurfa): Üstad’ın cenazesinde ilahi okuduğu için hapse atılan var

1942 senesinde Şanlıurfa’da gözlerini dünyaya açan Yusuf Urundaş, küçük yaşlarda babasının da etkisiyle Risale-i Nur kitaplarıyla tanışır. Üstad’ın uzun yıllar hizmetinde bulunmuş Zübeyir Gündüzalp Ağabey’in yanında Risale derslerine katılır. Günlerden bir gün Said Nursi Hazretleri’nin Urfa’daki İpek Palas Oteli’ne geldiği haberini alır. Ve koşar gider otele…

Karşılaştığı manzara onu hayrete düşürür: “Çok büyük bir kalabalık yığılmıştı otelin önüne. O zaman İçişleri Bakanı Namık Gedik, ‘Hasta da olsa göndereceksiniz, Urfa’da kalmayacak.’ diye talimat vermişti. Urfa’daki vatandaşlar bu karar için, ‘Üstad bizim misafirimizdir, onu vermeyiz.’ deyince emniyet teşkilatı otelin önüne geldi ve içişleri bakanının emri olduğunu söylediler. Kalabalık arttıktan sonra Demokrat Parti İl Başkanı Muhammet Hatipoğlu geldi ve “Üstad benim misafirimdir, kimse onu buradan götüremez.” dedi. Kalabalık dağıldıktan sonra Zübeyir Ağabey ile beraber yukarı çıktık. İki oda vardı, birinde Üstad ve Zübeyir Ağabey kalıyordu, diğerinde de Bayram, Hüsnü ve Abdullah Yeğin ağabeyler... Vatandaşlar birer birer Üstad’ı ziyarete geliyordu. Üstad sırtüstü uzanıyordu, ‘Yusuf kardeş gelsin.’ demiş benim için. İçeri girince Üstad Hazretleri karyolaya sırtüstü uzanmış, eli göğsünün üzerinden nefesi inip kalkıyordu. Gittim elini öptüm, o da mübarek eliyle başımı sıvazladı, dua etti. Karyolanın ayak kısmında durdum öylece. Vaziyetine baktım, hastalığı çok ilerlemişti. Üstad o hasta haliyle pek çok Urfalı misafiri kabul etmiş, hiçbirini geri çevirmemişti. Bunun üzerine Zübeyir Ağabey, ‘Üstad Isparta’da bile bu kadar çok kişiyi kabul etmemişti. Bu hasta haliyle Urfa’da kimseyi geri çevirmiyor. Urfa’yı çok seviyor.’ dedi. Üstad’ı daha fazla rahatsız etmemek amacıyla odadan ayrıldım.”

 Bir gün sabah işe giderken Üstad’ının vefat haberiyle sarsılır Urundaş. İşi gücü bırakıp hemen İpek Palas Oteli’ne koşar. Orada kendisine Üstad’ın en özel eşyaları emanet edilir: “Üstad’ın cenazesi odadan çıkarıldıktan sonra Zübeyir Ağabey içeri girdi ve Üstad’ın kıymetli eşyalarını bir poşete doldurmuş bir şekilde geri geldi. Bavul tipinde bir sepeti, iç çamaşırı, demliği ve daha bazı kıymetli eşyaları vardı. Zübeyir Ağabey elinde bu eşyalarla bana baktı ve dedi ki: ‘Yusuf kardeş, bu eşyalar otelde kalmasın, sana emanet ediyorum. Sen bunları emin bir yerde sakla.’ Ben de hemen eşyaları aldım ve tanıdık bir kardeşimize götürüp verdim.”

 O yıllarda Risale ve Said Nursi o kadar korkulan ve suç teşkil eden iki kelimedir ki Üstad öldükten sonra bile yıllarca insanlar hapse mahkûm edilir. Urundaş, o yıllarda unutamadığı bir hadiseyi şu cümlelerle naklediyor: “Üstad’ın cenazesi eller üzerinde taşınırken bir belediye görevlisi güzel sesiyle ilahi okumuştu. 27 Mayıs ihtilalinde o belediye görevlisi, Üstad’ın cenazesinde ilahi okuduğu için hapse atılmıştı.”

Selahattin Akyıl (İzmir): ‘Risalenin bana ihtiyacı kalmadığı için sesim kesildi’

1933 yılında Van’da doğan Selahattin Akyıl, gençliğinde tanıştığı Risaleleri askere gittiği zaman da elinden bırakmaz. Dönüşte ise Bediüzzaman’ı canlı bir şekilde gidip görmenin vakti geldiğine karar verir. İlk gittiğinde göremez, ikinci gittiğinde ise şehirden ayrılmak üzereyken yakalar. Bediüzzaman, merdivenlerden iniyordur, hemen elini öper, konuşur. Üstad da kendisine Van’daki talebelerinin hepsini teker teker sorar. Daha sonra tekrar tekrar Üstad’ı ziyaret etme fırsatı bulur Selahattin Akyıl. Son görüşmesi ise vefatına bir ay kala Emirdağ’ında gerçekleşir. Kendisini dinleyelim: “Bediüzzaman Hazretleri bana şunları söyledi: ‘Bir ay sonra o taraflara geleceğim. İstiyorum ki seni de yanıma alayım, beraber gidelim. Ama diyecekler ki kendi hemşehrisini yanına aldı. O yüzden sen git, ben bir ay sonra geleceğim.’ Hakikatten bir ay sonra Urfa’ya geldi ve orada Hakk’a yürüdü. O dönem hastalığı oldukça ilerlemişti. Bana bakarak, ‘Bak kardeşim. Allah benim sesimi de kesti, beni Risale-i Nur’a perde yapmamak için. Bütün müşküller Risale-i Nur’da halledilmiş. Risale’nin bana ihtiyacı kalmadığı için sesim kesildi.’ sözlerini söyledi.”

 “Üstad son görüşmemizde bana, ‘Sizin oralarda Şeyh Fehmi’nin çocukları var mı?’ diye sordu. Torunları olduğunu söyledim. Üstad da bana, ‘Şeyh Fehmi’yi yanıma almışım. Torunlarını görürsen selam söyle. Risale-i Nurları okusunlar, millete duyursunlar.’ dedi. Yıllar önce vefat etmiş bir adamı yanına aldığını söylüyordu. Ayrıca Van’da Risale-i Nurların yayılması konusunda da beni vekil kıldı. Daha sonra Van’da Şeyh Fehmi’nin bir torununun müftü olduğunu öğrendim ve dükkânımın önünden geçerken yakaladım, ‘Müftü efendi, ben Bediüzzaman’ın ziyaretinden geliyorum. Size selamı var. Senin dedeni yanına aldığını, onun için hiç üzülmemeniz gerektiğini ve Risale-i Nurları millete duyurmanız gerektiğini söyledi.’ dedim. Müftü de hiç sorgu sual etmeden ‘Başım gözüm üstüne.’ diye söyledi. Daha sonra hiç sorun yaşamadan Van’ın Erek Camii’nde her sabah namazından sonra Risale-i Nurları okumaya başladık. Ta ki 1960 İhtilali’ne kadar. Bu tarihten itibaren çok iftiralar atıldı, zor zamanlardan geçildi. Üstad vefat ettikten sonra onun için Van’da mevlid okuttum. Çok kalabalık bir cemaat vardı. Avukat Gültekin Sarıgül Ağabey de konuşma yapmıştı Üstad için. Mevlid bittikten sonra herkesi toplamaya başlamışlar. Dershanenin önüne gelince beni de aradıklarını söylediler. Gültekin Ağabeyi de almışlar içeri. Karakola kendi başıma gittim ve ‘Beni arıyormuşsunuz.’ dedim. Komiser de ‘İyi oldu geldiğin.’ dedi. Yaklaşık 500 kişiyi sorguya almışlar. 81 kişi asliye cezada, biz 7 kişi de ağır cezada yargılanıp 7 ay hapis yattık. Fakat hapishanede de durmadık, hizmetlerimize devam ettik.”

Şeyh Abdullah Aydın (Siirt): ‘Sen bir kibrit çakacaksın, o nurlanacak, aydınlık verecek’

İsmail Fakirullah ve Sultan Memduh Hazretleri’nin torunlarından olan Şeyh Abdullah Aydın, Tillo doğumlu ve 80 yaşında. Henüz üç yaşındayken tüm ailesiyle birlikte sürgüne gitmişler. On ay boyunca Ergani’de kaldıktan sonra üç ailenin yeni sürgün yeri Manisa olmuş. Lakin sürgün hayatı bundan ibaret değil. Dedesi Şeyh Cemil ve babası Şeyh Kamil ile birlikte başlamış asıl sürgün. 1926 yılında dedesi ve babası Burdur’a sürgün edilirler. Üç odalı bir evde kalırlar. Bir süre sonra Üstad Bediüzzaman Hazretleri de o eve sürgün olarak gelecektir. Evin bir odası Üstad’a verilir. Bediüzzaman Hazretleri, önceki yıllarda Tillo’da bulunduğu için Şeyh Cemil ve Şeyh Kamil’i tanıyordur. 1914 yılında Tillo’ya gelmiş, Sultan Memduh Hazretleri’nin dergâhının yanındaki bir bodrumda altı ay boyunca kalmıştır. Daha sonra ise Rus Harbi’ne katılmak üzere buradan ayrılmıştır. Şeyh Cemil ve Şeyh Kamil ile Tillo’da bu sayede tanışmıştır.

Burdur’da üç odalı evin üç âlimi, çevresine ışık saçmaya başlar. Abdullah Aydın, Bediüzzaman Hazretleri’nin ilk geldiği zaman yaşanan şu anekdotu aktarıyor: “Üstad geldiği zaman kapıda dedeme, ‘Şeyhim, ben lambaya gazyağı doldurdum, şişesini de sildim. Fitili kestim ve bıraktım. Sen bir kibrit çakacaksın, o nurlanacak, aydınlık verecek, herkes faydalanacak.’ demiş.” Üç odalı evde üç kişi kalırlar. Her gün öğle vakti kapılarını açarlar. İkindi vaktine kadar insanlar onları ziyaret eder ve sohbetlerinden yararlanır. İkindi vaktinden sonra ise kapı kapanır. Ertesi günün öğle vaktine kadar iştiyakla ibadet ve tefekküre dalarlar. Dokuz ay boyunca beraberlikleri böylece sürüp gider. Daha sonra Sason kazasının müftüsü de Burdur’a sürgün edilir. Müftü, Üstad’a der ki: “Senin okuduğun ilmi biz de okuduk, yalnız bu misalleri nereden getiriyorsun?” Üstad ise şu şekilde cevap verir: “Onu da sana söyleyeyim. Bu misaller, gökten zincirle bir sepetin içinde geliyor. Oraya bir vasıta lazım ki o misalleri bize söylesin. O araç da takvadır.”

 Burdur’da dokuz ay beraber kaldıktan sonra Şeyh Cemil ve Şeyh Kamil İstanbul’a, Üstad Hazretleri ise yeni sürgün yeri olan Barla’ya gönderilir. Abdullah Aydın’ı dinleyelim: “Böylece birbirlerinden ayrılıyorlar. Fakat ayrıldıktan sonra da mektuplaşmalar ve irtibat devam ediyor lakin birbirlerini hiç göremiyorlar. Üstad vefat etmeden önce dedem Şeyh Cemil’e mektup yazmış ve şunları dile getirmiş: ‘İnşallah gelip Fakirullah ve Sultan Memduh Hazretleri’nin yanında darülfenadan darülbekâya gitmek istiyorum.’ Yani Tillo’da vefat etmek istiyorum diyor. Yolda Urfa’dayken benzinleri bitiyor, İpek Palas Oteli’ne geliyorlar. Sonra ‘Tillo buraya yakın mı?’ diye soruyor. Etrafındakiler ise Tillo’nun buraya çok uzak olduğunu, geceyi burada geçirmeleri gerektiğini söylüyorlar. O gece Urfa’da vefat ediyor. Tillo’ya gitmek kısmet olmuyor.”

Avukat Gültekin Sarıgül (Antalya): 40 yıl Risale-i Nur davalarında avukatlık yaptım, palto alacak param bile yoktu

Ankara Hukuk Fakültesi’nde talebeyken Risale-i Nur kitaplarını okumaya başlar Gültekin Sarıgül. Mezun olup stajını bitirdikten sonra, cübbesini giyer giymez Risale-i Nur davalarında gönüllü avukatlık yapmaya başlar. İlk olarak Burdur’da açılan davaya müdahil olur. Bekir Berk Ağabey ile 1959-1965 yılları arasında 300’den fazla davaya koşturur. Yıllarca ne üzerinde giyecek bir paltosu ne de cebinde beş kuruş harçlığı vardır bu genç avukatın. Risale ve Üstad ile alakalı 40 yıla yakın 2 binden fazla davaya girer. O zaman yaşadığı sıkıntıları şu cümlelerle anlatıyor: “Bu davalar azalmaya başladıktan sonra ancak meslekî çalışmalar yapmaya başlayabildim. Hiç ücret almıyorduk ve yazıhane kiramızı ödeyemiyorduk. Bir pardösüm bile yoktu. Bir gün rahmetli Bayram Ağabey, Kilis’te giyilmiş paltolardan bir tane getirdi ve bana, ‘Fukara avukat, giy bakayım şunu!’ dedi. Bir giydim ki 56 beden, neredeyse kayboldum içinde.”

1937’de Antalya’da doğan Gültekin, Ankara Hukuk Fakültesi’nde sınavlara çalışırken eline Üstad’ın Sözler adlı eseri geçer. Yavaş yavaş okur ve kendini büyük bir deryanın içinde bulur. O zamana kadar İbn-i Arabi gibi birçok alime tasavvuf kitapları okumuştur ancak hiçbiri Said Nursi’nin eserlerine benzemez. Bundan çok etkilenir. Kitabı yazan kişinin Ankara Hukuk’tan Atıf Ural diye birisi olduğunu öğrenince tanışmaya gider. Üstad’ı defalarca ziyaret etmek ister ancak ağabeyler izin vermez. Ağabeyler ona, “Evvela tüm Risale-i Nur külliyatını alıp okuyacaksın.” der. Genç avukat son sınıfa geldiğinde dayanamaz ve trene atlayıp Üstad’ı görme arzusuyla Isparta’ya gider. Ömrü boyunca unutamayacağı anlar yaşar: “1959 yılıydı. Üstad’ın evine yaklaşırken pos bıyıklı güzel bir ağabey gördüm. Meğer o Zübeyir Gündüzalp Ağabeymiş. Beni gördü, ‘Nereye gidiyorsun?’ diye sordu. Ben de, ‘Mümkünse Üstad’ı görmek istiyorum.’ dedim. O da, ‘Üstad çok rahatsız.’ dedi. Ben de hiç üstelemedim. ‘Peki gideyim o zaman.’ dedim. Ben böyle deyince Zübeyir Ağabey’in çok hoşuna gitmiş, ‘Hop hop.’ diyerek durdurdu. ‘Nereye gidiyorsun? Şu caminin orada dur ve bekle, Üstad’ımız Eğirdir’e gidecek, geçerken görürsün.’ dedi.”

 Genç avukat caminin orada beklerken Zübeyir Gündüzalp Ağabey koşarak Gültekin’in yanına yaklaşır ve “Ben de seni arıyordum, Üstad seni bekliyor.” der. Sarıgül, heyecanla koşar adım kapıdan girer, “Arkada araba hazırlanmıştı. Tahir Mutlu ve Bayram ağabeyler de oradaydı. Üstad’ımız arabada sağ arka koltukta oturuyordu. Pencere açıktı. Atıldım, o da bana elini uzattı, öptüm. Orada Bayram Ağabey, Üstad’a beni şu cümlelerle tanıttı: ‘Arkadaşımız Risale-i Nur okuyor ve hizmet ediyor.’ Üstad orada üç kere maşallah diyerek başımı sıvazladı. Bana ‘Adın ne?’ diye sordu. Gültekin dedim. Değiştirecek mi acaba diye bir an durdum, şöyle yukarı doğru başını kaldırarak ismimi heceledi. Muhakkak ki orada bir şeye baktı ama biz onu bilemiyoruz tabii. Sonra başını sağa çevirdi ve ‘Otuz!’ diye bir şey söyledi ve sonra sesi gitti. Dikkat kesildim ama anlamam mümkün değildi. Hemen orada imdadıma Bayram Ağabey yetişti, ‘Kardeş, Üstad’ımız diyor ki, ‘Seni otuz yıl hizmetimde bulunmuş bir talebe olarak kabul ettim. Anneni ve babanı da duama dahil ettim, onlar da bana dua etsinler.’ Daha sonra Üstad’ın sesi tekrar duyuldu ve ‘Antalya’da hanım talebeler var. Onlara selam söyle. Seni onlara vekil tayin ettim.’ dedi.”

]

Şebnem BURCUOĞLU- KOCAN KADAR KONUŞ

    Geçen sene Şubat ayından beri okusam mı? okumasam mı? ikileminde gide gele üzerinden bir yıl geçtikten sonra biraz da merakıma artık daha fazla dayanamayarak okumaya karar verdim. Tamam tamam dürüst olmak gerekirse o meşhur pozu vermek için de almadım desem yalan olur!:) Bir de üstüne filmi çekildiğini öğrenince tam oldu...    Kocan Kadar Konuş ne yazık ki genetik kodlamamızın evlilik üzerine odaklanmış olan türk kızını, aile ve toplum baskısını anlatıyor. Efsun ana kahramanımız Selim ise esas oğlan:) Efsun yıllardır görmediği çocukluk aşkı ile yıllar sonra karşılaşır. Onca yıl Selim'in aşkına vermediği karşılığın pişmanlığı ile ondan ona savrulur, yorulur, hatta hayattan ve erkeklerden bıkar. Yıllar sonra ortaya çıkan Selim Efsun'un ailesi tarafından son şans olarak görüldüğünden klasik erkeği en kısa sürede o imzayı arttıracak saçma klişeler çerçevesinde görüşmeye zorlarlar. Efsun Selim'i istemeden de olsa müstakbel damat adayı olarak gördüğünden olaylar bu konu üzerinde gelişir diyebiliriz.    Gelelim Kocan Kadar Konuş'la ilgili benim fikrime; Instagram da o kadar çok insan bu kitapla ilgili o kadar olumlu ve harika yorumlar yapmıştı ki kitaba başlarken çok keyif alarak okuyacağımı bol bol kahkaha atacağımı düşünmüştüm. Ne yazık ki tam bir hayal kırıklığı oldu ben ne kitabın konusu, ne kurgusunu, ne de anlatım tarzını sevdim. O kadar yalın ve sade bir kitap ki...Pişman mıyım hayır çünkü o kadar iyi bir pr şirketi varmış ki kitap resmen bende merak uyandırdı, cezbetti fakat tavsiye eder miyim? Ne yazık ki HAYIR!!! Kitabı okumadan önce filmini de izlemeyi planlıyordum okuduktan sonra ondan da vazgeçtim.    Kendime Not: Fazla merak iyi değilmiş. Zaman çoook değerli olduğundan iyi seçimler yapıp keyifle okuyacağım kitaplar seçmek gerekirmiş.   Ama ne yalan söyliyim o tatlı ve manasız pozu verdiğim için mutluyum..:)   Keyifli okumalar Kitap Bağımlısı...

18 Mart 2015 Çarşamba

Şubat Ayı Ganimetlerim- 2015

   Mart ayı bitmeden hayatın saçma koşturmacasından fırsat bulup nihayet Şubat ayı ganimetlerimi yazmaya fırsat bulabildiğim için çok mutluyum:) Ne yazık ki çok verimli bir 28 gün olduğunu söyleyemem ama yine de her fırsat bulduğumda tutku ile okumaya çalıştım. Bakalım o iki kitapcık nelermiş?1- George R.R MARTIN- KILIÇLARIN FRTINASI- KISIN 12- John BERENDT- DÜŞEN MELEKLER ŞEHRİ

13 Mart 2015 Cuma

Kuradan çıkmadan hac mümkün mü?

Onlarca ülkeden milyonlarca Müslüman, hac yolculuğuna çıkmaya hazırlanıyor. Türkiye’den gidecek hacı adayları ise dün çekilen kurayla belli oldu. İsmi çıkanlar çok mutlu, çıkmayanlar ise buruk ve hüzünlü. Peki kurada çıkmayanların ya da farklı yöntemlerle hacca gitmeye çalışanların durumu ne olacak?Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2015 yılı hac kuraları dün bilgisayar ortamında çekildi. Bakanlıklararası Hac ve Umre Kurulu’nun geçtiğimiz haftalarda aldığı karar çerçevesinde, görevliler ile 2007 yılından beri sırada bekleyenler, kontenjandan öncelikli olarak yararlandırıldı. Kontenjanın geriye kalan bölümü ise 2008-2014 yılları arasında kayıt yenileten hacı adaylarının müracaat ettikleri hac konaklama türleriyle kayıt yıllarına göre uygulanacak katsayı oranında kura çekilerek dağıtıldı. Kurada ismi çıkan hacı adayları, kesin kayıtlarını 16-27 Mart arasında yaptıracak.Kâbe çevresindeki genişletme çalışmaları sebebiyle geçtiğimiz iki yılda uygulanan yüzde 20 kontenjan indirimi 2015’te de devam ediyor. Müracaatlardaki yoğunluk, kontenjan indirimiyle de birleşince kutlu yolculuğun özlemiyle yanıp tutuşan pek çok kişi hayallerini ertelemek zorunda kaldı. Peki maddi imkânı ve sağlığı elverdiği halde kontenjan sebebiyle hacca gidemeyenler dinen sorumluluktan kurtulur mu? Kurada çıkmadığı için farklı yollar deneyerek ibadetini yerine getirmeye çalışanların durumu nedir?Kontenjan dolayısıyla gidemeyen mağdur sayılıyorHac başvurusu yapıp kurada çıkmayanların sabırla beklemeleri gerektiğini söyleyen Fatih Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Suat Yıldırım, “Hac, yol emniyeti ve yol imkânları gibi konularda serbestlik konumunda olanlara farzdır. En önemli kıstas budur. Kontenjan dolayısıyla gidemeyince mağdur sayılır. Ancak o kişi hac için başvurusunu yapmış olarak vefat ederse, çocuklarından, kardeşlerinden herhangi birini vasi tayin edip, hac bedelini de bıraktıysa, vasiyeti üzerine alan kişi, vefat eden kişi yerine hac görevini icra edebilir. Yaşlı diyebileceğimiz kişilerin, vasiyetle bir vekil bırakması kendileri için en doğru olanıdır.” diyor. ‘Peki, hac başvurusunu yapmış ancak vasiyet bırakmayan kişinin akıbeti ne olur?’ sorusuna ise şu cevabı veriyor Yıldırım: “Hac, yol bulanlara farzdır. Al-i İmran Sûresi 97. ayeti öyle bildiriyor. Yol bulamamış olan kimseler Allah’ın izniyle sorumlu olmaz. Burada önemli olan niyetlenmek. Çünkü kendisi elinden gelen gayreti göstermiş.”Belli bir yaşa gelen insanlara öncelik tanınabilirPeki günümüzde hac için kura sistemi en doğru seçenek mi? Bunun cevabını Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Doç. Dr. Kadir Paksoy veriyor. “Günümüzdeki şartlar geçmişle çok farklı. Bu sistemi böyle yapmasalar da bunun önüne geçemezler. Mesela, kavşakta da trafik lambalarına riayet ediyoruz. Yol hakkının kimin olduğuna trafik lambası karar veriyor. Aynı kavşakta dört taraftan gelip giden vasıtalar olunca elbette bunu biraz kısıtlamalı vermek gerekiyor. Bu aynı zamanda başkalarına hakkını verme, kişinin de hakkını koruması anlamına geliyor.” diyen Paksoy’a göre, insanlar kura olmadan hacca gönderilmeye kalkılırsa yer yetmez.Kura sisteminin daha adil olduğu görüşünde olan Paksoy, şöyle bir alternatif getirilebileceğini söylüyor: “Senelere göre puan birikimi oluyor. Aynı şekilde belli bir yaşta olanlara da öncelik verilebilir. Diyelim ki adam şeker hastası. Bir sene sonra durumu daha da ağırlaşabilir. Bu türlü durumlarda gerekirse heyet raporu eşliğinde ekstra bir hak tanınabilir.” Paksoy, hac başvurusu yapmış, ancak hacca gidemeden vefat edenlerin üzerinden borcun sakıt olduğunu belirterek, “O insanın gitmeye niyeti vardı. Dolayısıyla niyetiyle haşrolunur demek daha doğru olur.” diyor. Paksoy, Peygamber Efendimiz’in (sas) savaş için sefere çıktığında söylediği şu ifadelerini hatırlatıyor: “Aslında bir kısım vadileri, bir kısım yolları aşıyoruz. Bizlere katılamayıp, niyetleri bizimle beraber olup da geride kalanlar var. Onlar sanki bizimle savaşa katılmış gibidir. O niyetlerinin karşılığını alırlar.” Bu hadisi şu şekilde anlamamız gerektiğini söylüyor Kadir Paksoy: “Halisane niyet edip bunun için gayret göstermek gerekir. Nasip olmazsa bile niyetlenmek gerekir. İnsan ne zaman öleceğini bilmiyor. Dolayısıyla da kurada çıkar ümidiyle sabredip beklenmeli, vefat edilse bile hac vazifesinin ecri ve mükâfatı alınır.”Sağlıklıyken kayıt yaptırıp, birkaç yıl bekledikten sonra hac kurasında adı çıkan kişilerin bazen seyahate engel ciddi bir rahatsızlığının ortaya çıkabileceğini söyleyen Doç. Dr. Paksoy, “Yıllardır o anı bekleyen o vatandaş hacca gitmiş gibi Allah katında ecir alır.” diyor.Kasap ve berber olarak gitmek doğru mu?Hacca kura nedeniyle gidememenin verdiği üzüntüden dolayı kutsal topraklara gitmek için farklı yollar deneyen birçok insan var günümüzde. Gündelik hayatta bu mesleklerle herhangi bir ilişkisi olmadığı halde kasap ve berber kontenjanından ya da hac müracaatında yoğunluk yaşanmayan yabancı ülkelerin kontenjanlarından yararlanmak bu yolların başında geliyor. Bu davranışı İslam’a göre değerlendirmesini istediğimizde Paksoy, bu konunun çok hassas olduğunu söylüyor: “Yol bulup gidenlere bu vazifeyi yapmış olurlar demek lazım. Hac vazifesi yerine gelmiş olur. Ancak kasap olmayıp da kasap olarak kutsal topraklara gidenler yüzünden, kasaplık vazifesi atıl ve aksar hale gelirse o kontenjanı doldurduğundan dolayı, o insanlar sorumlu olur. O insanların o kontenjandan gidişi, başka insanları sıkıntıya sokacağından mahzurlu sayılır.”Güvenilir fetva sitelerinden biri olan hikmet.net ise bu soruya şu cevabı veriyor: “Önemli olan, bir kişinin içinde gittiği meslek grubunda bir iş yapabilmeniz. Mesela kasap olarak gidiyorsanız, gerçekten kasaplık yapmanız veya kasaplara yardım etmeniz gerekir. Bu şarta uyarsanız, gitmeniz mümkündür. Diğer türlü yalan beyanda bulunmuş olursunuz.”Diyanet’in Alo Fetva hattına göre, sosyal hayatta mesleği olmamasına rağmen hacca değişik meslek gruplarıyla gidilebilir. “Orada sana kasaplık yaptıracaklar. Et taşıtacaklar. Bunları yapabilirsen gidebilirsin. Şoför olarak da gidebilirsin. Kontenjan dolmadıysa gidilebilir. Hacca gitmede esas olan yol bulmaktır. Ancak, gündelik yaşamında kasaplık yapmayanlar yüzünden hacca gidemeyen kasap varsa onun hakkı yenilmiş olur. Hacca giden o kişi, gidemeyen asıl kasabın hakkını yemiş olur. Yalan söylemeye gerek yok.”Yurtdışından hacca nasıl gidiliyor?“Yurtdışında yaşayan bir kişi, Türkiye’de ikamet eden bir kişiyi yanında hacca götürebilir mi? Bu tür davranışlar caiz mi?” sorusunu Diyanet İşleri Alo Fetva Hattı’na yönelttik. Görevli, “Tavsiye edeceğimiz bir durum değil.” diyerek şöyle devam etti: “Şayet yurtdışında soyadınızın aynı olduğu bir akrabanız varsa sizin adınıza bir davet yapıyor. Altı aylık bir vize olursa, Arabistan hükümeti bunu kabul ediyor ve yurtdışından başvuru yaparak hacca gidiliyor. Böyle yapanlar var.”

6 Mart 2015 Cuma

Yeni dünyaya açılan kapı; Sevilla

1 milyondan fazla nüfusuyla İspanya’nın en önemli şehirlerinden biri, modern Endülüs’ün ise kalbi Sevilla. Bu şehirde kaybolmak için illa gece olması gerekmiyor; şehir, her vakitte kaybolmanın adresi misafirine. İnsan bu şehirde umulmadık anlarda sürprizlere denk gelebiliyor…Sevilla, son Endülüs Granada’nın düştüğü an, ‘yeni dünya’ keşiflerinin kapısı olmuştu. Tarihin bir sayfası yanı başında, Granada’da kapanırken; yepyeni bir sayfa açıyordu kendisi buna hiç aldırmadan... İspanyol hükümdarların desteğiyle Kristof Kolomb, devasa okyanusa ve bilmeden Amerika’yı keşfedeceği günlere bu şehrin limanından yelken açmıştı... Bu şehir, çok sayıda denizcinin çıkış noktası olmuştu. Avrupalılar için sisler altındaki dünya Sevilla aracılığıyla yavaş yavaş beliriyordu artık. Buralardan gelen yeni mallar, tüccarlar tarafından şehrin meydanlarında satılıyordu. Asırlar boyunca ihtiyaca göre yeni meydanlar kurulmuş, olanlar günün vaziyetine göre değişmişti. 20. yüzyılın başındaysa yeni bir ihtiyaçla, eski şehrin hemen dışına, EXPO fuarı için büyük bir meydan inşa edilmişti. Etrafında tüm İspanyol illerinin köşeleri bulunan meydanın adına da İspanya denilmişti. Ortasında faytonların yol aldığı, çevresi büyük sarayla çevrili meydan, Japon balıklarının renklendirdiği su kanalları ve çini sanatıyla süslendirilmiş şekilde her gün binlerce misafirini ağırlıyor.Şehrin arapsaçı sokaklarında ilk olarak pansiyonu bulmaya koyuldum. Haritasız, sadece adresi bilerek yol alıyordum güneş-görmez sokaklarda. Birbirine benzer dar sokakların arasında ilk başta sadece tek nefeslik küçük yeşil alanlar fark ediliyordu. Hava kararmış, loş lambalarla aydınlanmış sokaklar karmaşık geliyordu. Çok geçmeden, yaklaşık bir metre genişliğindeki (darlığında) sokakta pansiyonu bulmuştum. İngilizce bilmeyen, ellilerindeki pansiyon sahibiyle hâl diliyle anlaşıp, çinili şehir Sevilla gibi çinilerle süslü odaya eşyaları bırakmıştım. Zaman harcamadan şehrin asırlık sokaklarına koyuldum, tarihin bugüne bıraktıklarını görmek, kısa da olsa Endülüs’ün Atlas’a açılan beldesini tanımak için... Karmaşık ve dar sokakların birinde konumlanmış bu pansiyonu kaybetmemek için bazı sembol binalar seçtim, dönüş yolunda kolaylık olsun diye. Yakınlardaki gül kurusu rengiyle Salvador Kilisesi’ni aklımda tutarak, altın sarısı renkteki binanın önünde sigarasını tüttüren siyah kasketli adamın önünden geçip, Galata’nın ıssız sokaklarını anımsatan Santa Cruz’a bıraktım kendimi. Asırlar önce, İspanya’nın Yahudileri bu topraklardan sürmesinden önce, Sevilla’nın Yahudi mahallesiydi Santa Cruz. Günümüzde bu unvanıyla da tanınmasına rağmen, ironik biçimde resmî ismi Santa Cruz/Kutsal Haç.Plaza NuevaGiralda’nın gölgesinde Endülüs raksıŞehrin sıkışık yapısı arasında ansızın karşılaşılan küçük meydanlar oldukça fazla. Bunlar arasında belki şehrin en büyüklerinden sayılabilecek olan Plaza Nuevo’ya (Yeni Meydan) düşüyor yolum. Eski şehrin ortasında, koca ağaçların gölgesinde sakin bir meydan. Ötede göğe doğru Giralda uzanıyor, hemen yanındaysa gece mavisinde şehrin üzerine parlayan ay. Devasa katedralin ve Giralda’nın yanına belediye binasının köşesindeki faytonların arasından geçerek İstanbul’un Divanyolu’nu anımsatan caddenin sonunda vardım. Müslümanlar zamanında Ulucami’nin dikildiği yerde bugün katedral var. Cami yıkılıp yerine Gotik mimaride inşa edilen katedral, hafif ışıklandırmasının da etkisiyle hayli masalsı duruyordu karşımda. Etrafın karmaşık şehir seslerinden sıyrılıp karanlığın sessizliğine dikkat kesilince, yıldızların altında tüm haşmetiyle dikilen bir yapı görüyordum sadece. Cami olduğu zamanlardan bugüne ise Giralda olarak anılan minare (bugün, çan kulesi) kalmıştı. Tüm heybetine rağmen Katedralin yanında vakur bir şekilde dikiliyor, fotoğraf karelerine sığdırılmaya çalışılıyordu… O sırada caddenin bir kıyısında, yörenin müzik grubu şehre melodiler saçıyordu. Endülüs’ün bugünkü kalbi Sevilla’da Endülüs raksı sahneleniyordu karşımda, Giralda’nın gölgesinde...GiraldaHerkül’ün altında aynı telaşGecenin sırlı şehrinin yerini güneş doğduktan sonra rengarenk sokaklar almıştı. Gizemi gitmiş, pastel renklerle cümbüşe dönmüş, samimi bir şehir olmuştu Sevilla birkaç saatte. Sokakların karmaşıklığı değişmemişti ama. Bu şehirde kaybolmak için illa gece olması gerekmiyordu, şehir, her vakitte kaybolmanın adresiydi misafirine. Aydınlık vakitte de umulmadık anlarda meydanlara, tarihi yapılara denk gelebiliyordu insan…Sokakları haritasız arşınlarken yolum La Alameda’ya vardı. Bin yıllar öncesinden, Roma döneminden kalma iki sütunun süslendirdiği, hipodromu andıran biçimiyle büyük bir köy meydanı gibiydi burası. Bisikletli çocukları, bahçe gibi hafif engebeli arazisi ve uzunca ağaçlarıyla… Roma sütunlarının birinin tepesinde mitolojiden tanıdığımız Herkül, diğerinde ise Roma İmparatoru Jül Sezar heykeli yer alıyordu. Herkül’ün gölgesinde Sevillalılar sabah vaktinde işe yahut okula yetişme telaşındaydı. Tıpkı, eski şehrin kalbine tezatlık olsun diye saplanmış post-modern Metropol Parasol’un altından hızlıca geçen eli kahveli insanlar gibi… Bu hâller dünyanın tüm metropollerinde benzerdi artık.ArenaMacarena’da renk cümbüşüŞehir, asırlar boyunca Müslümanların kontrolünde kalmış, bazı hanedanlarda devlete payitahtlık dahi yapmıştı. İşbiliye olarak haritalarda yer edinen şehrin o zamanlarına ait eserler görmek, diğer Endülüs şehirleri gibi burada da hâlâ mümkün. Bollywood filmlerinden alıştığımız Hint diyarına ait renkli yapılara benzeyen Macarena Kapısı ve şehir surları, asırlar önce hüküm süren Muvahhidler zamanından bugüne ulaşmış İslam dönemi eserleri... Kapının ardındaki sokaklar da renk cümbüşünde ondan geri kalmıyordu; sarıyla pembenin, kahverengiyle beyazın kaynaştığı yüzlerce hane yer alıyordu. Buralar turizm piyasasına meze olmamış, hâlâ şehrin gerçek sahiplerine, Sevillalılara ait olmaya devam ediyordu.MacarenaNehrin Altın Kule’siAnadolu’nun Yunancaya dayalı isimleri gibi Endülüs’ün de Arapçaya dayalı isimleri fazlaca mevcut. Bunlardan biri de, sokaklarında yönsüz dolaşırken kıyısına vardığım koca nehir, Guadalquivir. Arapça vadi el-kebir kelimesinin İspanyolcaya uyarlamasıyla bugünkü halini almış. Etrafında sabah sporunu yapan, evcil hayvanlarını dolaştıran yahut bisikletleriyle dolaşanların yanı sıra nehrin seyrine dalıp aheste yürüyenler de vardı. İleride, altından kanoların kürek salladığı köprü Tony Gatlif’in Vengo filminden hatırımda kalan İsabel Köprüsü’ydü. Köprünün diğer ayağında, mescidi andıran görünümüyle şapel duruyordu filmdeki gibi… Nehir hayli geniş olduğundan yüzyıllar boyunca kent, liman kenti işlevini de görmüş bu toprakların, güneyde Atlas’ın kıyısındaki Cadiz şehrine rakip olmuş. Öyle ki, şehrin en meşhur simgelerinden biri olan nehir kıyısındaki Altın Kule, Marakeş merkezli Muvahhidler zamanında Sevilla limanının koruyucusu olarak yapılmış. Bugün asırların hatıralarını saklayarak, fotoğraf karelerinin vazgeçilmezlerinden biri olarak dikiliyor. Bir İspanyol ise biraz uzağında bağdaş kurmuş, Altın Kule’yi beyaz sayfaya karakalem çalışıyor.İspanya Meydanı1 milyondan fazla nüfusuyla İspanya’nın en önemli şehirlerinden biri, modern Endülüs’ün ise kalbi Sevilla. Yine de içinde kaybolmayı, sokaklarında tarihe dalmayı başarıyor insan. Fakat, Endülüs topraklarından ayrılma vakti gelmişti artık. Yeryüzünün bu sarı-sıcak coğrafyasına The Doors’un Spanish Caravan şarkısındaki şu sözlerle veda etmeli:Götür beni karavan, al götür beni,Portekiz’e götür, İspanya’ya,Başak tarlalarıyla dolu Endülüs’e götür,Seni tekrar tekrar görmeliyim…